Pazar, Ekim 27, 2013

Kayıp: Büyüyünce geçecek sanmıştım..




Başlamadan söyleyeyim, jenerik izlemekle ilgili büyük bir sıkıntım olduğu aşikâr. Her fırsatta söylüyorum. En sevdiğim jeneriği bile birkaç bölüm sonra izlemekten sıkılıyorum. Bu nedenle son zamanlarda en favori dizim The Blacklist oldu. Jeneriği kısacık. Yok gibi. Tam benlik.. Bu durumdan yola çıkarak Kayıp'ın hakkını yememek için jenerik izleyememe takıntımı kenara koymak istiyorum. Çünkü Kayıp'ın jeneriği gerçekten çok güzel. Mutlaka ve illa yakında onu izlemekten de sıkılacağım ama tasarımcısı Cihat Parlak'ın aklına, gözüne, ellerine sağlık olsun demeden bu yazıya başlamak istemedim.

Dün akşam yayınlanan bölüm, hastahane odasında çok şahane bir mikro plan ile başladı. Damlayan serumdan açılan sahnede bilinmeyen bir el, Nuri'nin fişini çekti ve hikâye 41 saat geriye, Falko ve Mehmet'in çatıştığı ana savruldu. Çatışma esnasında Kerem Paşamız da, olayların başından beri ilk defa metanetini kaybetti ve korku dolu tepkiler verdi. Haklı. El kadar çocuk. Atlattığı badireler kolay yenilir yutulur ve unutulur olmayacak. Keşke bu hikâye planlandığı gibi 39'u tamamladıktan sonra bize bir de Kerem'in gelecekteki hikayesini anlatsalar. Aslında bu anlamda bakılınca dizide arz-ı endam eden karakterler arasında hayatını çok merak ettiklerim var. Mesela Falko'nun faydasız kardeşi Fahri ve Bilal'in çilekeş karısı Elmas'ın odaklandığımız hikaye dışında kalan, onları bu kaosun ortasına atan yolculuklarını çok merak ediyorum. Neyse uzatmayayım, gayet güzel tasarlanmış itişip, çatışma sahnelerinden sonra Falko, Kerem Paşa'yı derdest edip kamyonete atıverdi. Kerem'i bu kadar çabuk ve sahte paralarla kurtaracağını zanneden sersem Murat da, avcunu yaladı. Keşke serseri kurşunlardan biri de ona isabet etseydi de hastane odasında, narkoz altında nasıl da dağılıp, paramparça olduğunu izleyebilseydik. Kısmet değilmiş ama Murat'ın çöküşü muhteşem olacak, bekleyin derim.




AKLIMDA CEVAPSIZ SORULAR
Beni bu hikayede temel olarak en rahatsız eden durum, Kemal'in babasıyla ilişkisi olacak, belli oldu. Baba- Oğul ve Baba- Kız ilişkilerine ezel ebed zaafım olmasından öte, senaristimiz Kemal'in babası Feridun'la (Yüksel Arıcı) ilişkisini biraz hafife alıyormuş gibi hissediyorum. Kemal'in babası ile ilk karşılaşmasında yaşadığı ve bize alenen hissettirdiği kibirli tiksintinin, cinayet işledikten sonra yardım almaya çalıştığı anlarda aniden kaybolması, hızla değişmesi bende bu ilişki düzeneğinin üzerinde özenle durulmadan yazılmış olduğu hissi uyandırıyor. Kemal'deki bu çaresiz değişimin altı daha iyi çizilmeli, teknede "Baba sağ ol.." noktasına getiren yolculuk daha net izlenir bir hikaye olmalıydı. Neyse, bu da benim huysuzluğum hanesine yazılsın. Kemal, babasının manevi desteği ile Bilal'in cesedini Marmara'nın soğuk sularına boca ettikten sonra aklında tonla cevapsız soruyla cebelleşti. Bilal'in orada ne işi vardı? Neden Bilal'i öldürmesini istemişlerdi? Bilal'in karısına, oğluna ne cevap verecekti? Bilal'in bu işle ilgisi mi vardı? Sordu, durdu. Bu sorular Kemal'in kalan 33 bölüm boyunca çekeceği kabir azabının sinyallerini verdi.

Kemal eve döndüğünde, işi gücü bıraktık, evlat acısıyla adeta Uruk Hai'a dönüşen, içinden kontrolsüz bir canavar çıkan, yetmezmiş gibi Dolunay Soysert'in o -ya da her kimin ise- ısrarlı over doz yorumuyla korkunç boyutlara erişen ve duygu takipsizliği deryasında debelenen Leyla'ya odaklandık. Leyla ve istemsiz devinen elleri, çektiği acıya inanmayan gözleri ne yazık ki beni ölümüne gerdi. Kerem evden alınalı 6 gün oldu. Yalvarırım biraz durul. O titrek çeneler, nazal ses, nefes alışverişlerin yarattığı hırıltılı kaos, karakteri nazarımda 'izlenemezler' sınıfına çoktan yerleştirdi. Leyla'nın nispeten daha başarılı olduğu tek an ise hastahanede ağabeyi ile konuştuğu ve ona sarıldığı sahneydi. O kadar. Bu bölüm vesilesiyle de Leyla konusunu eleştirmeyi kapatıyorum. Çünkü yoruldum. Dün gece bölümü izlerken Leyla'nın sahnelerinde ekrana bakamadım. Hoş, dün gece gözüm bir yandan da SBT'nin Twitter hesabındaydı ve gün değişikliğinin dizinin izlenme oranlarına etkisini tahmin etmeye çalışmaktan kafam kazan oldu. Özeti bile yazıp, yayınlayamadım.



