Pazar, Mayıs 31, 2009

İnsan karpuz almak için etiler'e gider mi?


Bazen sadece şöhretli isimlere yakın durabilmek, sıradan insanlarmış da öylesine serpiştirmişsin sokağa köşeye gibi uslu usul oturup dururlarken aralarından geçip gitmek için mi bu muhite taşındığımı merak ediyorum. Bende bitmek tükenmek bilmeyen bu "pırıltı" merakı nedendir sizce? Çocukluğumda attığım her adımda mutlaka bir şöhret akrabası ile karşılaşırdım. Haylayf denilen plajın kumları ağzıma burnuma kaçarken bile yanı başımda dikilip duran, serilip güneşlenen ve bir şöhretin akrabası olduğunu iddia edep ipsiz, gelir beni bulurdu. Her yaz ve her kış ve her an... Sadri Alışık'ın kızı, Nebahat Çehre'nin oğlu, Ajda Pekkan'ın kızkardeşi, Behiye Aksoy'un ablası olduğunu iddia eden insanlarla çevrili olurdu etrafım ya da boka gelen sinek gibi beni bulurlardı. Çok küçükken sadece bir kez bu iddialardan birini çürütmek için ağzımı açmış, "Yaa pışık! Bok kızısın... Onun bir tane oğlu var, adı da Kerem!" demiş, o küçük kızı ağlatarak kaçırmış ve annemden bu vesileyle okkalı bir sopa yemiştim. Ders oldu. Dersimi aldım ve bir daha kimsenin hayali akrabalık ya da tanışlık hissiyatına karışmadım.

Gözünü, bir zamanların moda deyimiyle gazino kulisinde açmış, zamanın okkalı şöhretlerinin her birinin kucağından hoppacık eylemi marifetiyle geçmiş ama bu samimiyet ve yakınlıktan nedense hiç hoşlanmayan, tek bir kare şöhret eşlikli hatıra fotoğrafı olmayan, adına imzalanmış tek bir hayran fotoğrafı bulunmayan bir çocuk olarak, yetişkin zamanlarımda mesleki kariyerimi olanca uzağında planladığım bu pırıltılı hayattan koşarak kaçtıysam da, başarılı olamadım. Zaman, her anlamıyla, beni bu pırıltının tam da ortasına ittirdi. Kimbilir, belki de doğrudur ve anaların kaderi kızlarına çeyiz oluyordur. Niyetim, hayat rotamın karmaşasına mistik bir çözüm yüklemek değil. Her molada, engel olamadığım bu gidişatı elbette bir zamandır düşünüp duruyorum. Ama asıl niyetim, pazar keyfimi kaçıran bir köşe yazısından bahsetmek. Daha doğrusu tek bir cümleden bahsetmek ve o cümleden yola çıkarak bir "aidiyet" muhasebesi yapmak istiyorum.

Beni düşüncelere gark eden bu hanım yazarımız pazar köşesinde yaklaşık olarak 3 yıl önce, "artık çivisi çıktı boş gezen entel yatağı oldu burası"* diyerek tanımladığını Cihangir'den ilk fırsatta kaçarak, Bebek'e taşındığını anlatıyordu. Kaçarak huzuru bulmuş mu? Hayır. Sonuç, tam bir hezimet. Yazarımız Bebek'in önlenemez yükselişi ve pırıltının doğal sonucu olan geçici ya da kalıcı ikametçilerinin yarattığı "kimlik deformasyonu"ndan da, semtin piyasa olma halinden de şikayetçi olarak devam ediyor uzun yazısına ve şikayetçi bir ruh haliyle bitiriyor. Yazının taşıdığı lüzumsuz kibirden, şikayetlerini tetikleyen kişisel burnu büyük söylemlerinden de rahatsız olmadım dersem, yalan olur. Bu kafaya muhitsel huzur haram, benden söylemesi. Neyse...

Başımı gazeteden kaldırıp, çayımdan bir yudum daha alarak kendi kendime sordum: Ben neden taşındım bu semte? Önümdeki masada oturan sinema yıldızlarına, arka masalardan birine yerleşmek üzere kapıdan içeri giren genç şarkıcı adayına, kapının önünden geçip giden oyunculara baktım bir süre. Kasapta karşılaştığım taze jönü, eczanede selamlaştığım orta yaşlı oyuncuyu, market kasasında sırasını kaptığım yakışıklı yönetmeni hatırladım. Boş gezen entel arandım, hafta arası yeniden bakınmaya karar verdim ve cevabı buldum. Sanırım önlenemez derecede derin ve kemikleşmiş bir şöhret merakım var. Öyle olmasa Kalyoncu Kulluk'da doğmuş, Aynalı Çeşme'de büyümüş, 18 sene boyunca Etiler'de oturmuş ve yaşlanmış bir insan, üstelik boş gezinmeyen entel insanlar oluk oluk kaçarken bu semtten, neden Cihangir'i seçsin yaşamak için?

İlk sebebim dizginlenemez şöhret merakımsa, itiraf etmeliyim ki ikincisi de nispeten ucuz bir semt olmasıydı. Bütçeme ve yaptığım işin ihtiyaç duyduğu ulaşım kolaylığı gereğine (ve şimdi anlatmayacağım kişisel bir-kaç sebebi kenara koyarsak) göre, seçeneklerin arasında yaşayabileceğim en ucuz semt Cihangir'di. Taşındım. Elbette Aynalı Çeşme'ye de dönebilirdim. Haddizatında epeyce gezindim eski sokaklarımda ama, içime sinen bir ev bulamadım. Bulduklarımda da kötü anılarım vardı. Bitli Nimet'lerin eski ahşap evini yıkıp betonarme bina dikmiş adamın biri oturabilir miyim ben o evde? Oturamam. Halil Amca'nın yüksek tavanlı, 5 odalı, porselen kapı tokmaklı dairesi boştu, içim almadı. Ömrümün kalanını çocukluk aşkım Orhan'ın camına bakarak ve o camdan hiç ayrılmayan Feridun Amca'yı hatırlayarak geçirmek istiyor muyum? Hayır. O zaman Aynalı Çeşme'ye dönmek istemiyorum, dedim.

