Perşembe, Nisan 30, 2009

Beni Kategorize Etme*


Kulakları çınlasın, "Olmaya devlet-i cihânda bir nefes sihhat gibi" lafını sarf'eden büyüğümüzün haddizatında ve çoğunlukla "ruh" sağlığından bahis eylediğinden şiddetle şüphe etmekteyim. Telaş etmeyin, maalesef edebi bir tartışmaya yanaşmaya niyetim de, halim de yok. Muhubbi'nin bu sözünün maksadını saptırmak içinde bulunduğum ahvâl sebebiyle işime geliyor diyelim. Allah her kuluna öncelikle ruh sağlığı nasip etsin. Yok. O da olur da, bana asıl lazım olan laf şu: Allah kimseye ruh sağlığı bozuk olan bir ahbap, akraba nasip etmesin. Çünkü ruh sağlığını zayî edene nispeten bayram ilan edilirken, giren çıkan size durumu yaşanıyor özellikle de yaş ilerledikçe, sabır tükendikçe. Neyse. Koy bunu kenara, benim derdim sahiden de başka. Anlatıyorum.

Hepimizin de bildiği gibi benzeri yaşamsal kriz durumlarında her insanımızın içinde doğuştan var olan "yardım" butonu aktif hale gelir ve -çok şükür- etrafınızda bir koruma halkası belirir. Ancak bu halkadan maraz doğar ve çoğunlukla kakafoni oluşur. Her kafadan bir ses çıkmaya başlar, tamamen iyi niyetle ve yardım amacıyla elbette. Fiiliyatta maraza çıkaran yardımsever olma halimiz çok zaman lafzi durumlarda da geri durmaz, ayar bozmaya devam eder. Şöyle yapsana, böyle yapsana, şunu denesene, bunu denesene, oraya koyalım buraya koyalım mahiyetli atonal çığırışlar eşliğinde kendinizi 'denedim- yaptım- koydum' savunma üçlüsünün koynunda bulursunuz. İkna olmazlar. Susmazlar. Alâka Cübbesi altında illegal bir terör estirir, sizi bezdirmeye devam ederler. Derdi bertaraf etmeye vakit ayırmak yerine cürmü meşhut savunması hazırlamakla uğraşırsınız.

Bir dostunuza yardım etmek, ona destek olmak istiyorsanız sadece şunu yapın: İhtiyacı olduğu anda yanında olacağınızdan, sorgulamadan, fazla konuşmadan, yargılamadan sadece orada olacağınızdan emin olmasını sağlayın. Dara düşmüş dostunuzun durumu öğrenmek için sorduğunuz soruları evvelce kaç kez cevapladığını, ilk anda aklınıza gelen yöntemleri kimbilir kaç zamandır eskittiğini en azından böyle de bir ihtimal olduğunu unutmayın ve ne anlatırsa o kadarını dinleyin. Çok zaman sadece "Var mı bir ihtiyaç?" diye sormanız ya da "buradayım" demeniz yeterli olacaktır. Bana oluyor. Yardım almaktan kaçınır olmanın, kuyruğu dik tutmaya çalışmanın pek çok sebebinden biri de -en azından bende zuhur edeni- budur. Bir dostunuz size hiçbir sıkıntısını anlatmıyorsa, emin olun bu ve benzeri meselelerden yıldığı içindir yoksa her insan yanında başını yaslayacağı bir omuz, ağladığında mendil uzatacak bir el ister.

Babam vefat ettikten yaklaşık on dakika sonra gecenin köründe hastane bahçesine doluşan kalabalığa, her kafadan bir ses ve öneri çıkmasına çok şaşırmıştım. Annem dahil hiçbir insan evladı yanıma gelip, elini omzuma koyup, "nasılsın?" diye sormadı, "burdayım" demedi ama her gelen ziyaretçi en az bir kez hastalığın seyrini, ölüm anının nasıl geldiğini, mevtanın hangi camiden kalkacağını, nereye gömüleceğini, helvayı kimin kavuracağını öğrenmeyi deli gibi istedi üstelik aldığı cevaplarla yetinmeyip bir de akıl verdi. Rahmetlinin seveni çoktu. beni değil onu sevdiklerini ispat edip, dağıldılar cenazeden sonra. Olsun. O günden kazandım sağ göğsümde taşıdığım, "soğuk nevale" etiketini belki de. Ameliyat olduğumda -ayaklarına sağlık- ziyaretçi kaynadı da yattığım oda, bana kıyamadığı için 2 saat boyunca hastane bahçesinde otururup, uyanmamı bekleyip öyle ziyaret eden bir arkadaşım annemin nazarında "tuhaf insan" etiketini giymekten kurtulamadı ama, ben onun sayesinde yakaladığım ana fikirden emin oldum. Kapıyı kilitledim, mührü bağladım. Anahtar mı? Yuttum, anasını satayım, var mı ötesi?

