Perşembe, Mayıs 08, 2008

Ziba


Kelime anlamını bilmiyorum. Etimolojik kökenini de. Benim çocukluğumda "Genelev Sokağı" olarak bilinirdi. Ben hariç herkesin bildiği bu durum, bana da geçiş yasağı olarak ihale edilmişti. Artık kendi başıma okula gidip, eve dönebileceğime kani olan annem, elimden tutup Nevizade'nin başına kadar götürmüş, parmağıyla "o" sokağı göstermiş ve "girilmez" talimatını kolumu hafiften de çimdikleyerek tebliğ etmişti. Eğer o sokaktan geçmeyi denersem beni de kaçırıp o evlerden birine hapsedeceklerini de eklemeyi unutmadı. Yeterince korkutmuştu. İçi ferahlamış olmalı ki, şevkatle sürükleyip, Papağan'a götürdü. Taze leblebi ve üzüm aldık, evin karşısındaki gazeteciden Tenten'in yeni sayısını da..

Şimdilerde otoban özentisi olmuş Tarlabaşı Caddesi'ne, ön görünümden kurulan Kızılay Kan Merkezi'nin komşusu Ziba, puslu sokaklardan biriydi benim için önü sonu. Yasağı koyan annemdi ve her yasağı gibi bu da sorgulanamazdı. Meraklandırırdı elbette. Herşeye rağmen tek bir kez, annemin dayağını göze alıp girmiştim bu sokağa, okula giderken. Sabahçıydım ve dönüş yolum karanlığa kalırdı genellikle. Yeşilçam Sokağı'nı hızla geçip, ter içinde köşesinde buldum kendimi. Dik açı yapan, yani "L" gibi sol sıralı, birbirine dayalı taş harabeleri, desteğini kaybetmiş de yıkılmış, yıkıntılarına çöpten dağlar kurulmuş evleri ve boşlukları izleyerek ağır adımlarla geçtim sokağın bir ucundan sonuna. Hepsinin de demir kapıları, pencerelerinde kalın kafesleri, o kafeslere takılmış kocaman kilitleri vardı. Bazı pencerelerin tek hayat belirtisi dantelli perdeleriydi. Sessiz bir sokaktı. Hatırlıyorum. Diğerlerine göre daha sağlam duran hatta yeni boyanmış olan bembeyaz binanın önünde, mermer eşikte tek ayak cezasına durmuş gibi dikilen, duvara yaslanmış sigarasını içen, uzun boylu kadını ve bana bakan gözlerini hatırlıyorum. Az çocukluğundan emekli olmuş gibi titriyordu elleri, çok yaşlıydı. Sarı olduğunu tahmin ettiğim saçlarının yarısını kapatan alacalı bir tülbentin ucunu dişliyordu diğer eli yardımıyla. Yasağından bir tad alamadım sokağın. İçimdeki merak büyüdü. Adım başı rastladığım viranelerden farkını anlamadım. Anneme sorsam zaten anlatmazdı.

Babama sordum sonra bir akşam, okul dönüşü. Zorla sevdirmeyi denediği havuç suyu eziyetinin peşinden. nadiren eziyet ederdi. Niye geçemiyorum o sokaktan? Cevap vermedi. Elimden tutup, yola devam etti. Tam köşesinde durduğumuzda sokağa gireceğini anladım. Ya o kadın beni tanırsa diye korkudan ya da havuç suyu zehirlenmesinden, -her nedense- o günden de tek anımsadığım az sonra yere düşecekmiş gibi kızaran ve yanan kulaklarım. Anlattı babam:
"Böyleyken böyle, öyle başa, böyle tıraş çok bile. Anlayacağın burası da onların ekmek kapısı.."
Onlar aslında nerde yaşıyorlardı diye sormadım. Bu kadınlar o adamlarla "her gece karı koca olunca çocukları da oluyor mu?" diye sormadım. Konuyu hiç uzatmadım. Başımı salladım, geçiştirdim. Zira biliyordum ki, sormazsam anlatmaz babam ve ben duymak istemiyordum "onlar"ın gerçeğini. Bir an evvel uzaklaşmak istiyordum Ziba'dan . O yaşlı kadınının beni görüp tanımasından ve yasağını deldiğimi öğrenen annemin sopasından korkuyordum.

Yolu Ziba'dan geçenlere selam olsun!


•• rd, rumelihisarı 1997

Hiç yorum yok :