Başka semtlere de baktım. Kısa bir süre "Şişli" deneyimi yaşadım. Nişantaşı, Teşvikiye, Maçka, Osmanbey, Pangaltı, Kurtuluş gibi semtlerle kan uyuşmazlığı yaşayacağımı anladım, onları eledim. Karşı yaka ise, benim için daima "yazlık" bir ruh ruh taşıdı. Hiçbir zaman "karşı"da yaşayabileceğime, zaman zaman da İstanbul'a inebileceğime ikna olamadım. Bu sebeple oraları düşünmeden eledim. Doğma büyüme bu yakalı, üstelik anne tarafı temiz 500 yıldır, baba tarafı 5 kuşaktır Pera'lı bir ailenin son ferdi olarak çocukluğumun geçtiği yerlere geri dönmeyi hevesliyordum ama, aklımda hiç Cihangir yoktu. Beni tanıyan bir-iki yakın dostumun da, "yapamazsın sen burada" uyarısına rağmen Cihangir'e taşındım. Yıllarca çeşitli vesilelerle gidip geldiğim, vakit öldürdüğüm, gezindiğim Cihangir'de ikametimin ikinci ayını bitiriyorum ama hâlâ kendimi misafir gibi hissediyorum. Sanırım kendimi "buralı" olarak tanımlamam için en az 20 yıla daha ihtiyacım var.

Sohbet esnasında birileri cümlesine, "bizim buralar" diyerek başlarsa, benim aklım Etiler'e gidiyor, kendimi oraları düşünürken buluyorum. İş için yolum her düştüğünde Etiler girişinden girer girmez özlediğimi hissediyorum. Sokaklarındaki değişikliğe, yeni açılan ya da kapanan yerlere, alışkın olduğum esnafa hasretle bakıyorum. Cihangir'de yaşarken kendimi Balık Pazarı ile avutuyorum. İki aydır burada yaşıyorum. Kasabım, bakkalım, güven duyduğum taksi şoförleri, kuaförüm, manavım, fırınım yani tanış olduğum her şey Etiler'de. Buralardan alışveriş yaparken oraları özlüyorum. Geçen gün o kadar hüzünlü gözlerle uzatmışım ki parayı manav Adnan, "Abla, telefon et biz getiririz siparişini" demek zorunda kaldı. İnsan karpuz almak için Etiler'e gider mi?

Laf salatasını kesip asıl meseleye geliyorum. Hazır olun soruyorum. İnsanlar uğruna ne kadar zaman ve emek sarf'edince bir semt, eşya, hayvan, bir diğer insan ya da bir fikir için "aidiyet" hissedip onu sahiplenebilirler ve hakkında karar verip, ahkam kesip, yargılar duruma gelebilirler?


Hepimize pür neş'e bir hafta diliyorum. Yarın sabah, İstanbul dışına gidiyorum. Gerginim. Kısmetse Cuma günü geri döneceğim.

Böyle yani...


*
Bu cümle Handan Yılmaz'ın, Habertürk Gazetesi'ndeki yazısından alıntılanmıştır.


.

Bahçede fare var: 2


Bu garibanın da tek niyeti karnını doyurmak, bakla tohumlarını didikliyor, yan komşunun kuşlara attığı ekmek kırıntılarını topluyor. En geç yarın gece ölmüş olacak çünkü ev sahibim zehir hazırlamış, benim gitmemi bekliyor. Pazar günümün gündemi haline gelen fareyle ilgili en ilginç tespiti de annem yaptı.

- Anne nassın?
- Ben hastanede bu ilaçtan bir tane içiyordum şimdi niye iki tane içiyorum?
- Reçetende öyle yazdığı için.. Nassın bu arada?
- Reçetemi kim yazdı?
- Doktor yazdı.
- Ama iyi gelmedi bu ilaç bana, midem bulanıyor.
- Hmm.. Ne enteresan, demek miden bulanıyor. Daha çıkalı iki gün oldu anne bari bir ay filan sabretseydin bahane yaratmadan? Ara yarın doktorunu midem bulanıyor diye söyle, bakalım o ne diyecek...
- Sen arayıp sorsan olmaz mı?
- Olmaz anne.
- Neden?
- Şundan olmaz. Şimdi ben arayıp, "Doktor beyciğim annemin içtiği ilaçtan midesi bulanıyormuş, ne yapsın?" diyeceğim o da bana bu durumla ilgili bir başka soru soracak, ben o sorunun cevabını bilmiyorum diyeceğim, kapatıp seni arayacağım filan falan. Onun yerine kendi doktorunu kendin arayıp derdini anlatırsan kestirmeden çözüme ulaşmış olursun.
- Anladım.
- Eminim anlamışsındır.
- Çeyrek napıyo?
- Ne yapsın, bitirme sınavlarına hazırlanıyor.
- Bahçede mi?
- Yok, içerde. Bahçede fare var!
- Ölü mü?
- Yook, son derece sağlıklı. Geziniyor bahçede.
- Çeyrek yüzünden gelmiştir.
- Allah Allah! Allah Allah! Nası vardın bu kanıya?
- E kızım şimdi Çeyrek geldiğinden beri o bahçeye dadanan kediler kaçmadı mı?
- Kaçtıı?
- Ordan kaçan kediler muhtemelen bu hayvanın yaşadığı yere dadandılar, o da onlardan kaçtı senin kedi girmez güvenli bahçene dadandı.
- Haa, giren çıkan Çeyrek'e diyorsun yani..