BÖREKLER YAPARIM SANA
Bu arada bilmem farkında mısınız ama Özlem, Mehmet'le kan kardeş oldu. Umarım bu durum aşklarının gidişatını etkilemez. Şakası bir yana hikayenin ana aksını kenara koyarsak bu dizide en merakla beklediğim açılım, Mehmet- Özlem ilişkisi olmaya devam ediyor. Şimdi sevimli gülüşüyle kalbimizi fetheden, dalağı düşük ama aşırı sevimli, yetmezmiş gibi de seksi Özlem'in ruhunu sarmalayan travmaların kabuğu sıyrılıp yeniden kanatılmaya başladığında ne arızalar çıkacağını hep birlikte ve zevkle izleyeceğiz. Mehmet ve Özlem'in birbirlerini sağaltmasını ve hayatı temize çekmelerini görmek çok zevkli olacak. Hastahanede sabahlama sahneleri, müstakbel kaynana ile tanışma anı ve ardından börekli- mercimek köfteli aile sofrasına oturma sahneleri de bu çoktan seçmeli, sancılı ilişkinin ipuçlarını verdi. Bu ikili, 13'e kalmaz öpüşür sevişir; Kemal de kıskançlığı sebebiyle Mehmet'ten okkalı bir yumruk yer, ön dişlerini eline alır. Söylemişti dersiniz. Bu arada Aslı Enver, -oyunculuğunu büyütmesi açısından- sadece tecrübeyle yani zamanla kazanacağı incecik rötüşlara ihtiyacı olan çok genç bir yetenek ve izlerken çok zevk alıyorum.

Bölüme -bence- damgasını vuran da Mehmet'in kız kardeşi İnci'nin kurduğu bir cümle oldu. İdolünün ağabeyi Mehmet olduğunu anlatırken, "Büyüyünce geçecek sanmıştım.." dedi. Tıpkı Özlem gibi benim de lokmamı kursağıma dizdi.  Bu cümle sadece İnci'nin hayat yolunu zor eden "engeline" bakışı için değil, bütün karakterlerin hatta hikayenin tamamı için sarf edilebilecek güçlü bir önermedir. Büyüyünce geçecek sandığımız bütün arızaların, yoksunlukların aslında kalıcı olduğunu öğrendiğimiz o talihsiz anda yaşanan kırılmanın yarattığı incinme.. O kırılma ve incinme hali ile yaşanan iç savaşın sonucuna göre pozisyonumuz belirlenmiyor mu bu hayatta? Bizi kötücül yapan ya da iyi insan olup olamamanın yol ayrımına getiren tam da bu savaş anı değil mi? Çok etkileyici bir cümle ve sahneydi, hiç kanırtmadan, sulandırmadan geçip gittiler. Ama ben, uzun uzun bu sahneyi ve o anı düşündüm.. Kendi kırılma ve incinme anlarımı hatırladım ve kendi hikayemin püf noktasını bulmaya çalıştım. Faydalıydı. Yazanın eline sağlık..



HAYATINA DEVAM EDİYORSUN!
Falko, bu bölümde de tek derdinin Kemal'den intikam almak olduğuna inanmamız konusunda ısrarlı oldu ama, henüz onun hikayesinin temeline inemedik. Her yaz Hala evine göçmeler, duvarda asılı duran sapandır, tesbihtir filan tamam da, hâlâ Falko'nun derdi nedir, net olarak anlamış değiliz. Başından beri Falko'nun Özlem'e aşık olduğa ve aşk acısı yüzünden Kemal'den intikam olmaya odaklanıp bu oyunu kurduğuna pek inanmıyordum. Bu bölümde Falko, Özlem'i televizyonda gördüğünde hiç oralı olmadı. Hasan ve Fahri de Özlem'e tepki vermediler. O yüzden bu ihtimali neredeyse eledim sayılır. Falko'nun, Kemal ile bir derdi olduğu aşikar ama bunun sebebi klişe bir "aşk acısı" olamaz diyorum. Bir kadına aşık olup, -hangi sebeple olursa olsun- elde edemeyince de bunca kanlı ve acılı bir oyun kurmak çok klişe bir açılım olurdu. Ancak o 'kadın' Falko'nun kanından birisi ise ve hikayenin sonu ölümle sonuçlanmışsa bu intikam hırsı daha makul ve anlaşılır olabilir. O nedenle Falko kendi intikamını mı alıyor yoksa (Hikayenin başından beri bizi sağa sola iteleyerek hedef şaşırtmaya çalıştıkları gibi misal bu bölümde de reji, Falko ve Feridun bu kaçırma olayında ortaklarmış gibi bir hava yarattılar.) aslında zaaflı ya da borçlu olduğu bambaşka birilerinin intikamı için aracı mı oluyor, henüz anlamış değilim. Hikayedeki her karakter o kadar zan altında ki sanırım sonunda bütün olanların sorumlusu hiç ummadığımız biri çıkacak ve hepimiz apışıp kalacağız.

Rezzan Kiraz'a selam çakan Tarot Uzmanı Reyhan ile fal seansı (bence yazan arkadaş hayatında hiç tarot baktırmamış o da ayrı..), Özlem'in dekoltesine ve dudaklarına fokuslanarak iç geçiren Mehmet'in romantik halleri, Fahri ve Hasan'ın gömlek kardeşliği, geçen bölüm Kemal'in ayağını ezdiği evsizin şikayetçi olarak el bombasının fitilini ateşlemesi, kocasına "Hayatına devam ediyorsun!" diyerek çıkışan Leyla'nın evden çıkarken takmayı unutmadığı salkım zümrüt küpeleri, Özlem'in basına yaptığı fazladan bilgi verici açıklama, Nuri'nin kapısında bekleyen polislerin sıradan basiretsizliği, Mehmet'e yanık yardımcısı evde kalmış 'abla', Kemal'in Bilal'i öldürdüğü deponun babası Feridun'a ait olması derken bölüm yine kritik bir anda bitiverdi. Falko, basın açıklamasında Nuri'nin ölmediğini öğrenince harekete geçti ve Kemal'e ikinci bir 'görev' daha verdi. Ya Nuri ölecek ya da Kemal'in Bilal'i öldürdüğü kaset gerekli yerlere ulaşacaktı. Böylece tehlikeli tanık Nuri'nin fişi çekildi.

