Pazartesi, Kasım 30, 2009

Yerli Arama Motoru


Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu'nun mümtaz Başkanı Tayfun Acarer, yerli arama motoru kurulmasına yönelik çalışmaları 2010 yılında tamamlamayı hedeflediklerini açıklamış. Medya günlerdir bu haberi yazıyor. Doğar doğmaz nüfusuna e-mail adresi eklenecek olan yeni nesili kenara koyarsak, Tayfun Acarer ‘Youtube’ ve ‘Google’ başta olmak üzere mevcut arama motorlarının yabancı kaynaklı olduğunu hatırlatarak, “Bu nedenle, internet yoluyla yapılan her türlü haberleşme yabancı ülkelere gidiyor, oradan geri geliyor. İşin bu açıdan bir güvenlik tarafı var.” diye buyunmuş. Sayın Acarer'in anladığı güvenliğin yolu sakın ola sansürden geçmesin? Baktınız yasaklar, site kapatmalar yeterli olmadı, cin gibi çocuklar gerekirse DNS değiştirip yine de giriyorlar yasakladığınız sitelere, o zaman çözümü kendi kontrolünüz altında "ne aranıp ne bulunacağına" müdahale edebileceğiniz bir arama motoru kurmakta buldunuz, öyle mi? Kulbunu da "güvensizlik" olarak buldunuz. Google, kökü dışarda bir oluşum ve güvenli değil. Vatandaşın yazdığı her elektronik posta Amerikalıların önüne gidiyor da o halde niye sizin önünüze gelmesin? Tebrik ederim. Şeytanın bile aklına gelmezdi.

Bu haberin alt yazısı ise "Gariban halkı yine korkutarak deveyi hamuduyla götürmenin hazırlıkları başladı." olmalıydı. BTK Başkanı ve akıl vericilerinin ağzını sulandıran Türkiye'den aldığı reklamlara karşılık Google'a kesilen 71 milyon liralık vergi cezası olabilir mi? Yerli bir arama motoru oluşturarak pastayı iç etmeyi ve kimin hangi sitelere ulaşıp, hangilerine ulaşamayacaklarını da kontrol etmeyi düşünmüş olabilirler mi? İmkansız mı? Bilmem. Bana o kadar da imkansız gelmedi ama düşüncesi bile korkutucu geldi.

Böyle yani..





.

Çarşamba, Kasım 25, 2009

Hatırlamalı: August Wilson


Tam adı, Frederick August Kittel'dır. Alman kökenli fırıncı bir baba ile afrika kökenli bir annenin sekiz çocuğunun dördüncüsü olarak 1945 yılında Pittsburgh, Pennsylvania'da doğdu. Yazarlık kariyeri boyunca annesinin soyadını kullandı. Fence (1987) ve The Piano Lesson (1990) adındaki dramalarla Pulitzer kazandı. Ölümünden sonra Broadway Theatre'a adı verildi.





•• google earth, 2008

Tak mobil modemi bitir işi!


Aylar önce Vodafone 3G lansmanına davet edilmiştim ve her davetli gibi bana da kapıdan çıkarken şirin bir kutunun içinde siyah mobil modem armağan etmişlerdi. Kutuyu da evin bir köşesine atıvermiştim. Teknolojinin insanı köleleştirdiğinden artık eminim. İki gün önce taksi ile 4. Levent'e giderken kucağımdaki laptopu açıp, mail yollardığıma kendi gözlerimle şahit olunca bu kölelik meselesine ikna oldum. Oysa sadece 2 gün önce çalan telefonuma, "ay valla evde değilim düzeltmeyi ancak gece yapabilirim" demiştim. Artık öyle bir özgürlüğüm de yok. Age verification işlemini beceremediğim için aylardır ikinci hayatımı yaşayamayan ben (Second life) kucağımda laptop, acil düzeltmeleri yapıp yolladım. Kucağımda laptopla yaşamadığım eksik kalmıştı, tamam oldu. Mutluyum. Bu arada sadık bir Turkcell kullanıcısı olarak telefon bağlatısı ne durumda bilmem ama Vodafone 3G mobil modem sahiden süratli ve sorunsuz çalışıyor. Ben de... Biyoljik saatim tersine döndü. Gündüz uyuyup, gece çalışıyorum. En son ne zaman avarelik etmek için sokağa çıktığımı hatırlamıyorum. Ah evet, hatırladım. Bu pazar. Kurban tatili öncesi beni sokağa çıkaran Yevgeni sayesinde insan içine çıktım. Çenem düştü. Bu pazar Kahve 6 denilen mekanda kahvaltı yapmaya gittiyseniz ve hiç susmadan şikayetçi olan bir kadın yüzünden tadınız kaçtıysa, üzgünüm.