.

Pazar Keyfi: ÇukurBahçe

İstanbul'da yaşayanlar nispeten mevsim ortalamasından soğuk bir sabaha mı uyandı, bizim buralar mı güneşsiz ve suratsız pek bilemedim. Pazar kahvaltısı keyfimin içine eden bahçe faresi sebebiyle pılımı pırtımı toplayıp ÇukurBahçe'ye gittim. Çukurcuma'nın meşhur turşucusunun sokağına girdiğinizde ilk sağ sokaktan gece klübü girişi, ikinci sağ sokaktan ise kafe girişinin yapıldığı mekan kapıdan içeri girdiğiniz anda mükemmel bir bahçeyle karşınıza çıkıyor. Baştan itiraf edeyim mekanın işletmecisi ve çalışanları bana göre bu civarın görüp görebileceği en keyifli adamlardır, kendilerini pek sevdiğim için önüme bayat balık koysalar yere çalmam. Bu takımı önce Smyrna, sonra da WhiteMile müdavimleri tanır, bilir.

Cumartesi, Mayıs 30, 2009

Bahçede fare var!


Nazara gelmesin ama köpeğim on numara laf dinleyen bir hayvandır. Bahçeye bakla ektiğim gün toprağın o kısmına girişini yasak etmiştim. Şükr'olsun, hiçbir ricamı kırmaz. Yakınından bile geçmiyordu. Fakat dün sabahtan beri bahçeye her çıktığında bakla fidanlarının bulunduğu kısımla fazlaca alakadar olduğunu farkettim. Öğle vakti de boşluğa doğru hırlaması, havlaması durmadıydı. Bu sabah bahçeye çıktığında da o tarafa doğru koşturmuş, bir iki fidanı da kırmıştı. Sabah çok erken çıkmam gerektiği için ilgilenememiştim itaatsiz halleriyle, yalnız bırakacağım için de azarlamadım, öylece bırakıp çıktım. Akşam üzeri eve gelince yemek yemesi için bahçe kapısını açtığımda bir de ne göreyim? Ortalıkta salına salına gezen bir fare var! Bu yaşıma kadar en fazla fındık faresiyle müşerref olmuş bir insan olarak çığlık atarak içeri kaçtım, köpek de bana birşey oldu zannedip peşimden girdi.

5- 6 aylık kedi yavrusu kadar büyük yahu bu piç kurusu! (Biraz abartıyorsam da kesinlikle 3 aylık kedi yavrusu kadar, ama kesinlikle fındık faresi değil.)Bahçede dolaşıyor. Kapıyı pencereyi kapattım, içerde oturuyorum ve umarım bir delik bulup evden içeri girmez diye dua ediyorum o geziniyor ortalık yerde. İster misiniz doğurmak için yer arıyor olsun? Bütün keyfim kaçtı, yemin ederim. O değil de, bu garibanın bütün emirlerime rağmen bakla tarlasına dadanması, fidanları kırması, saatlerce tek bir noktaya bakması bu fareden mütevellitmiş, şimdi anladım. İlk iş olarak köpeğimden özür diledim. Yarım elma verdim, arkasından kurabiye ikram ettim, ev sahibini arayıp fareyi şikayet ettim, akıl topunu doldurdum, sevdim filan falan. Akıl topu! Bu da bir başka dertli olduğum kısım. Anlatayım.

Akıl topu plastik malzemeden yapılmış bir oyuncak. Muhite ilk taşındığımda esnafa uyguladığım "ultra sempatik insan iletişim taktikleri"nin bir sonucudur bu alışveriş. "Ultra antipatik insan etkileşimi" uyguladığım tek bir esnaf var şimdilik. Köşedeki korsan DVD dükkanı. Henüz ihbar etmedim, sadece önünden geçerken duvarına köpeği işetiyorum. (Aksiyona geçmek için dükkandan çıkıp, "Köpeğiniz bu duvara işemesin" diyecekleri günü bekliyorum.) Her ne ise; mahallemizin güzide veteriner hekiminin tavsiyesine uydum, ( biraz da hasta- hekim iletişimi oluşsun diye) aldım bu akıl topunu. Yuvarlak bir top. Topun içine kuru mama dolduruyorsunuz. Topun üzerinde genişliği ayarlanabilen kapak gibi bir ağız var. Köpek topu yuvarladıkça içinden tek tek mama dökülüyor ve ördek bağırtısı benzeri bir ses çıkarıyor. Köpekler bu topu yerde sürümeyi çok seviyor. Bazen ördek sesi fazlaca rahatsız edici olunca deliğin ağzını kapatıyorum, ne kadar yuvarlasa da mama dökülmüyor. O zaman da ağzına alıp yüksekten yere bırakıyor.

Ben bu postu yazarken ev sahibim en üst kattan bahçeme "kaya" fırlatarak fareyi kaçırmaya çalışıyor. Fareyi korkutuyormuş. Ya sabır! Şimdi gideyim. Sonra yine gelirim.

Cuma, Mayıs 29, 2009

Gecikmiş bir 27 mayıs yazısı...