Çok uzun yazdım ama belirtmeden geçersem ayıp olacak, karakolda Kemal'in kaza nedeniyle ifadesini alan polis rolünü ifa eden oyuncuyu da çok beğendim. Bu vesileyle söylemeliyim ki Kayıp'ın cast direktörü Mine Güler de hikayeye çok hakim ve son derece özenli seçimler, keşifler yapıyor. Ellerine sağlık olsun. Sonuç olarak, bölümün başında gördüğümüz ve Nuri'nin fişini çeken bilinmez elin sahibi Bilal ve Elmas'ın tatlı oğulları Kadir mi, yoksa karısı kafede otururken ortadan kaybolan Kemal mi, sorusuna tedirgin olmadan cevap verecek olan beri gelsin. Odadan kaçan kimliği belirsiz arkadaş tuvalete girdi, Kadir tuvaletten çıktı ve polislerden tedirgin oldu ama Allah da biliyor, gönül rahatlığı ile "Evet, fişi kesinlikle Kadir çekti" diyemedim. 6. bölüm, Kadir ile Feridun arasında tesis edilmeye çalışılan soru işaretleriyle dolu 'sürpriz' bir ilişkiyi kucağımıza bırakarak, süper-poze'ye düştü ve bitti. Fişi kim çekti konusu da gelecek bölümün meşgalesi olacak sanırsam. Bugün çıkan reyting sonuçlarına bakınca da, Kayıp'ın ekranda 39 bölümü planladığı gibi tamamlayacağına, çok büyük bir aksilik çıkmazsa bizi yarı yolda bırakmayacağına dair inancım perçinlendi.


Böyle yani..


.










Cumartesi, Ekim 19, 2013

Kayıp: Çakı var pantolonumun cebinde..


Kanal D'nin sitesinde yayınlanan bölüm fotoğraflarında Mehmet'i böyle boylu boyunca yerde yatarken görünce içim sızladı. Mehmetcik hikaye başladığından beri darbe üzerine darbe yedi durdu. Fragman yeterince heyecanlandırmıştı. Fakat bölüm resmen fragmana tur bindirdi ve özetsiz yayına girdi. Bu da aslında rekabetin getirdiği iyi şeylerden biri. Neyse asıl konumuza dönelim. Bölüm başlar başlamaz Aslı, Mehmet ile flörtöz bir konuşma yaparak oltaya takıldığını belli etti sonra da geçen bölümdeki sahneyi hatırladı. Bu sahnede ağzı kulaklarına fiyong olan tek kişi olmadığıma eminim. Kemal, bölüm hashtag'ine de adını verdiği üzre #kereminuğruna katil oldu. Cana kıydı.. Üzülmedim. Demek ki Kemal'in de bu hayattan alacağı esas ders, can almaktan çok daha büyük ve acılı diye düşünüyorum. Biliyorsunuz, Kemal'e ilk andan itibaren ısınamadım. Hep bu hikayenin çıban başı, asıl kötüsü aslında Kemal'miş gibi hissediyorum. Babasıyla kurduğu hastalıklı ilişki de bu düşüncemin ispatı gibi geliyor. Zaman gösterecek..

Kemal, yaşadığı şoktan olsa gerek Bilal'in cesetini sürükleyerek arabasına taşıdı. Falko da asıl derdinin Kemal 'i üzmek olduğunu bu sahne yardımıyla iyice açık etti. Kemal kaçarken de arabasıyla zavallı bir evsizin bacağının üzerinden geçti. Plakaya fokuslanan kameradan anladık ki bu Evsiz, ilerde Kemal'in evini başına yıkabilir. Leyla, evladını merak eden acılı anne rolünü abartarak yaşamaktan vakit buldukça içini de açmaya başladı. Bu bölümde Özlem'e kocasının onu aldattığından şüphelendiğini anlattı. Hâlâ kendimi en iyi hissettiğim anlar Leyla'nın uyuduğu sahneler. Kemal'in sahnesine sabah ezanı eşliğinde Casper Via ürün yerleştirmesi de şahane olmuştu. Akıllı yerleştirmeleri seviyorum.

Gördüğü kabus Leyla'yı hortlatmaya yetti. Vallahi Dolunay Soysert kızmasın ama drama sanatında ilk acı çeken anne rolü Leyla değil. Binlerce kez, tonlarca yerli/ yabancı oyuncudan bu tür performanslar izledik. Soysert'in yorumu oldukça arkaik, over acting şahikası ve dolayısıyla inandırıcı olmaktan da fersah fersah uzak. İzlenir bir durum değil. Biraz aşağı alsa, olmuyorsa gerçekten haplanmış, uyutulmuş anneyi oynasa? Acı, her dilde aynı. Bir süre sonra insanın içi katılır. Donar kalır. Daha küçük oynayan bir annenin acısına inanmayacak mıyız? Ama bu can hıraş bağırışlar , tek düze tempo, vals yürüyüşlü konuşma ritmi gerçekten de tahammül edilesi değil. Hikayenin gidişatı için taammüden yapılıyorsa da bağlansın bir finale de kurtulalım. Bayılacağım!

Kemal'in, önceki bölümde polislere görünmemek için telaşla arka kapıdan çıkması ama çamur içinde arabasıyla (bagajda cesetle) gayet sakin bir halde ön kapıya yanaşması da ya hikayenin defosuydu ya da haftaya polis Kemal'i bu konuda sorgulasın diye yaptılar. İkinci olarak gözüme çarpan, aklımı kurcalayan konu da Mehmet, Hasan'ın kullandığı siyah aracı takip ediyordu. (Geri sarıp baktım. Aracın plakaları da tamam. ENE 87) Peki, ilk günden beri bize iz sürme ustası olarak ilan edilen karakterimiz Mehmet neden daha önce defalarca yaptığı gibi takip ettiği aracın (Üstelik ona ateş edilmişken) plakasından kimlik tespiti istemedi? Siyah aracı yok sayıp, Beyaz Sedan'ın peşine gitti? Haftaya isterim cevaplarımı yoksa hikayenin defo hanesine bunu da yazarım, nazar boncuğu niyetine..