Annem mi? Ah, istem dışı edindiği bipolar kişilik bozukluğu armağanı sayesinde dünyevi dertlere siktiri çekerek mutluluğun şifresini kırmayı beceren annem, huzur içinde benim yatak odamda uyuyor. Dün akşam üzerine doğru "Kendimi camdan aşağı atıcam" diye haber verdi, koşarak gittim. Trafik tıkalıydı. Evine varmam oldukça zaman aldı ama annem sapasağlamdı. Çantasını toplamış, giyinmiş, saçını taramış, beni bekliyordu. Geçen iki hafta boyunca, "Anne gel biraz bende kal" dediğimde, "Ay yok gelemem köpeğin düzeni bozuluyor yazık" diyerek yan çizen annem sahiden de kendini camdan aşağı atmayı düşünmüş. Sonra da atılacağı mesafenin ölmeye yeterli olmadığına ve denerse sakat kalacağına kani olarak, vazgeçmiş. Allah razı olsun! Haa, bir de sıkışan pimapen pencereyi açmayı becerememiş. Annemi bu haliyle kabul edecek güvenli bir "Huzur Evi" bulamıyorum. Torpil de çalışmıyor, elim kolum o kadar uzun değil. Paralı yerler ise çok paralı olmalarının yanı sıra, "Ee, şey bi de bizimkinde bipolar disordır karater bozukluğu teşhisi var" dediğimde, "Yok ebenin damı!" tadında bakıyorlar yüzüme ve donanımlarının bu tür hastalara uygun olmadığını söylüyorlar. Laf aramızda Darıca'da mukim huzurevine de hasta oldum, birara uzun uzun anlatacağım.

Özetle, her şeye rağmen iyiyim. Keyfim yerinde, sağlığım da.. Bir derdim varsa, o da Dayımgilin büyük oğlandan ses çıkmadı onun telaşesindeyim.

Böyle yani..





•• yevgenizamyatin, Burgazada 2008

Cumartesi, Kasım 14, 2009

Ömre Bedel Yumruklaşmalar



Ezel ebed anlatılan bir cehennem fıkrası vardır, bilmeyen var mı? Yoktur. Hani, cehennemi ziyarete giderler de bütün ülkelerin kazanı kaynamakta, kazanların içindeki insanlar can havliyle dışarı fırlamaya çalışmaktadır da bir tek benim mümtaz memleketimin kazanına huşu içinde bir sessizlik sinmiştir. Hah, o fıkra vesilesiyle geçtiğimiz günlerde basına yansıyan "Ömre Bedel" dizisinin setinden yükselen kavga seslerini yorumlamak geldi içimden. Daha doğrusu yükselen sesler içimi acıttı. Ömre Bedel, Gold Film'in 'Fox Tv' için ürettiği yeni sezonda başlayan projesinin adı. Murat Han, Begüm Birgören ve Mehmet Ali Nuroğlu'nun başrollerini paylaştığı diziyi Nihat Durak yönetiyor, Deniz Akçay ve arkadaşları yazıyor. (Fox'un resmi sitesindeki künyede sadece Deniz Akçay'ın adı var, diğer arkadaşlar jenerikte yazıyordur. Jenerik yakalayabilirsem onların da isimlerini eklerim.) Ömre Bedel, Fox'un izlenme oranlarına göre total'de oldukça yüksek skor yakaladı. Üçüncü bile oldu. Yani başarılı bir proje, emeği geçen herkesin ellerine sağlık.