27 Mayıs... 27 Mayıs 1942 annemin doğum tarihi... Savaş karmaşasının tam ortasına, Pera'nın göbeğine doğmuş, babasını tanımadan, kim olduğunu bilmeden büyümüş, kendince aşık olduğu bir adamın peşine düşüp örselenmiş, anne olmuş, yaşamış, çalışmış, bildiği doğrunun peşinden giderek evlat büyütmüş, yaşlanmış, hastalanmış annemin doğum günüydü. Kutlayamadım. Önce küçük bir pasta götürmek istedim yattığı hastaneye sonra vazgeçtim. İçimden gelmedi. Ziyarete gittiğimde de doğum günü olduğundan bahsetmedim. O hatırlıyor mu, bilmiyorum. 29 Mayıs 2009... Bugün annemi hastaneden çıkardım. Mutlu olmam lazım. Değilim. Hastanelik olmadan evvel günde tek bir hapı içmeyen annem şimdi günde 6 tane hapı içecek mi? Ayda 100 lira masraf etmeyip iki yılda bir bana binlerce lira masraf ödetmekten vazgeçecek mi? Bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Umudumu yitirdim. İnancımı yitirdim. Bitkinim. Ne ilaçların, ne de hastanede geçirdiği haftaların işe yaramadığını görüyorum. Doktoru tam aksini söylüyor. Ona göre annem tutarlı ve ikna olmuş bir şekilde tahliye oldu hastaneden. Neden hemfikir değilim doktorla? Bilmiyorum. Neyse...

Midem ince ince sızlıyor sabahtan beri. Açım, yemek yemedim. Çay bile içmedim. İkinci paketimi açtım öğle vakti La paix'nin bahçesinde beklerken. Az evvel kendime tost hazırladım, bir ısırık alıp, bıraktım kenara... Bitkinim, yorgunum, mutsuzum anneme inancımı tazeleyemiyorum ama bütün bunlara rağmen birden bire ne kadar şanslı olduğumu hatırladım. Kenara bıraktığım tostun yanına domates doğradım, bir bardak çay yaptım kendime tepsiyi dizime koydum ve karnımı doyururken düşündüm. Evet, mutsuzum. Ama milyonlarca insandan daha şanslıyım. Travmalarımdan, zedelenmişliğimden, hırpalanmışlığımdan, yokluktan, yoksunluktan hiçbir zaman bir "mağdur" rolü çıkarıp, giyinmedim. Giyinmem. Olan bitenin vücuduma sardığı acıya karşılık beni "ben" yapanların da bu sarsıntılar olduğuna inandım. Bütün bu yoksunluk içinde çok şanslı bir insan olduğuma inandım, güvendim. Ne zaman tökezlesem birileri koluma girdi. Tutunmam için elini uzattı. Bende var'olduğuna inandığım her yeteneğim keşfedildi. Azmim heba edilmedi. Çalıştığım zaman karşılığı ödendi, hakkım yenmedi. Bana çelme takan biri olduysa, elini uzatan iki kişi de vardı mutlaka hayatımda. Bu yüzden çok şanslı olduğuma inanıyorum.

Yapmak isteyip yapamadığım, içimde kavrulup yumruklaşan hayranlıkla tarif ettiğim ama elimi uzatamadığım hiçbir hevesim olmadı. Parayı da buldum, aç oturup kuru ekmek de yedim. Her iki durumda da kendimde bir değişiklik hissetmedim. Ne bulup kaybettiğim paraya yandım, ne de yediğim kuru ekmeğe ilendim. Sadece nefes aldım. Bana inananlara ihanet etmedim, kimseyi satmadım, hak yemedim, çalmadım [korsancılar size de söylüyorum ;)], pes etmedim, rol yapmadım, yuva yıkmadım, durmadım, can almadım. Ama kalp kırdım. Pişman oldum. Vazgeçtim. Yanıldım. Yalan söyledim. Aldattım. Sevildim. (Sevdim ama, aşık oldum mu vallahi emin değilim) Eksiğimi gediğimi, hatamı sevabımı, yanlışımı doğrumu, bende olanı olmayanı gördüm, kendimi hiç kandırmadım, (Allahım, bu infialin ve hesaplaşmanın asıl sebebinin pazartesi öğlen havalanacağımdan dolayı olduğunu da itiraf etmeli miyim?) hep dürüst oldum. Daha ne olsun?

Yapmak istediğim ama henüz yapmaya yeltenemediğim tek bir şey kaldı. Hayatımın son 6 yılında her şart altında yanımda duran arkadaşıma ve neredeyse son bir yılına dahil olup, 44 yaşından sonra rotamı değiştiren, ufkumu açan, umudumu tazeleyen, bana inanan, güvenen iki insana adlı adınca teşekkür edebilmek. Diyeceksiniz ki, "yuh ulan! alt tarafı bir teşekkür etsene ne bekliyorsun?" Öyle değil. Varlıkları için yüzlerine karşı mümkün olan her fırsatı değerlendirerek elbette teşekkür ettim, ediyorum, edeceğim. Ama asıl yapmak istediğim kesişen hayat çizgilerimizin bana sağladığı katkıyı, onlara duyduğum saygı ve sevgiyi duyurabildiğim kadar çok insana duyurmaktır. İşte şimdilik tek isteğim budur. Umarım bunu da yapmayı tez zamanda becerebilirim. Bitti.

Bütün bu döküntülerden anlaşıldığı üzere gerginim ve kısmetse pazartesi öğle saatlerinde TK bilmemkaç ile Dalaman'a uçup, düşmeden kalkmadan cuma günü de İstanbul'a geri döneceğim.

Şimdilik hepimize iyi bir hafta sonu tatili diliyorum.

Böyle yani...


.