Tövbekâr Hasan, elbette vicdanlı bir adam. Çocuk ölmesin diye Doktor Nuri'yi eve aldı, Nuri de çocuğu.. Zincir de böylece kırıldı. Allah için Doktor güzel karakter ve Beyti Engin de çok güzel yorumluyor. Aklına, kalbine sağlık olsun. Beyti Engin'i izlemek gerçekten büyük zevk. Kemal cesedi ortadan kaldırması umuduyla ve yaşlı gözlerle hemen babacığına koştu. Bir bölüm önce efelendiği, ötelediği babasına. Herif, can aldığının farkında bile değil. Sadece içine düştüğü durumdan kurtulmaya çalışıyor. Özlem, Mehmet'i kurtarmak için yola düştü. Mehmet'i ağaca bağlanmış halde buldu, dananın da kuyruğu o sahnede koptu. Çok rahatlatıcı ve özel bir sahneydi. Doğaldı. Planlanmamış gibi kurulmuş, sıcak bir sahneydi. Yazanın, akıl edenin, çekenin ve oynayanların ellerine sağlık.

O noktaya kadar nasıl gerilmişsem, "Çakı var pantalonumun cebinde" dediğinde gülmekten gözümden yaş geldi. Senaryo, Özlem- Mehmet- Kokoreç odaklı sahneyle hikayenin gerginliğinden uzaklaşmamızı, az da olsa nefes almamızı sağladıktan sonra yine ve tam gaz germeye devam etti. Kemal, Bilal'in cesedini tekneye atıp Marmara açıklarına saldı. (Sanki vurmayacak iki haftaya kalmaz Bostancı Sahili'nde karaya, az öteye gideydiniz.) Murat, sahte paralarla Kerem'i kurtarmaya talip oldu. Mehmet tam Kerem'i alıyordu ki Falko baskın yaptı. Özetle; benim için güzel bir bölümdü. Ekran seyircisi ne demiş yarın sabah öğreneceğiz. Hoş, SBT'de Fox'un Karagül'ü yayınlandığı sürece zirvede kaldı. Yarın TNS nasıl çıkacak dersiniz? Bu arada Kayıp izlerken aklıma durmaksızın tek bir film geliyor. The Game. Hayır olsun diyelim. Emeği geçen herkesin ellerine sağlık olsun..

Öyle işte..


.







Çarşamba, Ekim 09, 2013

A.Ş.K: Kerem'in Seçimi..


Balkanlar ve Uzak Asya'nın en fashionista mafyası Orhan, geçen bölüm Azra'nın kafasına silah dayayınca (Utanmıyor da bücür şey, hesabını Kerem ile göreceğine kadın üzerinden baskı kurmayı hangi memleketin mafyasından öğrendiyse?) Kerem, Şebnem'le evlenip, mirasa konma planına yanaştı. Öfkesini dindirdi ve plana uymayı kabul etti. Elbette kazın ayağı öyle olmayacak ve Kerem tez zamanda Şebnem'e gerçekten aşık olacak. Asıl çatışma da bu aşamada başlayacak. Azra'nın daha ilk bölümden itibaren ipuçlarını verdiği kıskançlıkları ve hırsı da, Kerem'i canından bezdirecek. 

Doktor'un, Şebnem'in sağlık durumunu annesinden gizlemesi biraz tepki topladı ama unutmayın ki Şebnem reşit olduğu için bu bilginin saklanmasını isterse doktoru da, hastahane de uymak durumunda kalır. Ancak bu kadar güçlü bir kadının eğer huylanırsa kızının sağlığıyla ilgili bilgilere ulaşması 5 dakika sürerdi, öyle de oldu. Neslihan, kızının hastalığının nüksettiğini ve tedavi olmak istemediğini öğrendi. Ağladı durdu. Laf aramızda Neslihan Hanım'a da ağlamak hiç yakışmıyor. Neslihan demişken, bu bölüm Neslihan hiç işe gitmedi. Asistan eve geldi. Can'ın da işe gidesi yok belli ki. O zaman boş yere bir "iş yeri" tesis etmenin, mekan açmanın, para harcamanın anlamı ne? Hiç. Neyse.. Azra ve Kerem, Orhan'ın elinden kurtuldukları geceyi birlikte geçirdiler. Umarım, Kerem gider ayak bir de Azra'yı hamile bırakmaz. Azra'nın da dertleri Kerem'in arkasını toplayınca bitmiyor. Evde de başı rahat değil. Arızalı bir kız kardeş, ayarı her an kaçabilecek gözü yükseklerde bir anne ile uğraşması gerekiyor. Hayata bu kadar asılmasının, hırslı olmasının sebebi de zaten baş belası haline gelme potansiyeli yüksek aile bireyleri ve onlar sebebiyle yaşadığı travmalar olmalı. Azracık, anası ve kız kardeşinin önüne bir çuval para atsa doymaz, akşamına kalmaz kapısına dikilirler.