Nihat Durak bu sezon ekrana veda eden 'Son Bahar'ı geçen sezon sonunda bırakmıştı. Geçen sezon boyunca 'Son Bahar' için yazdığım her eleştirinin istisnasız övgü alan tek teknik ismiydi. Diziye, daha doğrusu hikayelere katkısı tartışılmayacak, iyi bir yönetmendir. Aslen de hikayeci olduğu için elindeki oyuncuyu ve hikayeyi 'severse' cilalamayı başaran, hikayenin ve oyuncunun başarısını yönetim becerisiyle perçinleyebilen, parlatan nadir yönetmenlerdendir. Hiç tanımam, yolda görsem elimle gösteremem (çünkü ayıp) ama çok kıymet verdiğim ekran emekçilerindendir. Ancak Nihat Durak'ın işine titizlendiği için de zaman zaman çalışma şartlarını zorlaştırabildiği, huysuzlandığı da dillere destandır. Murat Han ise Abdullah Oğuz'un unutulmaz filmi 'Mutluluk'ta dikkatimizi çekmiş, o dakikadan sonra ve henüz perdede ya da ekranda ilginç bir tipleme, performans gösterme şansını yakalayamamış lakin nazarımda çalışarak yaşlanırsa iyi oyuncu olmaya aday genç bir adamdır. Tanımam. Amerikalardan kalkıp memleketimize geldi. İyi bir eğitim aldığı, kendini oyunculuk anlamında ehil olmaya adadı, çalışkanlığı da kulağımıza gelen fısıltılar arasındadır. Fısıltıya da gerek yok, Uyanık Bar'a konuk olmasından vefa sahibi, arkadaşlığa önem veren "iyi" bir adam olduğunu da anlamıştım.

Açık söylemek gerekirse gazetelere yansıyan 'Sette Yumruklaşma' haberine prensipte şaşırmadım ama, çok üzüldüm. İki gündür bu haber sebebiyle bir yazı yazmak istiyordum. Çünkü iyi giden bir projenin içinde huzursuzluk olması önünde sonunda maalesef o işin kaderini etkiler, biliyorum. Yazılanlara göre, Murat Han ve Nihat Durak bir süredir gerginmiş. Ömre Bedel'in ilk bölümünü izlemiştim sonra fırsat bulup bakamadım. Olaylar nasıl geliştiyse gelişti, sonunda basına kadar yansıyan bir tartışmanın fitili ateşlendi. Medyaya yansıyan bu tatsız olayların abartılmış olduğuna samimiyetle inanmak istiyorum. Aksi halde kıymet verdiğim iki adamın gönül hanemdeki yıldızlarının pırıltısı mahzunlaşacak. Film ya da sinema setinin patronu yönetmen ise nazarımda da görevi tebasını korumak, gözetmek ve onları kanadının altına almaktır. Oyuncunun da çapı kaç olursa olsun yönetmene sesi yükselmez, eli kalkmaz. Kalkmamalıdır. Yorucu bir tempoda her hafta 90 dakika iş yetiştirmek herkesin sinirlerini bozar. Ancak Murat Han'ın 2 ayrı projede yer alarak sinirlerinin 'Ömre Bedel' setinin çalışanlarına göre iki kat hırpalandığı da benim için makbul gerekçe değildir, bunu da kenara koyalım. Murat Han'ın aile terbiyesi almış pırıl pırıl genç bir adam olduğuna, bu sebeple de Nihat Durak üzerine çıkıp tepinse, yerden göğe kadar haksız bile olsa ses çıkarmayacağına, olası tahammül ve terbiye sınırlarını aşan bir sorunu olursa da yapımcı ile çözmeyi seçeceğine şiddetle inanmak istiyorum.

