Pazar, Haziran 19, 2011

Lüfer, hamsi, kalkan... kader anı 21 Haziran!


Lüfer, hamsi, kalkan... kader anı 21 Haziran!: "“Seninki kaç santim?” kampanyasının sonucu belli oluyor. Tarım Bakanlığı balıkların ve denizlerin geleceğine Haziran’da karar veriyor. İş işten geçmeden, balıklar tükenmeden, daha fazla ertelemeden, hemen şimdi eyleme katıl."

Cumartesi, Haziran 11, 2011

Karakol Galata- Dış/ Gün


"Karakol- Galata Dış/Gün"
"Hocam, yakınlara gelince koordinat belirtmeyin, uçarak gelesim var."
"Buralardaysan gel kave ısmarlayayım.."

Macera böyle başladı aslında. 8 Haziran günü, 20 yıldır görmediğim arkadaşlarımla buluşmuş, paha biçilmez saatler geçirmiş, ofise dönmüştüm ki Twitter'da Onur Tan'ın mesajını gördüm ve Galata'ya doğru yola çıktım. Az geriden alırsak da, blog takipçileri bir dönem yaptığım sektör röportajlarını hatırlıyordur. Birbirine benzeyen dramaları eleştirmekten o kadar sıkılmıştım ki yazmayı bırakmamak için çıkış yolu arıyordum. Röportaj yapmaya karar verdiğimde, - akılımı seveyim- hiç tanımadığım 10 sektör mensubuna email atmış ve blogda misafir etmek istediğimi söylemiştim. Zeynep Günay Tan ve Ahmet Mümtaz Taylan davetime ilk cevap verenlerden, bana ilk güvenenlerdendi. Keyifleri daim olsun. Onur Tan da benzer bir vesileyle tanıdığım, sevdiğim sektör mensuplarından biri, mesleki etiketlerinin yanı sıra da Ömer'in babası ve Zeynep Günay Tan'ın kocasıdır. Her ikisi de, bilir bilmez lanetler okunan, tehlikeli olduğu iddia edilen "sanal hayatın" bana verdiği en kıymetli armağanlardandır. Öyle yani..

Beşiktaş- Galata arası on dakika, trafiksiz. Kulenin dibinde Ramsey Defilesi'nin hazırlıkları var, arkasında Karakol. Küçük sokağı ve meydanı dolduran meraklı seyircilerin arasına gizlenip, seti izliyorum, sessizce. Yemin etsem, başım ağrımaz, ahir ömrümde ilk kez bir tv dramasının setine konuk oluyorum. Sektör utansın. Oldukça genç ve ağırlıklı olarak kadınlardan oluşan kamera arkası ekibi telaşsız ama hızlıca işlerini yapmaya çalışıyor. Yemek molasından önceki son sahnelere denk gelmişim. Onur Tan kalabalığa doğru bakmaya başlayınca "tanıdın, tanımadın" riskine girmeden el kaldırıp yanına doğru yürüyorum. Monitörün dibine plastik bir misafir iskemlesi koyuluyor. Oturuyorum. Haddizatında ilk sorularımdan biri, dizinin görüntü yönetmeni oluyor. Hemen de tanıştırılıyorum. Altan Dönmez, reklam sektörünün iyi tanıdığı isimlerden biri. Çok yoğun çalışıyorlar. Günlerden çarşamba ve ekip yarın oynayacak olan bölümü çekiyor. Bu yüzden kimseyi uzun uzun lafa tutmuyorum. Sadece izliyorum.

Onur Tan, benim ilgi alanıma dahil olduğunda henüz yönetmenlik yapmıyordu. Tevazu ile taşıdığı, "kurgu dehası" sıfatına sessiz sedasız "yapım koordinatörü" ekini yeni almış, dönemin en başarılı işi olan ve Atv'de yayımlanan, "Anadolu Ateşi Türkü Yarışması"nın bekaası için uğraşıyordu. Aklım Anadolu Ateşi'ne kaymışken, o kulağıma doğru eğilip, sabahtan beri karısı ve iki küçük çocuğu ile ekibin görüş alanında dolaşan genç bir babayı gösteriyor. "Küçük oğlanın gözleri rahatsızmış. Sabahtan beri sıra bekliyorlar. İşlerini de halledemediler bir türlü.." İkimizin de yüzü ekşi, birbirimize bakıyoruz. Sonra prodüksiyon amirini yanına çağırıp, usulca "Yemek ısmarla, çay ısmarla, çocuklara çikolata al.. Ne bileyim işte, insanları huzursuz etmeden yap birşeyler" diyor. Birer sigara yakıp, susuyoruz. Cengiz ve Ayşe'nin olduğu sahne birkaç tekrardan sonra bitiyor. Ekip yemek molası veriyor, biz de sohbet... Rüzgar Aksoy'la kısa künye bir sohbetin ardından setten uzaklaşıp, meydanın gürültüsüne uyup, turistik lokantalardan birine oturuyoruz.