Bu arada hikaye Azra'yı, Can'ın kucağına doğru iteliyor ama kızcağız Bücür Orhan'ı alsa daha mutlu olur. Söylemedi demeyin. Orhan, sinek'i göbekten vurdu bu bölümde kumar masasında.. Şık planlanmış bir sahne olması dışında ne işlevi vardı diye düşündüm. Sanırsam, Orhan'ın taammüden kötü olmadığının altını çizmeye çalışıyorlar. Orhan'ın da bu üçlü aşk hikâyesinin kenarına köşesine tutunmasını sağlamaya çalışıyorlar. Kalsın. Benim için mahsuru yok. Tugay Mercan izlemesi keyifli bir oyuncu, sezonlarca hikayede kalsa ses etmem. Ancak ufak sahneler halinde dizilen yan hikâyeler dolgu malzemesi olmaktan hızla çıkmalı, anlam kazanmaya başlamalı. Saçma sapan holding/ moda tabanlı iş konuşmaları ve sahneleri yazılacağına yan karakterlerin hayatlarına derinden bakmak daha keyifli olacak. Kerem'in yardım istediği polis arkadaşı da bana göre etkisiz eleman. İleride işe yarayacak diye bu kadar sayfa kaplaması beyhude. Zamanı gelince girer hikayeye işini yapar, çıkar. Keşke polis oğlana harcayacağınız eforu Can'a harcayıp, onun varlığını anlamlı hale getirseniz. Can'a kesik asistan bize yetmez..

Neslihan, Kerem'e gidip Şebnem'in hastalığını anlattı ve yardım istedi. Kızını tedavi olmaya ikna etmesi için adeta Kerem'e yalvardı. Para teklif etmesini bekledim. Etmedi. Ha, Neslihan neden Kerem ile kızının üye olduğu Spor Salonu'nda görüşme riskine girdi derseniz, zamanı geldiğinde Şebnem'in bu ziyareti öğrenmesi ve sorun çıkması için derim. Ayrıca Neslihan gibi hikayenin başından beri güçlü, tuttuğunu un ufak eden, kıvrak zekalı, yedi düvelin hakimi iş kadını olarak kurgulanan bir karakter nasıl oldu da Kerem'den ve tepkisizliğinden huylanmadı? Neslihan, kızının hastalığını anlattı. Kerem ise çok normal bir bilgi gibi zerre şaşkınlık/ üzüntü belirtisi göstermeden dinledi ve yardım etmeyi kabul etti. Normal şartlarda her insanın bu kadar tepkisizlik karşısında huylanması gerekmez mi? Ben olsan, Kerem'in vukuatlı nüfus kaydını bile çıkarttırmış, bağırsağında dönenleri bile kayıt altına aldırmıştım. Olanları, "ne yapsın? O da acılı bir anne neticede, denize düştü, yılana sarıldı." diyerek açıklamak yeterli olur mu dersiniz? Can, uyardığı halde Neslihan huylanmadı. Hikaye böyle de kurgulanabilir elbette ama o kadar uyanık ve güçlü bir kadının Can'ın uyarısına rağmen uslu kedi gibi "dur bakalım dün bir bugün iki" demesi ikna edici değil.

Bölümde acemice planlanan ve önemli bir yere bağlanmayan tesadüfün üzerinde durmayacağım. İstanbul gezmelerini fotoğraftan görmek de aniden buz kesen yağmurlu havanın aziziliği olsa gerek diyorum. Yoksa standart senaryo/ reji, doğası gereği o İstanbul gezmelerini klip yapar, arkaya da bir Sezen Aksu dayardı. Şimdi bakalım önümüzdeki bölümde Şebnem, Kerem'in evlenme teklifini kabul edecek mi? Açıkçası önümüzdeki bölümü heyecanla beklememi sağlayan Şebnem'in cevabı değil Neslihan ve Can'ın alacağı tavırdır. Açık söylemek gerekirse diziyi sadece Hazal Kaya'nın cesur seçimi, level atlattığı oyunculuğu, Bücür Orhan ile Müzeyyen'in akıbeti ve Ömür Atay'ın tatlı rejisi için izliyorum. Takdir edersiniz ki bu hikayenin beni cezbetmesi mümkün değil. Üstelik sahne sıralamasında karmaşa ve diyaloglardaki yavanlık, inandırıcılıktan uzak cümleler de baki..

Emeği geçen herkesin eline sağlık olsun..



Öyle yani..


.















Cumartesi, Ekim 05, 2013

Kayıp: Korkma Baba, Korkma..



4. bölüm karanlık ve gerilimli bir ortamda elinde silahla ağlayan Kemal ile Falko'nun konuşmasından açılarak 24 saat geriye sıçradı. (Bu geri git, ileri gel hallerinin devamlılığını umarım biri sıkı tutuyordur da, patlamazlar diye dua ediyorum..) Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, Murat Şarman rolünde Kürşat Alnıaçık'ı plastik malzeme olarak çok başarılı buluyorum. Tam role biçilmiş kaftan. Ortama ve hikayeye alıştıkça eski usül fazladan mimikli oyunculuğu da azalmaya başladı. Yakında bu karakter her açıdan tadından yenmez hale gelecek. Ve elbette bahsetmeden geçemeyeceğim ikinci durum da kasabın yatağından çıkmış gibi saçı başı perişan bir halde, ailenin acısından rol çalan Elmas. O da biraz kendine çeki düzen verse, biraz toparlansa çok iyi olacak. Yoksa fena halde zan altında kalacak. Acaba Elmas o kadar korunaklı bir sitede, kaymak tabakanın kapısına gelen iki tüysüz polise oğlancağızı elleriyle şıp diye teslim etmenin vicdan azabını mı çekiyor, o teslimatta bir bit yeniği mi var, anlamadım gitti. Size de fazladan bir perişan ve dövüngen gelmiyor mu?