Salı, Mayıs 26, 2009

Kişisel Marka Sadakati Listesi


Bir acı kahvesini içmek için uğradığım eski bir arkadaşım kolumdaki saate bakıp, "Ulan vazgeçmedin şunlardan, saat mi bunlar allah aşkına plastik tüketimi, çevre zararlısı!" diyerek kolumda ışıldayıp duran ve "Sinemanın 100 Yılı" anısına Pedro Almodovar tarafından tasarlanmış Swatch saatime bok atınca canım sıkıldı. Canım o densizin lafına değil, saat piyasaya sürüldüğü esnada satın almayıp da, iki yıl sonra koleksiyon listesine girince New York'ta bir müzayede peşine düşüp alamadıktan sonra bile inatla peşine düştüğüm anı ve benzer diğer anları hatırladığım için sıkıldı, sanırım. Sonra, boşluktan olsa gerek yaygın anlamıyla hovardalık ve eş değer görünenden farklı olarak marka sadakatine sahip olup olmadığımı test ettim. Evet, yer yer takıntı boyutuna da varsa marka sadakatine sahibim. Kendime ait özel bir sıralama yaptığımda en az 10 markaya takıntı boyutunda bağımlı olduğumu gördüm. "Marka" meselesine en uç ve muhalif duruşların bile kendilerine ait bir listesi olduğuna inanıyorum. İnanmıyorum birazdan mim dağıtacağım. Sanırım gerçekten yaşlanıyorum.

Benim listem şöyle:


1. Selpak Kağıt Ürünleri



Sanırım bu takıntımın sebebi eski mesleğim yai reklamcılık zamanından kalma. Hani on kat daha yumuşağını, iyisini, kalitelisini de verseniz bu jenerik ürünün adını görmenin ferahlığını yaşatmamız mümkün değil bana

2. Apple


Bu takıntımın da sebebi meslekidir. Eskiden ofise yeni makine aldığımızda eskileri ben kullanırdım, tasarruf olsun diye. Böylece Apple ürünlerine karşı bir bağımlılık geliştirdim.

3. Swatch

Babamın bana hediye ettiği ilk saatin markası. O zamanlar bu markayla ilgili anlattığı efsaneden o kadar etkilendim ki zaman içinde ne çıkarsalar satın alıp kenara koyacak kadar bağımlı hale geldim haddizatında koleksiyon yapmaya da başladım. İflas ettikten sonraki dar zamanlarımda elden çıkarttım koleksiyonumun neredeyse tamamını. Şimdilerde satmaya kıyamadığım 20-30 saatle başbaşa kaldık. Belki birgün yeniden toplamaya başlarım...

4. Schweppes Mandalina



Fazla söze gerek yok!

5. Stabilo



Aldığım notu unutacağımı hissediyorum bunların birkaç rengi elimin altında yoksa eğer.



6. Kent/ Barclay


1988 yılından beri aynı sigarayı içiyorum. Barclay'i Bat satın aldı. Markayı kapatıp, kendi şemsiyesini açtı. kötü alışkanlık, biliyorum...


7. Cologne 4711

Bak, bunun da sebebi babamdır. Sıradan bir kolonya dökülürken elimi uzatmam bile...

8. La Praire Göz Kremi

Halen kaz ayağı ile tanışmayanlar sınıfına dahil olmamın ilk sebebi genetikse ikinci sebebi uzun zamandır bu markadan destek almamdır.

9. THY


Korkudan! BA ile first class- New York hayalim dışında mümkün olan her yere mutlaka THY ile...

10. Nestle Damak


Daha başarılı ve tutkuyla tatmayı sevdiğim ürünler var ama bunun yeri ayrıdır.

İşte böyle sıraladım. Ayrıca kişisel marka sadakati listesi yapmasını ve bu mim'e katılmasını istediğim blog sahipleri de;

Hadsizin Başkanı,

prettyinpink,

betty puf puf,

judy Abbott,

Goddess Artemis,

Merope,

dizi günlükleri


Blog yazmayan okuyucular da yorum kutucuğuna listelerini bırakabilirler..

İyi geceler!

.

Sizin hiç kuyruğunuz oldu mu?


Bende bir tane var. Evet, bir kuyruğum var. Yaklaşık olarak sekiz senedir kıçımın dibinden ayrılmayan bu kuyrukla birlikte yaşıyorum. Köpeğim. Evvelce de köpek besledim. Fakat hiçbir köpeğim bu kadar dibimde, bana bu kadar yapışık yaşamadı. Bacak bacak üzerine atmış oturuyorum misal koltukta, bacak değiştirdiğimde ayağa kalkıyor yattığı yerden. Evin içinde bir köpek için "artık" rutin sayılabilecek mesafeler de alsam, ayaklanıyor. Ben nereye, o oraya halindeyiz. Koltuktan kalkıp, iki adım atıp hemen yanındaki masaya, bilgisayar başına oturuyorum mesela hoop bizimki de kalkıp yerini değiştiriyor. Tuvalete gidiyorum, mutfağa gidiyorum, bahçeye çıkıyorum bu it hep peşimde. Allah eksikliğini göstermesin, orası ayrı. Evvelce de köpeklerim oldu ama bunun kadar takipçisi hiç olmamıştı. Birgün, beş ay da değil kardeşim el insaf, sekiz senedir bu durum böyle.

Aslında hayatımın her döneminde evimizde ya da kapımızın önünde yaşayan bir köpek mutlaka vardı. Sokak köpeklerinden sonra evin içinde beslediğimiz ilk köpek bir Yorkshire Terrier yavrusuydu. İngiltere'den bir ahbabımıza gelen ve özel bir sebeple annemin başına kalan "Henry", hayatının ilk on ayını dilimizi öğrenmeye adamıştı. O, anneme aşıktı ama babamın ayak ucuna ilişir, uyurdu. Çok sonra bu sevginin sırrını çözdü annem. Babam esrarlı cigarasını Henry'nin burnuna doğru üflüyordu. Dolayısıyla Henry benim değil, annemin sorumluluğunda büyüyen bir hayvandı. 1985 senesinde Aynalıçeşme'de bir Yorkshire Terrier beslemenin ne kadar zor olduğunu tahmin bile edemezsiniz. Henry, 15 yaşında öldükten kısa bir süre sonra ben evden ayrılıp, bağımsız bir hayat peşinde koşmaya başlamıştım. İlk fırsatta da bir köpek edinmeye niyetliydim. İşte o zaman da bir armağan olarak ikinci köpeğim Dalmaçyalı oğlan geldi hayatıma. Hiperaktif, lafa söze gelmeyen bir hayvan olduğu rivayet edildiği halde benden yediği o ilk ve tek dayağı takip eden yıllarda hiçbir arıza çıkarmadı ilişkimiz. 2006 yılına girdiğimiz gecenin sabahında yattığı koltukta, başı ön kollarının üzerinde uyurken ölüverdi. Görmedim. Neyse...