Dost bellediğiniz, yarenlik ettiğiniz insanların zor zamanlarında karşısına dikilip, "yahu niye haber vermedin?", demenin aslen ilgi alaka belirtisi değil, bir tür yasak savma, geçiştirme olduğu bilinsin isterim. Sorunun muhatabıyla hayalini kurduğunuz gibi yakın değil, fersah fersah uzak iki insan olduğunuzu da idrak edin, dilerim. Bu gerçekle yüzleşmekten kaçınıyorsanız da canınız sağ'olsun ama, hiç değilse karşınızdaki insanı etiketleyip, zamanını ipotekleyip safra vazifesi görmeyin. Ben kendimi bu tür safralardan kollamanın yolunu buldum, geç oldu ama öğrendim. Her tökezlemede biraz daha azalmanın kötü bir sonuç olmadığını tam aksine, zamana eksi bakiye vermek yerine fayda bile sağladığını gördüm, çoğalmıyorum. Karşıma geçip de, "Aa hiç haberimiz olmadı insan bir arar.." diyen olursa, "İnsan olan arar ben hayvanım, aramam" diye cevap verip geçiveriyorum, huzur içindeyim.

Ez cümle, insanları "ketum", " zor", " huysuz", "soğuk" diyerek çabucak sıfatlayıp yaftalamadan önce kartları doğru okumayı, içimize ayna tutmayı, gördüklerimizi de doğru yorumlamayı öğrenmeliyiz. Olmaya devlet-i cihanda bir nefes huzur gibi!

Böyle yani..



Bülent Ortaçgil



.

Çarşamba, Nisan 29, 2009

Peşpeşe dizili rakamlara bakarak ağlamak


Belki bir telefon numarasıdır pişmanlığın. Belki bilmem ne mezarlığında sahip olunan o iki metrenin ispatıdır imkansızlığın. Belki zamanın icadıdır sabırsızlığın. Daha masumdur ya da daha acımasız, fark'etmez. Peşpeşe dizili rakamlara bakar, ağlarsın. Sözden görünenden öte. Hiçbir insanın en sevdiğine bile gösteremediği şevkatle birikir gözyaşların avucunda ya da başıboş sivrisineğin molasıyla bozulan huzursuz yaz akşamı gibi diziliverir boğazına. Toprağını terketmeye zorlanan güvezi çiçekler gibi bencilleşir, eskimiş ayakkabılar gibi önemini yitiriverir gözyaşların. Ağzı var dili yok anıların göç etmeye niyetlenir, katlanırsın. Peşpeşe dizili rakamlara bakar, ağlarsın.

hiç unutmuyorum.

n'olur yalnızca dinlesem.

.

Evcil hayvan barındırma tutkusu


İkili ilişkilerden umudunu kesmemiş bir kadın için kırk yaşından sonra mutlak vazgeçilmesi gereken öncelikli bir tutku durumudur. Alışveriş tutkusundan bile daha tehlikelidir. Zaten helal süt emmiş, eli ayağı düzgün, aklı başında adam sayısı avuç içi kadarken, kalan az su katılmışların da bu kediden korkar, şu köpekten tırsar, aha tüy alerjisi varmış, valla karısına üzerinden çıkan sarı saçları bile daha kolay açıklayabilirmiş gibi kategorizasyonlarla ihtimal hesabında telef edilmesini göze almak istemeyenler, 35 yaşından itibaren evde besledikleri hayvan ve nebatı (polen alerjisi, enginar korkusu vs.,) barınaklara ya da bilumum derneklere bağışlamalıdırlar.

Şaka yapmıyorum. Diyelim birini buldunuz. Kediden korkmaz, köpekten tırsmaz, sağlam raporu var kapı gibi. Evcil hayvanınıza bayılıyor. Siz üşeniyorsunuz, tutup tasmasından o gezdiriyor. Keyfiniz yerinde. İleri de gideyim, ilk dönemece kadar seviyor ve seviliyorsunuz sanıyorsunuz. Mutlusunuz. Oh! Sorun bitti mi sanıyorsunuz? Bitmez. Bu sefer de kediniz köpeğiniz onu kıskanır. Kapalı kapılar önünde sabaha kadar böğürür, gelir koltukta aranıza oturur, adamın ayakkabılarını kemirir, pantolonuna işer. Sabah körü muhabbet kuşunuzun çenesi düşer. En romantik anınızda açık pencereden dama kaçar. Üç gün tatile gidersiniz geri döndüğünüzde begonyalar boynunu büker. Karınca beslesen, ishal yapar. Velhasılı kelam tutkunun ve barındırma merakının her türlüsü belli bir yaştan sonra kadın bünyesine zararlıdır.