Yönetmen- Senarist, Senarist- Oyuncu ve çeşitli kombinasyonlarla vücud bulan benzer türde çekişmelerden hiçbir zaman hayırlı sonuçlar çıkmamıştır. Her zaman asıl kaybeden proje ve onun emekçileri olmuştur. Benzer çekişmelerde, özellikle de iş yapmaya başlamış, parlamış bir projenin görünen yüzü olmadığı ve kamu nazarında "oyuncu"dan her daim birkaç adım geride durduğu için önce yönetmenler harcanmaya çalışılır. Kimi yapımcılar da bu tongaya düşer. Ancak elinizde çok sağlam bir hikayeniz varsa yani sac'ayağının biri topal değilse, atarsınız yönetmeni kimi getirsen işi çeker. Kabul edelim ki Ömre Bedel'in bu derecede parlak, şeytanın bile aklına gelmeyecek çapta ilginç bir hikayesi yok. Yönetmenin sahiden de bu projenin başarısındaki payının büyük olduğunu kabul etmeyen taş olur. Eğer olur da ömre bedel yumruklaşmaların sonunda sahayı terkeden Nihat Durak olursa ve yerine aynı çapta bir başka yönetmen getirilmezse olacakları düşünmek bile istemiyorum. Gönül ister ki, araya hatırlı bir "Ağabey" girsin ve yönetmenle oyuncusunu uzlaştırsın, barıştırsın. Murat Han, bulunduğu nokta itibariyle "geçimsiz adam" damgasının kariyerine vereceği zararı görmezden gelmesin, ciddiye alsın. O set bugün 40 kişiden ibaret ise yarın o setin çalışanları en az 20 ayrı sete dağılıp çalışmaya başlayacak. Ve asla unutmasın bu piyasa 'huysuz oyuncu' damgasını yemişler mezarlığıdır, piyasanın jön eksiğine asla güvenmesin. Yönetmen de vakit bulursa kendiyle hesaplaşsın. Her ne olursa olsun, neticede gencecik bir adamı neden idare edemediğini sakin kafayla bir kere de hatırım için düşünsün. Gold Film de ikidir nazara geliyor, bi fakire sadaka versin.

Velhasılıkelam iş yürüsün, benim gibi dış kapının itleri de ürüsün, dursun.

Böyle yani...

Çarşamba, Kasım 11, 2009

İdareli ol..


Çok sigara içiyorum. Hiç içmeyenlere nasıl özeniyorum, bilemezsiniz. Çok sigara tüketmenin zararlarından biri fiziksel, diğeri keseye ise benim için üçüncü bir şık daha var: Kıtlık! Kolay bulunan, her markette, rafta satılan legal bir sigara markasını kullanmadığım için kıtlık kavramı önem arz ediyor tiryakilik serüvenimde. Kaçak sigara içiyorum. Yaklaşık 20 senedir aynı markayı tüketiyorum ve değişiklik yaparsam öksürüğüm aylarca durmuyor. Kalpsiz arkadaşlarım, " Korsana laf sokuyorsun ama bandrolsüz sigara içiyorsun!" diye hırpalamayı sevseler de umursamıyorum. Kutu Barclay içiyorum. 2 sene önce Kent bu markayı bünyesine kattı. Yine de legal olarak Türkiye pazarına vermedi. Yurt dışına gidip gelenlere sipariş ediyorum ama yine de günlük tüketim ihtiyacımı kaçak piyasasından karşılıyorum. Bazı günler elimde torbalar, içinde en az 10 karton sigarayla sokakta yürürken görebilirsiniz. İhbar olsa, ev basılsa kaç karton bulundurarak kaçakçı damgası yiyeceğim hakkında bilgi bile edinmedim değil. Zaman zaman kaçak yollar da tıkanıyor ve kıtlık mevsimi geliyor.