Bu, kuyruğum diye tanımladığım çeyrek altın yavrusunu kucağıma aldığımda taş çatlasa 1 aylıktı. Sekiz yıl önce bir arkadaşımızın ansızın hastalanan küçük oğlu için aldığı Golden Retriever yavrusu, ufaklığın sağlık durumu düzeltilemeyince ve sonunda hayata gözlerini kapayınca benimle yaşamaya başladı. Bu kuyruk bana ondan mirastır anlayacağınız.Acıbadem Hastanesi'nin odalarından birine gizlice sokulmuştu. Hediye olarak alındığı ufaklık ameliyattan çıkmıştı. Napolyon ona yaşam sevinci sağlayacaktı ama Napolyon'un bakımına vakit ayırabilecek halde değildiler. Belki bu tekinsiz gidişata küçük bir yardımım olur diye düşünerek Napolyon'a bakmayı teklif ettim. Bahçeli bir evim vardı. Köpekleri çok severdim. Telef olmasından, ailenin onca dert arasında bir de yavru bir köpeğin derdine düşmelerinden imtina ettim. Herkes için iyi bir çözüm olacaktı, önerdim. Kabul ettiler. Ufaklık hastaneden eve çıkana kadar Napolyon'a ben bakacaktım. Baktım. Sık sık da ziyarete gittik. Tedavi sürecinin rutinleri, hastaneden kurtulup eve çıkabilmeleri, oğullarından başka bir duruma konsantre olmayı denemeleri birkaç ay sürdü. 5. ayın sonunda Napolyon ile yollarımızı ayırdık. Emaneti teslim ettim.

Ama ufaklığın sağlığı istenildiği gibi seyretmedi. Onlar hızla boktan bir finale yaklaşırlarken Napolyon'la ilgilenebilecek halde değillerdi. Fabrika bahçesine gitmesi planlanırken ufaklığın "önce ranini'ye sorun eğer isterse Napolyon onda kalsın." dediği söyediler. Akan sular durdu. Napolyon yeniden bana geldi. Çok karmaşık ve acılı zamanlar yaşandı. Maalesef bu gelişi takip eden aylar içinde ufaklık iyileşemedi ve bizlere veda etti. Ruhu şad olsun...

İşte bu kuyruk bana onun mirasıdır. O sebep biraz şımarıktır, hiç kıyamam.


.

Cuma, Mayıs 22, 2009

Eski Defterler


Sararmış hayalleri canlandırma sanatının hizmetkârlarıdır. Lodosa yakalanmakla eş değerdir eski defterleri kurcalamak. Uzaklarda çıtırdayan zehir yeşili dalgalar kıyıda patlar. Bedeninizle birlikte. Oysa bir zamanlar lodoslu havada boğazın suyunda denize girmek cihad tadı verirdi taze terlemiş genç kulaçlara. Şimdi hatırlaması bile eklemlerinizi ağrıtmaya yetmiyor mu?

Lodoslu havada denize açılmak zor. Kulaç ile denizin meyli birbirine uyum sağlayamaz. Dün ile bugün gibi... Yüzünü yalıyan dalgalar, ağzı açık bir damacana gibi organlarına su taşır. Pişmanlıkların bulanır. Direnir ve kıyıdan açılmayı başarırsan dalgalardan bir hamakta bulursun kendini. Tam orada dalgaların yabaniliği diner, anılar karnınızın altına siner. Ellerinizde keskin bir iğfal kokusu...



••4 Ekim 2008 Mostar by yevgenizamyatin


,

Cuma, Mayıs 08, 2009

İrmik Helvası Tarifi


Akıllının da, delinin de gündemi aynı şu taşına toprağına kurban olduğunuz memleketinde. Genellemelere sığmayan, taşan tespitimi kendi küçük çevrem ve annemin yeni sosyal çevresi üzerinden biriktirdiğim verilerle oluşturdum. Memleketin genel gündemiyle özel durumları sebebiyle hakkıyla ilgilenemeyen La Paix halkı ekran gündemini tam gaz takip ediyor. Uğur Dündar'ın icadı sayımlara göre 47 kişinin ölümüyle sonuçlanan kanlı nişan gecesinden bihaber oldukları halde, memleketin her aklı başında hanesi gibi onlar da pazartesi akşamı Son Bahar, çarşamba Avrupa Yakası ve perşembe gecesi de Aşk-ı Memnu izlemişler. Salı gecesinin akıbeti meçhul, annem o gece ne seyrettiklerini hatırlayamadı. Pazartesi gecesi, Son Bahar'ın yarısında -tam da Nursel, Serdar ile hemhal olurken- koğuşun en kıdemlisi Filiz Hanım, kanal değiştirmiş. Annem de küsüp, yatmaya gitmiş. Bu gece ne izleyeceksiniz? diye sordum, galiba yine "Adanalı" dedi.