.

Salı, Nisan 28, 2009

Bugün 23 Nisan mı?


Cerrah ve Güler ikilisi dün gerçekleşen vasat terörist avı sebebiyle bu sabah bir basın toplantısı yapıp çeşitli açıklamalarda bulunmuşlar. Basın toplantısının içeriğini teşkil eden bazı satırları okuyunca bugün 23 Nisan'dır da, geçici olarak koltuklara yerleşmiş çocuklar yapıyor bu açıklamaları zannettim. Bakınız, eli gitmemiş kalbi dayanmamış da ilgili açıklamalara ulaşamamış olanlara hizmette sınır koymuyor ve gerekli linkleri hemencecik şuracığa kopyalıyoruz.

Buyrun Buradan okuyun!

Pazartesi, Nisan 27, 2009

Uluslararası Medya Şeysi


Güne, "canlı yayında vasat terörist avı" haberiyle başlamayanlar el kaldırsın. Operasyon reyting listesinde hangi sıraya yerleşecek bilmem ama Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın bir açıklamasının da yardımıyla bugün olanlar kişisel utanç tarihçeme kalın harflerle kazındı bile. Yaralıları ziyaret eden Erdoğan, basın açıklaması yapmış. "Medyaya uluslararası etik kuralları hatırlatmak isterim."demiş. Medyanın parmağı yaralansa işemem ama, basiretsizliği de doğru rafa çakmanızı beklerdim Sayın Başbakanım. Alındım doğrusu. Arz ederim.

Şimdi, bu memleketin pek mümtaz (kulakların çınlasın!) üst düzey emniyet mensubları da benim gibi evde oturup, "acaba yarın napsak?" diye düşünerek başını kaşımıyordur diye umuyorum. Açıklamalara göre aylardır takip altına alınmış olan örgüte nihayet planlı bir sürpriz yapmak için düğmeye basılmış ve aynı anda "60" adrese birden baskın yapılmış. Süpermiş. Şimdi bunca zaman planladığın, sabah 04.30'da şehrin en yoğun mıntıkasında başlattığın harekattan önce "baskın basanındır" mantığından hallice bir plan program görmek istiyor vatandaş olarak benim naçiz belleğim ya da bizler fazlaca televizyon filmi izlemeyip etkisi altında kaldığımız içindir bu organize hasretlerimiz. Operasyon esnasında kadraja giren polislere bakıyorum her biri açık hedef halinde, dolaşıyorlar ortalıkta. Hayır, bunlar ortada geziniyor asıl operasyonu yapanlar içerde mi? Elini kolunu sallaya sallaya balkondan yan daireye giriyor adamlar, aklım almadı izledikçe. Halk, öbek öbek birikmiş merakla olanları izliyor. Basın zaten organize olamamış, Niyetçi Beşir Amca'nın topal güvercini gibi ekmek parasının peşine düşmüş, amirinden fırça yemesin diye tek kare kaçırmamak için canından geçmiş ortalık yere saçılmış. Tam seyirlik. Açıklamalara göre hücre evinde tek başına yakalanan terörist zanlısı, biri sade vatandaş olmak üzere iki kişinin ölümüne yine biri kameraman olmak üzere 6 polis memurunun da yaralanmasına sebep oldu. Pes! Tek başına, muhtemelen uykulu yakalan ama, keklik avlar gibi al aşağıya bu kadar eğitimli adamı. Aklım almadı. Madem aylardır ne yapacağını bilir bir kararlılıkla ince eledin sık dokudun, baskına hazırlandın, o zaman bir tane memurun yatsın Rtük'ün kapısında, alsın yasak kararını, sabah dayasın basın mensuplarının burnuna engel olsun "canlı yanında baskın" rezaleti vesilesiyle yaşananlara. Bitti mi? Bitmez. Yolu kapat, çek şeritlerini bölgeyi karantina altına al, halkı uzaklaştır. Abicim hiç değilse yan daireyi boşalt, hiç mi Jack Bauer izlemediniz? Acilen tavsiye ederim. İstirham ediyorum, tüm emniyet birimlerine "24"ün tüm bölümlerini izleme şartı getirilsin.