Geçmiş gün, bir vesileyle BAT yöneticileriyle toplantı yaparken sigara paketimi masanın üzerine koyduğumda " Aa ne hoş bizim markamızı içiyorsunuz" dediler ama "bu" çeşitin neden ithal edilmediği konusuna makul bir açıklama getiremediler. Nedenini bilemediler. Neyse. Dün zulama baktım, azalmış. Kaçakçım da, " Abla bu ara gümrük çok sıkı, idareli ol" diye uyarınca kemer sıkma tedbirleri uygulamaya başladım. Açtığım her paketin üzerine tarih ve saat yazmaya, yeni ve kırmızı Moleskin'ime de yaktığım her sigaranın saatini not almaya başladım. Bu sabah envanteri kontrol edince farkına vardım ki ben sigara içmiyorum, sahiden de sadece tüketiyorum. Yaktığım üç sigaranın ikisini kültablası içiyor. Sigarayı yakıp, kültablasına bırakıyorum, yeniden parmak arası yaptığımda ise payıma tek nefes düşüyor. Sık yakıyorum, az içiyorum. Yaktığım sigaraları kültablasının içtiğini fark'edince sigara içmek için mola vermeye başladım. Gün sonu raporunda bakalım payıma kaç sigara düşecek...

Sigaraya hiç başlamamış olmayı tercih ederdim. İçtiğim ilk sigarayı bugün bile gözlerim yaşararak hatırlıyorum. Orta 2'ye gidiyordum. Annem evden ayrılmıştı. Aylardır göremiyordum. Nihayet görüşecektik. Sezin Abla'lara gelecekti. Babamdan gizli görüşecektik. Çok meşguldüm, anneme randevu vermem bile 3- 4 haftayı bulmuştu. Kırgındım, kızgındım, çocuktum ve annem "bizi" başka bir adama aşık olduğu için terk'etmişti. Buluşma anına özene bözene hazırlandım. Çok sevdiğim bir eteğim vardı. Yan dikişini söküp, neredeyse kasığıma kadar yırtmaçlı hale getirdim. Üzerine ince askılı bir penye giydim. Belime kadar uzanan saçlarımı saldım, taradım. Çingene pembesi kocaman çiçekli bir klipsle tepeden tutturdum. Yaşar Bakkal'a gidip bir paket 216 Samsun aldım. Annemle buluşmaya hazır sayılırdım. Son bir eksik vardı. Apartman boşluğuna gizlenip elimdeki paketi açtım, bir sigara yaktım. Çok öksürdüm. Çok. Gözlerim öksürükten mi yaşardı? Bilmiyorum ama yeni içici olduğumu anlamasını istemiyordum. Bir sigara daha yaktım. Öksürmedim. Büyük buluşmaya hazırdım artık.

Merdivenleri çıkıp, kapıyı çaldım. Karşısına dikilen potansiyel "küçük orospu"yu gördüğü anda annemin gözlerine sinen pişmanlığı bugün bile hatırlıyorum. Başarmıştım. Beni terk'ettiği için onu pişman etmeyi başarmıştım. Acımasızlığın yaşı yok, çocuk diyerek geçmemek lazım. O güne geri dönmek, o ilk sigarayı hiç yakmamış olmak isterdim. Ama mümkün değil. Annemin karşısına dikilip, "Sensiz de süperiz, hayatını yaşa!" demek yerine, "Seni çok seviyorum anne.." demek isterdim. Diyemedim. Aslında o gün itibariyle başlayan, bilinç altımızın analı kızlı nöbetleşerek atak yaptığı zalim bir soğuk savaşı bugün de sürdürmeye devam ediyoruz. Annem o günden sonra kuzu postunu giyip, eve geri dönmeyi becerdi. O gün gözlerinden okuduğum "pişmanlık" yıllar içinde yerini keskin bir intikam hissine bıraktı. Annem o günün hiç bitmeyen rövanşını 6 ay sonra eve döndüğünde almaya başladı. Artık yediğim her dayağın alt metni aslında ve sadece o gün anneme hissettirdiğim pişmanlık hissiydi. Saçıma yapışıp, o günü kusuyordu, bahanesi başka başka dayaklarda bile. Dayağın uygun yerinde konu mutlaka sapıyor, " Niye ananenin sözünü dinlemedin?" diye başlayan dayak, "Ulan orospu olacaktın ben eve dönmesem! Götünün tepesinde yırtmaçla dolaşıyordun sokaklarda!" ana fikrine gelerek nihayet buluyordu. İntikam kokan o tek günümün getirisi, uzun zaman boyunca yediğim her dayağın güftesi bu sözlerdi. Annemin intikam hissiyle tetiklenen davranışları ise bende başka bir kapıyı açtı. O kapıdan içeri girip, ikimize de doğru yolu öğütleyecek ak sakallı bir dede bekledim. Gelmedi. Duruma el koymaya muktedir olan tek kişi babamdı, onun da bu zorlu savaştan ve karşılıklı aldığımız derin yaralardan haberi olmadı. Yuvarlanıp gittik.