Leyla o kadar tatlı uyuyordu ki bütün bölüm uyanmaması için dua ettim. Uyansa da artık ağlamasın. Hem kendini hem de bizi helak etti kaç bölümdür. Leyla'nın dövünmelerini, ağlayıp inlemelerini gerçekten izleyemiyorum. Hoş, geçen bir arkadaşım, "Anne olmadığın için anlamazsın o acıyı, az bile atıyor kadın kendini yerden yere" demedi de değil. Demek beni böylesi boğan oyunculuğun total üzerinde de garip bir etkisi var. ( Pardon Vildancım ama, totalsin kabul et) Neyse.. Senaryo ilerlerken, Hansel ve Gratel gibi arkasında ekmek kırıntıları da bırakmaya devam ediyor. Aslında hikayenin karakterleri çok katmanlı dizilmeye çalışılmış. Her biri çok yüzlü ve derinlikli kurgulanmaya çalışılmış. Oldukça da başarılı ilerliyorlar. Misal Falko, hikayeye dahil olduğu ilk günden beri taammüden kötü bir karakter olmadığını satır aralarında avaz avaz bağırıyor. Bu bölümde de Falko'nun özünde ne kadar yumuşak kalpli bir "kurban" olduğunun altı iyice çizilmiş. Öyleyse Falko intikamını neden bir çocuk üzerinden alıyor, neden çocukla can acıtıyor? Bölüm boyunca en çok da bu soruyu sorup durdum. Artık Çıyan Kemal, zamanında Falko'nun bacısına mı atladı da sonra karnında çocukla sokağa attı ve bu acılara sebep oldu, sanırım gerçeği öğrenmemiz oldukça uzun sürecek.

Biliyorsunuz, hikayeyi izlemeye başladığım ilk bölümden itibaren Mehmet ve Özlem arasında acilen arızalı bir aşk tesis edilmesi konusunda ısrarlıydım. Bu bölümde artık "ilişki" kurulacağına dair net ipuçlarını vermişler. Teşekkürler Türkiye! Mehmet de yakışıklı adam Allah için.. Kim bilir, onun da bu kadar sene sapsız üzüm tanesi gibi bir başına kalmasının altında ne tuhaf kalp kırıklıkları vardır. Hikayenin tek arızalı kalbi de Özlem değil elbette. Adamın ağzı yanmamış olsa tek başına serseri mayın gibi ne dolansın ortada? Bölüme damgasını vuran da Mehmet ile Özlem'in kaza ile ağız ağıza kalmasıydı ki o sahne bana kalsa 25 saniye daha sömürülesiydi. (Lüften ilerleyen bölümlerde Mehmet ya da Özlem o sahneyi bi hatırlasınlar, korkmayın valla gideri var.) Yeri gelmişken hemen belirteyim, Mete Horozoğlu çok sağlam bir oyuncu. Ölçümü de söyleyeyim; onca sezon ekranda hem de çok popüler ve çok izlenen bir işin başrol oyuncusu olarak kaldı. Şimdi Kayıp'ta izlerken aklıma tek bir an bile olsun 'Soner' gelmiyor.

Bu bölümde kafama takılan şey, Kurye'yi bulabilmek umuduyla Mehmet'in, "Site içi güvenlik kamerası var mı?" sorusu oldu. Mehmet zaten daha ilk gün o kameralı odaya oturup, polis arabasını teşhis etmemiş miydi? O halde Mehmet, ultra nitelikli ve iyi bir "iz sürücü" olarak site ve güvenlik sistemi hakkında bütün soruları sormuş ve cevapları çoktan alıp, ezber etmiş olmalıydı. "Ay kız aklına gelmemiştir çocuğun.." cevabı beni kesmez. Mehmet o esnada, "Site içi güvenlik kamerası vardı değil mi?" dese yine sahne kurtulurdu. Şahsen, doktorun sakat kalması uğruna mikro cerrahi gerektiren parmağı iptidai şartlarda dikmeye kalkışmasına bile bu kadar takılmadım. Bölümün en tatlı yerinde tam Mehmet ve Özlem kikirderken Leyla uyanmasın mı? Bir an bakışları su bardağına takılı kalınca, dedim tamam, felç indi, kurtulduk çok şükür! Fakat sonra bıraktığı yerden, hızla ve aynı telaşlı, abartılı antik oyununa devam etti. Leyla çıkınca hikayeden ölümüne kopuyorum.

Elbette Leyla acılı bir annedir ve dövünmeli, ağlamalıdır. Ancak Leyla'nın ağzından çıkan acıya gözleri inanmıyor. Neredeyse Leyla oğlunu kaçırtıp, kocasına ders vermek istediği için böyle oynuyor bile diyeceğim. (Oyuncunun karakter yorumunu anlamlı kılmak ve olayın adını koymamak için ne şekillere giriyorum farkındaysanız.) Ekşi Sözlük'te ısrarla "Ransom"dan alıntı olduğu söylenen basın toplantısı fikri aslında bana da keskin bir viraj gibi geldi. Polisi işe karıştırmamak için yeri göğü inleten Leyla, bu basın toplantısına nasıl ikna oldu görmek isterdim. Mehmet ayağa kalkıp, "Evreka!" dedi ve Leyla'yı ikna etti. Açıkçası inanmadım. Hatta Leyla'dan daha çok şüphe etmeye başladım. Zaten iyi yürekli bir kadın olsa Elmas çarşafları değiştirdi diye o kadar kabarıp, dövünmez ve özellikle de kabalaşmazdı. O sahnede Leyla neredeyse Elmas'a vurmak üzereydi. Bence Leyla'nın bunca dövünmesinin altında bir bit yeniği var. Söylemişti dersiniz.

Dizinin son 20 dakikası oldukça yüksek tempoda finale yürüdü. Çok da iyi bir sahneyle bitti. Falko, Şarman Ailesi'nden hem düzenledikleri basın toplantısının (umarım) rövanşını aldı, hem de başına bela olan Bilal'den kurtuldu. Kemal'e gerçekten çok acıdım. (Hoş, anasına söyleye söyleye nazar babasına değdi galiba bu bölüm Kaan Taşaner de biraz over acting limitlerine dayanmıştı ama bizde kredisi bol diye ses etmiyorum.) Tekne sahnesinde Kerem, "Korkma baba.." dediğinde de gözümden akan yaşı tutamadım. Finalde Bilal ölmezse o zaman B planına geçeceğim ve bütün bu olanların Kemal için organize edilmiş, sürpriz bir doğum günü hediyesi olduğunu iddia edeceğim. Ona göre.. Özetle, gayet güzel bir bölümdü. Emeği geçen herkesin ellerine sağlık.

Öyle yani..


.