Aksi halde benden ne farkınız kalıyor? Bugün beni de evden alıp, asayişin başına yönetici diye koysan benzer hataları yapar, ben de ancak bu kadarını beceririm. Yumurta mı kaynatıyoruz da deneme yanılma yöntemiyle öğreniyoruz bazı kuralları? Kimbilir kim, hangi mülki amir ya da bürokrat sabah uykusundan uyanıp televizyon izlerken ayıldı da meseleye, yapışıp telefonlara yayın yasağı çıkarttı. Bu 'tedbirsizlik' sabah sabah aklıma neler getirdi bir bilseniz. Operasyon bitti, ekrana bant girdi. Ben, Ntv marifetiyle izliyordum canlı baskını. Silah sesleri kesildi. Ortama bir sukünet hakim oldu. Yaklaşık olarak 10 dakika kadar sonra da ekrana yayın yasağı ibaresi girdi. Tam Bostancı'yı, Teksas'a çevirenler kaç kişiymiş, aslı astarı neymiş, ne girmiş ne çıkmış öğreneceğiz yayın kesiliverdi. Hoppala! Ne güzel izliyorduk. Sonra da Başbakan ekrana çıkıp olan biten üzerine tek makul laf etmez, "Ben emniyet amirime güveniyorum" demekle yetinir ve ardından da eleştiri oklarını gerip, medyaya "uluslararası etik kuralları" hatırlatırsa, vatandaş olarak ben de güvenliğimizden sorumlu olanlara hangi kuralları hatırlatmalıyım? Bilen varsa beri gelsin.

Operasyonda ölenlerin acılı ailelerine başsağlığı, yaralananlara da acil şifa dilerim.

Böyle işte..

Cuma, Nisan 24, 2009

Josephine dinlenme koltuğu..




Okuyacağınız sohbetin tamamı Sms marifetiyle ve mesai dahilinde gerçekleşmiştir.

R: su doktorun adini ve telefonunu tekrar verir misin?

M: numarasi bilmemkac bilmemkac ama adi ahmet hilmi kara olabilir mi
acaba?

R: adini bile dogru durust bilmedigin birine mi emanet edeceksin beni?
"kaya" ve ayrica da sizofreni uzmaniymis.

M: su numarayi ara, beni refere et. Baska birini onersin sana.

R: yok. istemez. Aradim ben adami. Yarin randevu vercek. ayrica sizofren olma
ihtimalim icin de tesekkur ederim.

M: raninicim, ahmet hilmi turkiye'nin bir numarali jacques lacan
uzmanidir!

R: Supermis! Zira koltuga uzaninca uykum geliyor benim.

M: ne koltugu be?:))

R: freud'un koltugu! Yoksa josephine'in koltuguyla mi karistirdim?:)

M: freud öleli cok oldu. Koltuga uzanmak muzanmak kalmadi. tabii
niyeti bozmadiysan:)

R: dur ben bunları bloga yazayim:))


Çok şanslıyım. Şu sıradan hayatımda en çok da varlığıma karşı sabrını sonsuzluk derecesine ayarlamış dostlara sahip olmaktan dolayı mutlu oluyorum. Ben de süper bir insanım, orası ayrı!


Böyle yani..

Cumartesi, Nisan 18, 2009

Haberin Var mı?

.
.
.
.

yastığımda düşümde içimdesin
bir hain bıçak gibi kalbimdesin
dermanı yoktur bilirim







*Şiir: Ahmed Arif / Sevdan beni

2 Yıldız da Benden!


Bir- iki gündür, Antalya'nın Belek Mevkiinde mukim Rixos Otel'de bulunmaktayım. Burası 7 yıldızlı dev bir tesis. Dünya turizm literatüründe gerçek bir karşılığı var mı biliyorum bu yıldız bolluğunun ama bana bir soran olursa "aga bunlar son iki yıldızı topille almış" derim. Rixos, 5 yıldızlı diğer örneklerinden fazlası olan bir tesis değil. Haddizatında farkındaysanız buraya "otel" dahi diyemedim, dilim varmadı. Tam bir alamancı turistik tesis havası hakim her bir santimetre karesine. Biraz "ottoman" etkisi serpiştirilmiş, A sınıf marka mağazaların "entire" koleksiyonlar sattığı, servisin sarktığı, murfağın çok benzersiz lezzetler sunmadığı, resepsiyonu aradığınızda ilk on dakika açılmayan telefonu ikinci on dakikada mutlaka açan ama uykudan uyandığı için sizin talebinizi idrak edemeyen personele sahip, sıradan bir tesis benim nazarımda. Bina mimari açıdan da çok başarılı değil. Belki aile kabinlerinin (villa) bulunduğu kısım biraz daha "özenli" olarak tanımlanabilir amma burası 7 yıldız ise Bodrum Ada Otel 17 yıldızlık mekan demektir vesselam. Onlar da müşterilerini özel jet/ helikopter ya da limuzinle teslim alıyorlar hem de nereden isterseniz, Onların da özel yatları var. Onların da özel plajı var. Üstelik servis emsalsiz, personel mükemmel eğitilmiş. Nedir yani? Rixos'u menim için emsalsiz yapan tek unsur, Troy Aqua & Dolphinarium oldu. Orada neler olduğunu da yarın anlatırım.

Ancak şunu da itiraf etmeliyim ki bu zincir tesisin Second Life versiyonu gerçekten güzeldir. Gezmenizi tavsiye ederim, tasarımcısını da tebrik ederim.