Aramızda sır yok. Eğer itiraf etmem gerekirse, büyürken çoğu kez "Orospu" olmayı hedefledim. Ne tuhaftır ki erişkin kıvama gelmek üzere olan 10 genç kızdan 4'ünün doğrudan pavyona transfer olduğu, 2'sinin de köşe serserilerinin altında kaldığı mahallemde annemim kast'ettiği türden bir "orospu" olmanın yolunu bulamadım. Beceremedim. Neden anlatıyorum bunları? Olur da benzer noktalara gelirseniz, bizim beceremediğimizi siz becerin ve asla denginiz olmayana kılıç çekmeyin diye. Bazen durup yara almayı seçebilmek, hamle yapıp öldürdüğünüz o insanın düşman olmadığını anladığınız andan daha az can yakıcı oluyor, unutmayın diye...

Böyle yani..


•• yevgenizamyatin / taş 2008


.

Pazartesi, Kasım 09, 2009

Skype Test Call


Ne çok ranini var ortalıkta ki hiç biri ben değilim. New York ile irtibata geçebilmek için bu sabah 'skype' denilen programı kurmaya çalıştım. Yükledim. Fakat gel gör ki kullanıcı adı almakta bu kadar zorlanacağımı tahmin bile edemezdim. Müstear ismimden geçtim, gerçek adımı ve soyadımı bile alamadım. Sonunda uyduruk bir isim kullanmak zorunda kaldım. "ranini4587696744" ya da "rabia 2009" gibi uzak ara klon bir isim kullanmayı da gururuma yediremedim. Skype'da beni bulmaya çalışan arkadaşım, 'var burda bi ranini sen misin?' dediğinde de 'ben değilim, kim o yahu!' diye sinir bile yaptım. Ne kadar benimsemişim mahlasımı farkında olmadan. Vesileyle de duyurayım, skype kanalıyla bulacağınız "ranini"lerin ne yazık ki hiçbiri ben değilim. Neyse...

Teknoloji benim de boyumu aşmak üzere. Evvelce de sanal hayatın insanı yalnızlaştırdığınından dem vurmuştum. Sanal Market alışverişlerine de alıştım. Torba taşıma eziyetini ortadan kaldırıyor. İnternetten gazete okumaya, yemek sipariş etmeye, konuşmaya tam gaz alışıyorum galiba. Ip Tv ihalesi yapılmıştı geçtiğimiz aylarda, o da yaygınlaşmaya başlarsa artık anında izleme yapmaya gerek kalmayacak. Paralı kanallarda olduğu gibi bilmem hangi günün, filanca programına ulaşıp izlememiz mümkün olacak. Benim yaşıtlarımın teknoloji ile barışabilmeyi becermesi de kutlanası bir durumdur. Belki de sadece benim için kutlanası bir durum. Almancı kız çocukları yaz aylarında memlekete, mahalle sokaklarına döndüklerinde televizyonda oynayan bir çizgi filmi kayıt edip, istedikleri zaman kaset gibi takıp izlediklerini anlattıklarında dalga geçer, inanmazdık. Deli ya da yalancı bellemiştik onları.