Kilit altında kalmak sahiden akıl kârı değil, bir- iki saatliğine bile olsa geriyor insanı ya da beni çok gerdi. Ne demek istiyorum, izah edeyim. Ziyaret ritüeli gereği iki tarafın da kilit altında olduğu aydınlık bir sofada buluşuyorsunuz. Dış kapının zilini sadece bir kez çalıp, açılana kadar bekliyorsunuz. Hemşire, kilitli kapıyı açıp sizi içeriye alıyor ve girdiğiniz kapıyı kilitliyor. Sofada beklerken benim gibi kaşarlanmış ziyaretçilerden değilseniz uyarılarını yapıyor. Hastaya herhangi bir şey vermek, verdiğini almak yasak. Uyarılarını bitiren hemşire sizi yalnız sofanın diğer ucundaki kilitli kapıdan içeri giriyor. İki kapısı kilitli bir yerde kalmaktan kastım budur. Naysa. Duruma göre (ilk ziyaretimde 40 dakika beklemiştim kilit altında, unutmuş hemşire benim geldiğimi. yemek vakti gitmiştim gerçi, haklıydı.) uygun bir süre sonra diğer kilitli kapı açılıyor, hemşire yanınıza konuşan bir Karnıbahar bırakıyor ya da suskun bir Asma Yaprağı. Sabrınız ya da özleminiz kadar vakti birlikte geçirdikten sonra iç kapının zilini çalıyorsunuz, işlem tersine çalışmaya başlıyor.

O değil de İrmik Helvası'na süt katılır mıydı? Deminden beri bu sorunun cevabını hatırlamaya çalışıyorum, hatırlayamıyorum. Hem insan annesini tarif ederken onu 'Asma Yaprağı' na benzetir mi? Hastane ziyaretini anlatmaya niyetlenip lafın sonunu helvaya bağlar mı? Nurten Teyze, kulakların çınlasın!

Hepimize iyi bir hafta sonu tatili diliyorum.

.

Perşembe, Mayıs 07, 2009

Bu senin için!


Acaba diyorum, yemek tarifleri yazan bir blog haline mi gelsem? Hani, suya sabuna da dokunmazdım, kafam rahat ederdi. Elbette, pazarcının firesine darasına bulaşmadan, kasabın etin sinirine girişine karışmadan? Becerebilir miyim? Bulaşmamayı. Bilmiyorum. Pek de fena bir fikir değil. Dur, birazcık yazmayı deneyeyim. Başlıyorum. Bugün beş çayına yakın karnım acıkınca, sivri biber kızarttım tereyağında. Bol tuzlu. Yanında 3 diş sarmısak turşusu ve acı biber salçası vardı, tabağa sızan yağlara taze ekmek banarak yedim. (Ülserim var. Kenara not alalım. Üç gün sonra iki büklüm yatağa yapışınca hatırlayıp okuyayım bu yazıyı) Acı biber salçasını tavsiye ederim. İstanbul'da yaşayıp da evde kendi acı biber salçasını yapamayanlar, Balık Pazarı'na uğrayıp alsınlar. Pazarın, İngiliz Konsolosluğu'na bakan tarafından girince soldaki turşucudan aldım. Tavsiye ederim, acı seviyorsanız bunun kıvamına bayılacaksınız. Sarmısak Turşu'sunu da aynı dükkandan aldım ama biber salçası kadar tavsiye edilesi değil.

Çocukluğumun Balık Pazarı.. Annem, Cumhuriyet Meyhanesi'nin önünde gördüğümüz, her seferinde de dayak yerken rastgeldiğimiz sarı saçlı kadın için, "bir zamanlar ayakkabısından şampanya içerdi erkekler..." demişti. Dayak yiyen o yaşlı kadının adını annemden, hikayesini babamdan öğrenmiştim. Cumhuriyet Meyhanesi'nin nadiren açık rastladığımız kapısından yoğun bir duman sızardı sokağa ve kesif bir anason kokusu burnumu sızlatırdı. Bütün pazarı ağzında sepetle dolaşıp, sahibinin siparişlerini toplayan küçük siyah köpeği de hatırlıyorum. Kaniş olmalı. Köşede "söğüş baş" satan parmaksız amca'nın tezgahı aynı yerde duruyor, parmaksızın oğlu olmalı o genç adam, hiç soramadım.

Yıldız Pavyon kapanalı çok oldu, Paris Kıraathanesi de... Ama okul dönüşlerinde mola niyetine boya sandığının yanına çöküp oturduğum "dede" de hâlâ oralarda fırça takırdatıyor. Gözleri parıldıyor beni her gördüğünde, elini öpüp içimi temizliyorum. Sadece soğan sarmısak yiyen ve sokakta yatan, adını bilmediğim o esmer adam öleli çok zaman olmuş mudur? Rivayete göre civarın en meşhur muhallebicisinin tek oğluydu. Sevdalanıp, meczup olmuştu kız bir subaya kaçınca. "Kara sevda" teşhisini ananemden ilk kez onun sayesinde duymuştum. Sokakta yaşardı. Durmadan sarmısak, soğan yerdi. Çok uzun yaşayacağını iddia ederdi. Onunla konuşmama izin vardı. Boyacı Dede'nin yanından kalkar, ona uğrardım. Hiç konuşmazdı. Ben neler anlatırdım, hatırlamıyorum. Keyfili günündeyse sarmısak ikram ederdi. Yerdim. Ne kadar az şeyden korkmak zorunda kalarak büyümüşüz ve ne şanslıymışız aslında.

Balıkçı Çetin Abi, 3-5 sene önce tezgahını kapatıp, tam karşısındaki balıkçıda işçi olmuştu, bu yıl rastlamadım. Umarım sadece emekli olmuştur. Dergazanyan'ın vitrinindeki kocaman, bakır kahve öğütme makinesinin gürültülü işleyişini izlemeyi ne kadar severdim. Üç Yıldız'dan alınmış çilek reçelini, Coşkun Kasap'ın "bu senin için!" diyerek pakete sıkıştırdığı kuzu böbreğini, Artemis'in tattırmak için hazırladığı kürdan saplı peynir küplerine uzanmayı, -her yıl biraz daha az parmak ucuna kalkarak hem de- özlüyorum.. Balık Pazarı'nı seviyorum. Her geçişimde durup tanıdık esnafa selam vermeyi, eskinin imtiyazını tazelemeyi seviyorum.