Neyse. Antalya bugün pırıldadı. Güneşlendi. Rüzgarını kesti. Işıldadı. İstanbul'dan ne haber?

Perşembe, Nisan 09, 2009

La Rabia


Festivalde şu ana kadar izlediğim (benim listende olanlar arasında) en iyi filmdi. "Gümüş Ülke Altın Sinema: Arjantin" bölümünde gösterime giren "La Rabia"nın 10 bilemedin 13. dakikasında pornodan hallice ama çok da yerinde bir sevişme sahnesi perdeye düştüğü anda salonda bir ayaklanma yaşandı. 7-8 mütedeyyin genç kız salondan dışarı çıktı. Benim hemen yanımda oturan genç oğlan da çıkanlara bakarak, "filmin adı Rabia ya, acaba belgesel mi sandılar?" dedi. En az bu terkediş kadar keskin bir film, La Rabia. Albertina Carri'nin yazıp yönettiği filmi izlerken, öykü kurgulayan kimi insanların mutlak kendi hayatlarından bazı referans noktaları bulup öyle yola çıktıklarına, en azından yakından şahit oldukları kimi kırılmaları kurgu kuralları kılıfıyla sergilediklerine inanmaya başladım.

La Rabia'nın hikayesi 10 yaşında, dilsiz bir kız çocuğunun etrafında gelişiyor. Dağ bayır gezinen, resim yapan ve tek arkadaşı Ladeado ile vakit geçiren bir kız çocuğu Nati. Birgün tarlada soyunuyor. Babası ona, soyunan kızları önce peleriniyle örten sonra da öldüren, kafası kesik bir hayalet hikayesi anlatıyor kızına. Nati çok üzüldüğünde, Ladeado'dan öğrendiği gibi avcıların ateş etmeden önce yaptıkları uyarılar mahiyetinde çığlık atıyor ve durmadan resim çiziyor. Nati'nin soyunarak aslında annesini taklit ve belki de ihbar ettiğini anlıyorduk mütedeyyin kızlar salonu terkettiği esnada çünkü Nati'nin annesi, yörenin zengin ailelerinden birine ait bir malikanede kahyalık yapan, üstelik de Nati'nin tek arkadaşı olan Ladeado'nun babasıyla ilişki yaşıyor. Nati onları gözlüyor, düzenli olarak.

İşte böyle. İnadına mı seçiyorum bu filmleri hiç anlamadım ama çok canımı yaktı yönetmen.

İyi seyirler cem-i cümlemize!


.

Çarşamba, Nisan 08, 2009

Belgesel İzleyicisi


Belgesel, özel olarak ilgi alanı ve seyir belleği geliştirmeyi gerektiren farklı bir kategoridir, kabul mü? Yani demem o ki, Belgesel Sinema sevgilinize sinirlendiğiniz için evde gece boyu belgesel kanalı açmanın ötesinde anlamı olan özel ve samimi bir ilgi görmeyi hak'eden bir türdür. Bu fikrimi değiştirmek üzereyim. İstanbul'un en saygısız, süzme izleyicisi maalesef festivalde işte bu kategorinin takipçisi olmuş. Salona geç girmeleri yetmiyormuş gibi, perdenin ve altyazı göstergecinin önünden salına salına geçerek salonu terkeden, durmaksızın konuşma cür'eti gösteren, poşetlerini hışırdayan, höpürdeterek gazozunu içen, aksıran tıksıran velhasılı kelam bütün arıza insan tipleri festivalin belgesel seanslarına doluşmuş. Sadece o mu? Değil. Hani şu alt yazı göstergecinin bağlı olduğu bilgisayara hakim olan ve sağ ya da sol elinin bir parmağıyla satır atlatan insan evlatlarının da en dilbilmez, işbilmez çaylaklarını işte bu seanslarda görevlendiriyor festival komitesi.

Bugün 13.30 seansında, Atlas Sineması'nda, 1994 yapımı "Suçüstü" namlı Fransız yargı ve bürokrasi sistemi üzerine hazırlanmış komik bir belgesel izledim. Alt yazı göstergecinin başında oturan kız çocuğunun kafası da tam görüş alanımın içinde. Kızın kafası kıpırdamadan bir saniye bile durmadı. En önde oturuyorlar biliyorsunuz. Hiç durmadı çünkü çok sıkıldı. Yetti mi? Hayır. Yetmezmiş gibi uyudu. İçi geçti. Sabrettim, hiç ses etmedim. Gösterim boyunca 2 kez içi geçti, altyazı gecikti. Uyandı, bu sefer de yakalamaya çalıştı. Haydi, diyelim insan halidir için geçer karanlıkta ama ilk seferden sonra toparlan kendine gel değil mi? İkinci sefer de yaklaşık 3 dakika kadar uyudu. Uyandı, bitti mi mesele? Bitmedi. Bu sefer de kafayı havaya dikip, tavanı seyretmeye başladı ve yine aksattı altyazıyı. Belgesel bitti. Nadiren yapabildiğim bir atakla fırlayıp yanına indim. Zaten de 3 sıra altımda oturuyor.