Onu da geçtim. 1990 senesinde araç telefonları denilen alet yaygın kullanımdayken, görmüş, bilmiş, kullanmışken üstelik, bir Amerikan firmasının ihalesine girerek cep telefonu denilen o küçücük kablo bağlantısı olmaksızın serbest dolaşarak aynı telsiz telefonlarımız gibi konuşabileceğimiz aleti Türkiye'ye getirmeye çalıştığını anlatan bir iş adamı arkadaşımıza götümüzle güldüğümüzü hatırlıyorum. Gülmeyin, gerçek bir hikayedir bu. Hoş, biz 'Alo beni ara beni' projesini getirip önümüze koyana da gülmüştük, reklam vermek istiyordu, 'parası bolsa bize ne' diyerek reklamlarını yayınlamaya başlamıştık. Adam o 'Alo' diyerek açtığı yoldan, bünyesinde üniversite bile olan bir zincire bağladı kendini. Biz de 'ön görüsüz faniler' damgasını yedik, oturduk. Zekeriyaköy islah ve itlaf edilirken, 'hadi lan ordan ev mi alınır kurtlar yer oğlum sizi' diyen de, Asos'ta iskelenin karşısındaki araziyi bize 5 çamaşır makinesi parasına satmak için didinen Mehmet Amca'yı da ciddiye almayan benim, orası ayrı.

Oysa 'teleks' denilen aleti kullanırken, 'renk ayrımı' makinesini bilirken, gazetenin sayfalarının artık matriksle gitmesine gerek kalmadığını, bilgisayar sayesinde 'tık' diye İzmir Büro'ya gönderdiklerini gördüğümde hele de photoshop'un büyülü dünyasıyla tanıştığımda hiçbir teknolojik gelişmeye şaşırmamaya karar vermiştim. Zaman geçtikçe, yaşlanıp şaşırmaya devam ettikçe annemin Digitürk kumandasına elini süremeyişinin sebeplerini daha iyi anlıyorum. Işınlanma denilen nane gerçekleşip yaygınlaşmadan gözümü kapatmak istemiyorum. Fazla mı abarttım?

Böyle yani..







••
Fotoğraf söz konusu firmanın resmi web sitesinden alınmıştır.

.

Çarşamba, Kasım 04, 2009

Biz bize kaldık..


Haftalardır koşturuyorum. Vakitsizim. Keyfim gıcır sayılır. Sağlığım nasıl derseniz, misal midem henüz geleneksel ve mevsimsel atağına başlamadı. Zımba gibi değilsem de, iyiyim. Sokakları sel götürürken burnumu bile çıkarmadan çalışıyorum. Annem de fena sayılmaz. Hastaneden çıktığı günün ertesi, "Ay ben bunların hangisini, hangi zamanda içecektim ki?" tadında bir edayla beni aradığında, "Ay valla ben de bilmiyorum ki takma kafana karıstırırsan yatırırız seni Erenköy'e orada içirirler." dedim, ertesi gün itibariyle geri bastı. Günde üç kere arayıp, ' hapımı içtim' diyerek tekmil veriyor. Nereye koşturuyorsam, koltuğa uzanıp televizyon bile izleyemiyorum. Haddizatında televizyonla ilişkimi kestim sayılır. Hiçbir diziyi ve programı izleyemiyorum. Ali Murat'ın atını gördüm dün göz ucuyla. Mübarek ne heybetli bir hayvanmış, hayran kaldım. Atın adını bilen varsa, yorum kutusuna bırakıversin sevabına. Anlaşılacağı üzere dizilere fragman boyutunda takılabiliyorum. Ne başladı ne bitti, bilmez oldum. Hoş, yazmadıktan sonra izlemenin de tadı kaçıyormuş. Allah da biliyor ya, bu süre içinde bir tek yaradana sığınıp "Nefes"e bi giresim geldiydi. Dizinin ilk bölümü oynarken ellerim kamaştı ama, tuttum kendimi, yazmadım.