Perşembe, Ekim 03, 2013

Eski ve Eksik Hikaye..




Eski Hikâye, Levent Cantek'in kaleme aldığı, Bahadır İnce'nin yönettiği TRT 1 dizisi. İlk bölümü dün gece yayınlandı. Başrollerini Buğra Gülsoy ve Funda Eryiğit'in paylaştığı dizide Murat Daltaban, Sermet Yeşil, Osman Alkış da rol alıyor. Nerede kötü, arızalı bir karakter varsa akla gelen ilk isim Murat Daltaban oluyor. Hep aynı biçimde, aynı adamı, değişik kostümler giyerek oynuyor ve seyirci bundan bıkmadı sanıyor. Ne hoş. Bazı oyuncular ekranda olmayı gerçekten küçümsüyorlar. Bu özensizliğin, umursamazlığın başka bir adı olamaz. Neyse.. Eski Hikaye, dünya var olduğundan beri çalışan bir klişenin üzerine binmiş. Kahraman bir travma yaşar, kimliğini saklar ve yıllar sonra olay yerine dönüp intikamını alır. En son bu klişeyi, farklı bir kurgu ile Ezel denemişti. İlk sezonunda başarılı da olmuştu. Eski Hikaye, sahibinin meyli sebebiyle bir çizgi roman hissi veren, animasyon fragmanla tanıtımını yapmıştı. Jeneriği de aynı çizgide gitti. Keyifliydi. Ellerinize sağlık. Bahadır İnce, 2009'da yayınlanan "Es Es" dizisinden de rejisini hatırlayacağınız bir yönetmen. Nazarımda bu hikayenin en büyük şansı da İnce olmuştu.

Hikâye, günümüzden 14 yıl geri giderek 60'lı yıllardan başladı. Yok, matematiğim o kadar da zayıf değil. Ancak sahneye klasik bir araba koyarsanız, oyuncuya cep telefonu kullandırmanız flashback ile 1999 yılına gittiğimizi anlamamıza yetmiyor, aksine kafamızı karıştırıyor. ( Kulakların çınlasın Samed!) Ah, eğer o arabayı kullanmanızın özel bir sebebi varsa, hikayeyi o araba kitliyor ya da çözüyorsa bunu da seyirciye özenle anlatmanız gerekiyor. Kahramanımızın babasının antik dönemden kalma oyunculuğu, bagaja saklanan çocuğun abartılı yorumu hikayenin maça mağlup çıkmasını sağladı. Tam kapanmayan bagaj kapağından çocuğun dışarıyı görmeye çalışması, sonra tek eliyle bagaj kapağını açması inandırıcı olmaktan uzaktı. İlerleyen sahnelerde çocuğun babasını vuran adamların cesedi olduğu yerde bırakıp arabalarını almaya gitmeleri sırf çocuk ölen babasını görsün diye yapılmış kötü bir numaraydı. Zayıf sahneler peş peşe domino taşları gibi dizilmişti. Biri çökünce, diğerlerinin de çökmesi kaçınılmaz oldu.

Demem o ki olan biten hiçbir şeye inanmadım. Hikaye günümüze döndüğünde, yavan bir 'sorgulama' vesilesiyle anti karakterin ne kadar zalim, ürkünç, acımasız olduğunu ilan etme sahnesiydi. O da planlandığı gibi olmadı. Sorgulama sahnesinde arkada gizli gizli tahta konteynerla uğraşan Tom Cruise taklidi bir oyuncuyu yani hikayenin esas kahramanını gördük. Bizi hiç ilgilendirmeyen, hiç de anlamadığımız şeyler yaparak sahnede vakit geçirdi. Yakalandı. Senarist, kahramanımızın çok şahane savunma sanatı eğitimi aldığını gösterdi. Hani, ufak tefek görüp de kahramanımızı karamürsel sepeti sanmayalım diye avuç içiyle dağları devirdi. O sahne de gerçek bir reji başarısıydı. Vallahi Bahadır İnce o kadar güzel çekmiş ki bir tek o sahneye inandım. Böyle havalı atraksiyonlar yaptıktan sonra da, akıllı kahramanımız kuzu gibi tahta konteynır içinde, muhafazalı fabrika binasından deve yüküyle para ve mühim mallar taşıyan kamyonetin içinde kuş gibi çıkıp gitti. Bu arada esas kahraman durumdan kurtulmak için dişe dokunur birşey de yapmadı. Senaristimiz, Cengiz'i süzme salak bir karakter olarak yazdığı için kahramanımız aracın içinde binadan çıkmayı becerdi. Biz de onca inandırıcılıktan uzak sahne ile hikayenin Bismillahtan kafasına sıkışını izledik. Bacağına da değil..

Sonrası bildiğin gibi.. Kahramanın aşık olacağı kız, kahramana aşık olacak kız, despot baba, bilge ve yaşlı akraba, anlatıcı Vicdan, şiveli esnaf, şakalı mahalle sakinleri ve benzeri formüller ile vakit doldurmaca.. Buğra Gülsoy Eski Hikaye'de hep bildiğimiz o eski haliyle arz-ı endam etme cesaretini bile göstermiş. Şahsen, ekranda ilk gördüğüm günlerde bana umut vaad eden bir oyuncuydu. Hakkında fikrimi Ekşi Sözlük'e de yazmıştım. Lakin o gün, bu gündür oyunculuğu bir arpa boyu bile ilerlemedi. Hep aynı vücut dili, aynı bakışlar, aynı tonlama, çenesini oynatışı bile aynı.. Yoruldum izlemekten. Özetle; bazı diyalogları, Asiye Sultan karakterini, sanat yönetimini ve bütün Reji ekibini özenle kenara koyarsak, elde var sıfır. Ben de Eski Hikaye hakkında goy goy yapmak, beyhude ve uzun övgüler dizmek isterdim ama, Bahadır İnce'nin özenli rejisi bile bunu sağlamaya yetmez. Eski Hikaye ekibine başarılar dilerim ama ben bu diziyi izlemem. Yolları açık, maceraları uzun olsun, umarım.