- Günaydın..
- ..
- Bu seansta görevli misiniz yoksa birinin yerine idareten mi duruyorsunuz?
- Görevliyim niye sordunuz?
- Bir başkasını idare etmek için oturduysanın o makinenin başına şikayet etmeyeceğim de o yüzden sordum.
- Uyudum değil mi? Ama çok karanlık burası..


Öyle yani...


.

Pazartesi, Nisan 06, 2009

Tatarak, Tavernier ve Absürdistan


Gördüğüm ilk sinema filmi Tante Rosa'nın büyük oğlu Antonio'nun öğle yemeği için eve geldiği o cumbalı Tarlabaşı evinde sofanın mermer taşına üstüste bırakılmış 3 yuvarlak metal kutuydu. Bunlar ne? Film. Ne filmi? Sinema filmi. Ne yapıyorsun bunları? Taşıyorum. Film kutularını omzunda taşırdı Antonio, kambur gibi bir nasır vardı sağ omusunda, gösterdiği zaman korkardık. Sonraları o filmlerin makineye takılıp, beyaz bir perdeye resimler yansıttığını öğrendim. Geriye gidip, en geriye gidip düşündüğümde hatırladığım ilk sinema filminin Venüs Tiyatrosu perdesinden yayılan şarkısını hala hatırlıyorum.

Bang bang chitty chitty bang bang
our fine four fendered friend!

Ian Fleming'in romanından, Ken Hughes'in Roald Dahl ile birlikte senaryolaştırdığı ve yönettiği çocukluğumun efsane filmi "Chitty Chitty Bang Bang". İstanbul Film Festivali'nde ise siftah Polonyalı yönetmen Andrzej Wajda'nın son filmi, Tatarak'a nasib oldu bu sabah. Bu arada, gekeneksel festival mekanım "Sefahathane" biraz geç açıldığı için bekleme mekanı olarak Cafe Krepen'i seçtim, seçtiğime de pişman oldum. Mekan aşırı derecede kimliksiz, kişiliksiz, servis rezalet denilecek kadar ağır, kimseye tavsiye etmem. Tatarak, Wajda'nın Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı için yarışan son filmiymiş. Filmin beni en fazla etkileyen kısmı, hiç mimik görmeden sadece mizansen ve sesle üstelik tek kelimesini bile anlamadığım bir lisanda bile canımı acıtabilmesiydi. Acılar her dilde aynı.

Tavernier'nin filmi "In The Electric Mist" ise bir uyarlama olduğu için ve ilgili eseri yani James Lee Burke'nin "In the Electric Mist with Confederate Dead" adlı kitabından da bihaber olduğum için senaryo üzerinde pek laf edemeyeceğim. Hani algılayamadığım bir şaheser yaratıldıysa diye söyledim. Ama izlerken mütemadiyyen daraldığım, "bunun on gömlek iyisi senelerdir tekrar tekrar yapıldı hocam, büyüsü nerde, sizi ne etkiledi de bu filmi çektiniz ve o etkiyi ben niye göremiyorum" dedim durdum. Tomy Lee Jones yine sıradışı bir oyunculuk sergiliyor ama ben yoruldum artık bu adamı adult/ emekli poli, kanun adamı rollerinde görmekten. Şahsen kendisini salon enrtikası teması içinde hastalıklı bir ruhu müflis olarak filan görmeden ölsün istemiyorum. Yeter billahi!

Günün son filmi, Alman yönetmen Veit Helmer'in eşliğiyle izlediğimiz "Absürdistan" oldu. Bu modern lysistrata uyarlaması yönetmenin aklına gazetede okuduğu küçük bir haberden gelmiş. 2001 yılında Antalya'nın Manavgat ilçesine bağlı Sirt Köyü'ndeki kadınların su sıkıntısı sebebiyle giriştikleri seks grevi filme konu olmuş. Film başlamadan perde önüne gelen yönetmen salonun fotoğraflarını çekti ve "bir poz daha çekeceğim bu sefer daha çok gülümseyin. Filmimi bu kadar insanın izlediğini arkadaşlarıma ispatlamam lazım." diyerek espri dolu bir "merhaba" dedi. Film bittikten sonra da soruları cevaplayacaktı ama ben salondan çıktım. Urugh'un söylediğine göre izleyicileri sohbetiyle de güldürmeyi başarmış misafir yönetmenimiz. Film için seçilmiş tiplemeler keyifliydi, başarılı oyuncu fotoğrafları oluşturulmuş. İzlerden pek gülemedim. (Zaten zor gülüyor, kolay ağlıyorum. Yaşlılıktan olsa gerek.) Serap Bahadır'ın kostümleri başarılıydı. Sorarsan, "filmi pek de beğenmedim" derim. Sormazsan, ses etmem.