Karakol, blog takipçilerinin de yakından tanıdığı, Alican Yaraş'ın projesi. Röportaj yapmıyorum, setin misafiriyim, bu sebeple kimseleri sorgulayıp, kenara sıkıştırmayacağım. Sadece gözlemek ve dinlemek istiyorum. Hani -tanımlayanın kulakları çınlasın!- sevmediklerimden bahsederken hortlayan o korkunç yaratıcılığımın izlerini görmeyeceksiniz bu yazıda... Garson, tek porsiyon Tas Kebabı kaldığını beyan edince, tabağı önüme doğru sürüp, kendine başka bir yemek ısmarlıyor. Bir "yönetmen" için fazla duyarlı ve nazik mi diye düşünmeye başlıyorum. Az önce monitör başında çay ikram ederken de, söz konusu kapı önü sahnesi çekilirken yaşanan küçük teknik aksama esnasında da hiç sesini yükseltmediğini hatırlıyorum. İş başında birkaç yönetmen görmüşlüğüm var. Onur Tan, çalışan ekip "hoca"ya değil işe/ sete hizmet etsinler tarzına iman edenlerden olmalı. Dur bakalım.. Birkaç saat sonra Ertan Saban'ın da olduğu bir sahne çekeceklermiş. Soruyorum, uzun uzun hava kararınca çekeceği sahneyi anlatıyor. Bildiğin kabus! Laf lafı açıyor, havadan sudan, baba olmaktan, sektörden, insan olmaktan, siyasetten konuşuyoruz; kah gam yükleniyoruz, kah gülüp geçiyoruz. Hayallerimizden mukim bir gelecek planı paylaşıyoruz ve su akıp giderken, taş gibi dibe çöküp yosun tutmamak gerektiği konusunda uzlaşıyoruz.

Hava kararmak üzere. Set hazırlanıyor, haberi geliyor. Lokantadan kalkıp yeni çekim mekanına doğru yürüyoruz. Meydan gece yapılacak defile için hazırlanıyor. Tarihi kulenin üzerinde cıvık yeşil, arsız mavi tonlarında bir takım harfler dolaşıyor, çelik halatlar sarkıyor. Meğer kulenin tepesinden sarkan halatlardan, Osman'ın babası aşağı süzülecekmiş ama henüz ikimiz de bunu bilmiyoruz. Ertesi gün gazetelerden öğreniyorum. 3- 5 dakikalık yürüyüşten sonra Galata'nın dar sokaklarındaki yüksek binalardan birinin çatısına çıkıyoruz. Merdivenler dik. Merdivenler yorucu. Gıcırtılı bir kapıdan, iki büklüm geçerek çatıya çıkıyoruz, tık nefes. Sahneye dahil olacak diğer oyuncuların aileleri, misafirleri ve çekim yaptığımız apartmanın yerleşikleri leb-i derya çatının bir kenarında mırıltılarıyla birlikte bekleşiyorlar. Torpilliyim, monitörün sağ yanına kendiliğinden bırakılıveren misafir taburesine oturuyorum. Onur Tan, ekibe ne istediğini anlatıyor. Işık kuruluyor. Tek tek, sakince sahnenin üzerinden geçiyorlar. Bütün ekip ezbere duruyor. Sanırım herşey hazır. Genç bir kız telsizle konuşuyor. Ertan Saban'ı bekliyoruz. Bİrkaç dakika sonra çatının demir kapısının yanında Ertan Saban beliriyor. Simsiyah giyinmiş. Usulca geçiyor kalabalığın arasından.. Utangaç. Sakin. Yanılmıyorsam yorgun. Tanışıyoruz. "Büyük hayranınızım.." diyorum. Büyük hayranınız mıyım? Ağzımdan çıkan cümlenin bu kadar bozuk ve yabancı olmasından esef duyuyorum. Acaba Saban'ın "altı lisan" bilirliğinin gazına mı gelip kurdum bu kadar bozuk bir cümleyi? Neyse...

Ertan Saban'ın digital alemle bağları zayıfmış, şaşırmıyorum. Ekşi Sözlük ve Twitter'la ilgili hiçbir fikri yok. Zor ve sabahın ilk ışıklarına dek sürecek bir sahneye hazırlanıyor. Hayran sohbetini kısa kesip, geri çekilip, izlemeye karar veriyorum. Siyah atletine delikler açıyor genç bir kız, Onur Tan ince ince sahneyi anlatıyor. "Motor" denildiğinde yüreğimi ağzıma getiren, korkudan başımı ağrıtan ve bütün ekibin kül rengine dönerek çığlık atmasını sağlayan hesapsız bir hareketle sahneyi başlatıyor. Bölümle ilgili ip ucu vermemeye çalışarak bizi neden korkuttuğunu da anlatayım. İlgili sahne gereği Reşat komiserimizin çatıya koşarak gelmesi gerekiyormuş. Kan ter içinde.. Yönetmenin görmek istediği ve mekanın izin verdiği açıdan koşarak gelip kadraja girmesi için yeterli mesafe yok. İşte bu yüzden, yani "mış gibi" yapmamak için "motor" dediğinde çekirge çevikliğinde zıplayarak, kaşla göz arasında, bilmem kaç yıllık binanın, taş çatlasa 30- 40 santim enindeki tenekeden yapılmış pervazına atıveriyor kendini. Önceden denemeden, tartar mı diye bakmadan, hiçbir güvenlik önlemi almadan.. Oğlum olsa "kestik" sesini takiben yerimden kalkar, bi temiz döverdim, o kadar diyeyim.

Ertan Saban işine aşık olanlardan, bildiğin deli. Fütursuz yani. Lakin, dikkat çekecek kadar parlak ve "ham" yeteneğinin kaynağı da bu derece deli ve inadına fütursuz olması değil mi? Yolu bereketli olsun.. Çatıdaki sahneler bittiğinde ekipten ayrılmak için izin istiyorum. Gece boyunca neler çekeceklerini biliyorum, onlarla kalmak da istiyorum ama, sabah erken saate sabitlenmiş, erteleyemeyeceğim bir toplantım var. Ekip, gecenin en derin yerine yürürken setten ayrılıyorum. Sokaklarda koşuşturan prodüksiyon ekibinin yanından geçerek, Tünel'e çıkıyorum. Reşat'ın terli ve kaygılı sesi kulaklarımda çınlıyor: Nilgün!!






... Fotoğraf: Onur Tan