Öyle yani..



.

Salı, Ekim 01, 2013

Salı Sallanır..



Sabah, Çeyrek'i teslim aldıktan sonra nedense tekrar yatağa döndüm ve uykuya yenilip ilk seansta Cohen Biraderlerin filmi "Inside Llewyn Davis" i kaçırdım. Yetti mi? Hayır. 13:30 seansında Balkanlar ve bütün evrenin en saçma sapan filmi ilan ettiğim, az sonra anlatacağım filme denk geldim.

THE CANYONS
Bu film, Melbourne Underground Film Festivali'nde, "En İyi Senaryo" ödülünü kazanmış. Jüri de haklıdır. Ben de filmi izlemeye karar verirken, Bret Easton Ellis'in adına kandım. Aklıma, "American Psyco" vardı. Filmin neresinden tutsam elimde kaldı. Kötü oyunculuklar mı, saçma sapan devamlılık hataları mı, olmamış gerilim sahneleri mi? Neresini silkeleyeyim, bilemedim. Sanki, bir akşam evde otururken canları sıkılmış ve "Haydi film çekelim, hiç olmadı Lindsay'ın memelerine bakarız." demişler. Lindsay Lohan'ın vücudundaki morlukları kapattıkları "pat" bile yama gibi gözümü tırmalıyordu. Tabu yıkıyor desen, anlattıkları tabu değil. Hollywood eleştirisi desen, değil. Hiç olmayı dahi becerememiş bir "kalkışma" olmaktan öteye gitmez. Kendilerini "kara film" diye tanımlamışlar. Bir adım ileri gidip, "yüz karası" diyorum. Lindsay Lohan ve başrol erkeğin kötü oyunculuğu o kadar kötüydü ki canımı yaktı. Hele filmin bir finali var. Evlerden ırak.. İzlemeyin demiyorum. İzleyin, halinize şükredin.

16:00 seansında filmim yoktu. İstiklal Cafeleri'nde vakit geçirdim. Kibar kibar midye dolma yedim. Tam filme girecekken annem aradı. Ekmek ve sigara bitti, dedi. Bakkalı arayorum hemen getirsin, dedim. Olmaz yürüyemiyorum, dedi. Uzatmadım. Eve geldim. Elbette yürümek ne kelime, ceylan gibi sekiyor. Neyse..  Salı sallanır derler, doğru. Sallandı.


Öyle yani...



.

Film Ekimi'nde Pazartesi Sendromu




Film Ekimi'nde 3. gün.. Şu ana kadar etrafta gördüğüm tek popüler isim Nuri Bilge Ceylan oldu. 16:00 seansında Young& Beautiful için Atlas'a doğru koştururken akşam da 'A Touch of Sin' izlerken denk geldim. Ömür Gedik ortalarda yok.


WAKOLDA ★★
Günün ilk seansında Arjantin'in Oscar adayı Wakolda'yı izledim. Arjantinli yazar ve yönetmen Lucia Puenzo'nun kendi yazdığı romandan sinemaya uyarladığı 60'lı yıllarda geçen bir dönem filmi. Romanı bilmem ama filmi başarısız buldum. Filmin konusu zaten çok klişe ilerledi. Karakterler, kar niyetine bütün seti buladıkları o cıvık cıvık sabun köpüklerinin üzerinde yürüdükçe canım sıkıldı. Arjantin'e hiç kar yağmıyor zaar. Film o kadar bıçak sırtıbir yerde durmuş ki sanki tarihin en acımasız katiline hoşgörü ile bakmamıza ramak kalmıştı. Puenzo'ya bir cümle kurmayacak, özel bir bakış/ yorum eklemeyeceksen sadece olanı kurgulayacaksan o zaman belgesel mi yapsan diyorum.

WE ARE WHAT WE ARE  ★★
Gerilim ve Korku Sineması'nın bütün öğelerini özenle kurgusuna serpiştirmiş bu gotik film ile aile değerlerini tartışmayı fırsat bilen Amerikalılar hikâye bulma ve klişelere başka pencereden bakmak konusunda oldukça zor durumda olmalılar. Filmi izlerken Michael Parks'ı özlediğimi düşündüm, var gerisini sen hesap et. Sanırım yönetmen Jim Mickle, yerel festivallerin starı olmaya kararlı ve bütün kariyerini bu hedefe yöneltmekte ısrarlı..
Oyunculuklar ilginçti.. Final sahnesi etkileyiciydi ama filme toplam olarak bakarsak, konuyu ele alış biçimi en sıradan bir tv dizisinde göreceğimizden fazlası değildi.

A TOUCH OF SIN ★★★★
Günün ele avuca gelir en iyi filmi, Jia Zhang-Ke'nin çektiği bu 'var oluş- kentleşme- birey- şiddet- onur' konularını tartışan 'A Touch of Sin' oldu. Ancak söylemeliyim ki UzakDoğu kökenli yönetmenlerin yerli yersiz anti- kahramanlar yaratma ve şiddet meylinden de gına gelmedi değil.Yönetmen, Çin'in Twitter'ı olarak tanımlanan 'Weibo'da denk geldiği dört gerçek hikayeyi birbirine bağlamış. Senaryo, Cannes'da ödül almış. Galiba da en başarılı kısmı senaryosuydu. Bilmiyorum. Filmle ilgili tam olarak ne diyeceğimi bilemedim. Misal filmde kişisel olarak gereksiz bulduğum aşırı dozda tiksinti yaratan kimi şiddet sahnelerine gülen seyirci vardı. O aşamada yönetmenin bize bu algı farkını ispatlamaya çalıştığını da düşünmedim değil. Zhang- Ke, umulduğu ve hakkında yazıldığı gibi yeni nesilin parlak bir yönetmenlerinden biri olacak mı? Bekleyip, görmem lazım.


Öyle yani..

.