Böyle yani...


.. Fotoğraf: Tatarak- Pawel Szajda


.

Pazar, Nisan 05, 2009

Cihangir'de Gusto


Bembeyaz masa örtüsünün üzerindeki zeytin lekesi ne kadar zor çıkar bilir misiniz? Babam, her kahvaltı sofrasında ağzından çıkardığı zeytin çekirdeğini göstere göstere bırakırdı, canım beyaz masa örtüsünün üzerine. Hemen ardından da annemin, "İsmet yapmasana şunu!" diyen sesi duyulurdu. Babam da, "O zaman şu ecdadını siktiğimin sofrasına tabak koy çekirdekler için.." diye cevaplardı. Annemin kaybedeceğinden adım gibi emin olduğum tartışmanın devamı, "önündeki tabağa koysana!", "kahvaltı tabağı mı bu yoksa çöp tenekesi mi?" diye sürer, bu itişme evvelce yatışmamış bir öfkenin devamıysa sonunda tabaklar havada uçuşurdu. "Sanırsın sadrazamın sol taşağı!" diye ilenirdi annem her sofradan sonra babamın arkasından. Babam, sofrada önüne gelen "el bezi"ni de savurur atar sadece ağır misafirlere sunulan kolalanmış, beyaz kenarları fistolu peçeteleri huzuruna kabul ederdi. Eğer bu peçeteleden biri imdadına yetişmezse de yağlı dudaklarını masa örtüsüne silerdi. Zor adamdı vesselam. Neden inatla bu sahneler tekrarlanırdı, hiç bilemem.

Lafı yeterince dolandırdım, asıl meseleye gelebilirim. Efendim, bu sabah kahvaltımı Cihangir'in taze mekanı "Gusto"da yaptım. Hani, adının "Sıraselviler" olduğunu umduğum büyük caddenin üzerinde, Taksim İlkyardım Hastanesi'nin diğer köşesine serilmiş olan şarküteride. Meğer o şarküterinin içinde bir de Cafe/ Restoran varmış. Peynir alırken kafanızı sağa çevirmeye zahmet edince apaçık görülüyor mekan. Yeter ki kafayı o yana çevir. İşte o cafede oturmuş gazete okurken şirin bir garson, kahvaltı siparişini de almadan önce "hoşgeldin kokteyli" niyetine masama zeytin ve ekmek sepetini bırakınca değil de, ağzımdan çıkan kara çekirdeği kültablasına atmaktan başka seçeneğim olmadığını görünce hatırladım annemle babamın zeytin çekirdeği odaklı tartışmalarını. "Ulan önünde kültablası var, at çekirdeği içine!" diyeceksin, haklısın. Ama bu, kültablasına diğer çöpleri atmama alışkanlığım da rahmetli İslam Abi'nin armağanıdır. Olur da masaya bir çaylak düşer, o da fıstık kabuğunu ya da sigarasının külü dışında herhangi bir çöpü emaneten bırakırsa önündeki porselen tablaya, 'bunun adı kül tablası, çöp sepeti değil!' diyerek, ikaz ederdi. Neyse, ruhu şad'olsun!

Gusto, türünün ilk örneği mi bilmiyorum ama yurt dışında bu konsept oldukça yaygınmış. Hangi konsept? Şarküteri /Cafe/ Restoran konsepti. Eminim, o örneklerde söz konusu şarküterinin kendi üretimi olan yani bizzat etiketini taşıyan kimi ürünleri de sunuluyordur, "cafe / restoran" müşterilerine, bizimkinde böyle bir uygulamayı fark etmedim. Zaten de menüyü derinlemesine incelemedim. Önüme gelen menüden "Gusto Kahvaltı"yı seçtim. Gelen tabak, oturduğum yerin bir şarküteri olduğunun ispatı gibiydi ama "Gusto" ekini almasını sağlayan özelliği seçemedim. Geniş tabakta dairesel sıralanmış şarküteri ürünleri yumurta, reçel, salatalık dilimleri ve domatesle desteklenmişti. Ekmekler tazeydi. Çay demliydi.