Eskiden de televizyon izlemezdim. Eskiye döndüm. Günlerce kapatmadığım, önünden kalkmadığım televizyonu yine izleyemiyorum. Ne garip! Bu kadar yoğun olarak ekran eleştirisi yapmak nereden mi aklıma gelmişti? Billahi boşluktan. Eskiden beri izlediğim dizilerle ilgili eleştirilerimi Ekşi Sözlük'e yazardım. Sonra bir sabah evsiz yurtsuz, işsiz güçsüz kalınca tutunacak bir meşgale aradım. Evimi kapatıp, anneme taşınmıştım. Misafir gibi eğreti durduğum evin içinde kendime yakın hissettiğim, aidiyet duygumu körükleyen tek şey bilgisayarımdı. Cam bir masanın önünde duran siyah deriden müdür koltuğuna oturup, bilgisayarıma bakıyordum. Sağ tarafımda durmaksızın kakafoni üreten televizyonla barışabilmek, kaldırıp dördüncü kattan aşağıya atmamak ve ruhumu kurtarabilmek için dinleyerek dizi eleştirisi yazmaya başladım. Her gün, prime time, off prime time demeden dinledim, izledim ve yazdım. Aklımı kaybetmediysem, bugün ayakta durabiliyorsam hepsini bloga ve blogun açtığı yola borçluyum. Blogun takip edilir hale gelmesi Ekşi Sözlük vasıtasıyla oldu, inkar edemem. Cihangir mekanlarında müstear ismime düzülen küfürler gibi, övgüleri de duydum. Mutlu oldum. Sadece kelimelerimle haşır neşir olduğu için yüzümü hiç bilmeyen insanların sevgisine mazhar oldum. Az şey mi kazandırmış bu blog bana?

Dışardan içeri bakarken de eleştiri yazmak zordu, içeri girdikçe daha da zorlaştı. Laf aramızda, vakit buldukça dizi eleştirisi yapan sanal ortamlara bakıyorum da emekli olup ekran eleştirisi yapmaktan vazgeçtiğim için sahici okurlar adına üzülüyorum. Tevazu gösteremeyeceğim, kimse kusura bakmasın. Ekran eleştirisi yapmak sağlam bir adalet duygusu istiyor, en azından benim için tek ve yeterli şart budur. İçeri girdikçe adil davranmanız dışında okurun sizin adil olduğunuza olan inancı daha büyük önem kazanıyor. Ekşi Sözlük ve blogdaki söyleşiler sebebiyle içeriden tanışlar çoğaldıkça, eleştiri yazmak da yük haline gelmeye başlamıştı. Her ne sebeple olursa olsun, bazı işleri eleştirip, bazılarını görmezden gelmek eşekliğin dik alası değildi de neydi? Vazgeçme kararını almadan birkaç gün önce Ahmet Mümtaz Taylan'la yaptığımız söyleşinin iki cümlesi kulaklarımda uğuldamaya başladı: "Eleştirinin varlık sebebi ürüne katkı sağlamaktır. Ancak eleştiren de, o ürünün parçası olmanın yarattığı ışıltının gözünü kamaştırmasına engel olmalı." Sonunda geldiğim noktadan az biraz daha ileri gidersem, ışıltının sahiden gözümü kamaştıracağını ve duvara toslayacağımı biliyordum. Hatta itiraf etmeliyim ki -negatif eleştiri puan toplayıp, alkış aldığı için olsa gerek- ne izlesem beğenmez hale gelmiştim. Durdum.

Velhasılıkelam eskisi kadar kalabalık değiliz. Azaldık. Biz bize kaldık. Önceleri ben de bloga düzenli olarak yazamayacağımdan korktum. Ne yazacağımı bulamamaktan korktum. Şimdi korkum geçti. Yazamadığımdan değil, vakitsizlikten mola alıyorum. Gün içinde birkaç kez kendimi "Ah şunu bloga yazmam lazım" derken yakalıyorum. Bakıyorum üzerinden üç gün geçmiş, vakit bulup yazamamışım. Yakında blog yazılarına da diğer işler gibi günün belli bir saatini yeniden ayıracağım ama önce elimdeki işi atmam lazım.

Böyle yani..



•• yevgenizamyatin / unkapanı, 2009

.