Özetle, Cafe Gusto (böyle mi anılıyor mekan?) benim kadar huysuz ve huzursuz bir gözün denetimi altında bile ödün vermeyeceğine emim olduğum pek çok özelliğe sahip. Oldukça ferah, keyifli döşenmiş, lezzetli yemekleri olan, çok da temiz bir mekan ve en önemlisi güler yüzlü, hızlı servis yapabilen personeli var. Cumartesi akşamları da canlı müzik varmış. Asma katın ilk masasında oturup, yarım kat altımdaki uzun vitrinde sergilenen şarküteri mamüllerini izlemeyi sevdim. Ancak ısrarla söylüyorum, mekan gerçekten sıcak ya da ben menapoza girmek üzereyim. Hoş, Bahtım'a sorarsan "soğuk olmasından daha iyi" diyor. Gusto'nun yolu bereketli olsun.


Hepimize iyi bir hafta diliyorum.


Böyle işte...



Not: Tabağın fotoğrafı kahvaltının sonunda çekilmiştir, hatırlatırım.


.

Cumartesi, Nisan 04, 2009

MILK TAŞMASI


Bir süredir saçma sapan ve programsız bir insan olduğumun farkına vardım. Biliyorsunuz bu gece kişisel festival açılışımı yapacak ve "Milk"i izleyecektim. Üzerimi değiştirdim. Demlikten son çayı aldım, ateşi kapattım. Biletlerin arasından ilgili seansı ayırdım, sehpanın üzerine koydum. Saate baktım, 19.15'i gösteriyor. Güzel, karnım da tok. Çayımı içerken aptal kutusuna bakacağıma nasılsa vakit var diyerek, sabahtan beri elimde dolanan bir yazıya sadece "göz gezdirmek" niyetiyle bilgisayar başına oturdum. Niyetim, film saatine kadar vaktimi boş geçirmemek.

A be aptal kafam! Çıksana evden, otursana bir İstiklal kahvesinde açık havada, aval aval kalabalığa baksana! Yok. Olmaz. Yazı aklıma geldi ya bir kere, illaki de bakacağım. Baktım. Kafamı yazıdan kaldırdığımda son cümleyi kurmuştum. Saate baktım. 22.45'i gösteriyor. Yuh bana! Kendimi son hatırladığımda, var'olan bir masalın imla hatalarını ve noktalama işaretlerini düzeltiyordum. Kafamı kaldırdığımda 5 sayfa yazdığımı ve filmi kaçırdığımı anladım. Dipsomani miyim, neyim anlamadım arkadaşım. Şimdi filmi kaçırdığıma mı yanayım, nasılsa yapılacak bir işi bitirdiğime mi sevineyim hiç bilemedim.

Kötü bir başlangıç yaptım, başka da film kaçırmak istemiyorum!

Böyle yani..


.

Hoşgeldin!


28. Uluslararası İstanbul Film Festivali, dün gece Lütfü Kırdar Kongre Merkezi'nde düzenlenen bir törenle açıldı. 49 ülkeden, 207 yönetmenin 200'ü aşkın filmi gösterilecek bu yıl. Festivalin açılışı Philip Loiret'nin "Hoşgeldin" filmiyle yapıldı. Bergüzar Korel ve Cem Davran'ın sunuculuğunu yaptığı tören dün gece CnnTürk tarafından da canlı yayımlandı.

Festivalde, Agah Özgüç, Erdoğan Tokatlı ve Hale Soygazi de onur ödülü aldılar. Şakir Eczacıbaşı oldukça hoş ve feztivalden bağımsız olarak da dinlense yüksek moral sahibi olacağınız bir konuşma yaptı. İçim açıldı. Agah Özgüç aldığı onur ödülünü, takdim etmeden evvel uzuun bir konuşma yapan ve hepimizi daraltan Atilla Dorsay'ın elinden zor kurtardı.Erdoğan Tokatlı sahneye Ediz Hun ve Selma Güneri'nin kolunda geldi. Kendisine sağlık diliyorum. Hale Soygazi, "bundan sonra da Oscar alırsın inşallah!" diyen arkadaşlarına ve Atıf Yılmaz'a teşekkür ettikten sonra ödülü Türk sineması'na emeği geçmiş bütün kadın oyuncular adına kabul etti.

Tören keyifliydi. Açılış filmini izlemek için kalmadım. Zaten film seyir listemde vardı, bileti ziyan etmeyeyim dedim. Bu gece itibariyle Akbank Galaları bünyesinde gösterilecek olan "Milk" ile festival seyrine başlayacağım. Bu arada, ekranı ihmal edeceğim aşikar, af'ola! Tören sonrasında canımı fena halde sıkan bir de "Borsa Lokantası" macerası yaşadım dün gece, lakin bugün o kadar keyifliyimve hava o kadar güzel ki, bahsedip tadımı(zı) kaçırmayacağım. Kısmetse ilk fırsatta anlatırım..

Unutmadan, (İstanbul'da yaşayanlar) Korsan'a ayırdığınız paralarla kimbilir kaç şahane film izleyebilirsiniz festivalde, hesap yaptınız mı?

İyi Seyirler,


.