Balık Pazarı'ndan, çocukluğumun anılarını satın alıyorum.


Benden yemek tarifi yazarı olmazmış, anladım.
O zaman iyi geceler hepimize...


.

Pazartesi, Mayıs 04, 2009

Trash Bag


Yeni bir eve taşındım. Eski evim gibi bahçeli. Bahçe dediysem, eskisine göre mevcut toprak parçası iki karışı geçmez. Top yekün taş zemin değil ama, fisto çekmişin gibi betonun etrafına toprakla. İş güç, dert tasa, taşınma telaşını atlatmama fırsat vermedi. Validemin mecburi yatılı seyahati vesilesiyle durup biraz kendime ve etrafa bakma ihtiyacı hissettim.

Günlerdir kafamı toplayamadım, eve de tam yerleşemediğim için bahçenin keyfini çıkaramıyorum. Bugün işlere biraz mola verip toprağı karıştırmak, daha doğrusu üst katımda yuvalanan çöp bilmezlerin üretimini temizlemeye niyetlendim topraktan. Komşularım şimdilik rahat. Sessizliğimin fena sonuçlar doğurabileceğini anlamalarına ramak kaldı. Biriktiriyorum. Tam bunları düşünürken, başımın üzerinden zeytin çekirdekleri, yumurta kabukları ve simit parçacıkları döküldü yerlere. Başımı yukarı kaldırdığımda endişeli bir kafa balkondan aşağıya bakıp, geri çekildi. Yüzüme bakamayacak kadar utanmış olduğunu mu düşünüyorsunuz? Yanılıyorsunuz. Öyle olsa düzenli olarak çöpünü boca etmez bahçeme, iyimser olmayın bu kadar. Benim sessizliğim merakını dürtükledi ve başını yeniden uzattı. Bana yakalandı. Ellerim belimde, yukarı bakıyorum. Kim görse yüzümdeki ifadeyi korkudan yere yapışır, köpeğimden biliyorum. Ona ne zaman böyle baksam donar kalır.

- merhaba.. yeni taşındınız galiba..
- yeni taşındım.
- kuşlara şey'ediyordum sizi görmedim.
- yumurta kabuğu yemiyorlar, eski komşum da çok denedi ama beceremedi.
- ..
- zeytin çekirdeği de kabız yapıyor, ölüyorlar.
-..
- siz mi gelip toplarsınız bunları, ben mi toplayıp kapınıza bırakayım?
- e şey..
- tamam, zahmet etmeyin, ben hepsini toplar getiririm.

dedim, içeri girdim. Yazı yazmaya devam ettim. Ses çıkmadı komşumdan. Akşam sekiz sularında çöpümü üst kat komşumun kapısının önüne bıraktım. Tamamını. Battal boy. Ses çıkmadı komşumdan. Ondan ses çıkana kadar düzenli olarak çöpü kapısına bırakmaya devam edeceğim. Ses çıktı da, duymak istediğim sihirli kelimeyi sarf'etmedi.

Böyle yani...

Pazar, Mayıs 03, 2009

Zaman akıp gider durulmadan*


Uzun yıllardır, "ranini" mahlası ile sanal alemde gezinmekteyim. Ananemden miras. Küçükken adımla birlikte "ninni" yi yuvarlarken bulduğu bu isimle seslenirdi. Hiç yabancılamazdım, adımı aramazdım. Lakap seven bir ailede büyüdüm, belki de bu sebeple düşkünüm müstear isim kullanmaya, bilmiyorum. İtiraf etmeliyim, ailenin en sağlam lakaplı adamı, babamdı. Adının önünde, "fıstık" sıfatını taşıdı, ölene kadar. Mezar taşına yazmak istedim, annem izin vermedi. Niye annemi dinlediysem...

Mahlaslara yakın duruşum çocukluktan, kurguya yakın oluşum gibi aynı kaynaktan. Kendimi bildim bileli okuyan biriydim. Annemin anlattıklarından öğrendiğim kadarıyla "belimi tutamazken" kitap sayfaları çevirerek uykuya dalarmışım. Babamı da hep kitap okurken hatırlarım. Annem çığlık kıyamet söylenirken, babam odasına çekilir ve kitap okumaya başlardı. Annem, babamın bu umarsızlığına bozulur daha çok konuşurdu. Elindeki eserin onda yarattığı duygu durumuna göre babam ya kitabı bir kenara koyar kalkar ve annemi döverdi ya da bir sigara daha sarar kıçını dönerdi. "Kitap oku" demez, özendiren sonuçlar gösterirdi. En özendirici olan da kitap okumanın hayat kurtardığını öğrenmek oldu. Babam kitap okuduğu sürece annemin hayatı güvendeydi. Öyleyse benim de hayatım kurtulabilirdi. Öyle diyordu babam. Okudum. Ne okuduğumu unuttuğum zamanlar oldu ama okudum.

"Kitaplarla bu kadar haşır neşir birinin tek satır yazmaması hiç normal değil" demişti. Oysa bu lafı duyduğumda da yazarak para kazanıyordum. Basın bültenleri, konuşma metinleri, projelere ön sözler, son sözler, raporlar, kompozisyondan hallice sunumlar, spotlar, satış metinleri kaleme aldığım gibi yazan çizen adamları da denetliyordum, o lafa pek alındım. Yazıyorum zaten, dedim. "Başkaları için yazıyorsun, kendin için de yaz"dedi. Yıl 1992. İşte o gün bu gündür, yazmaya çalışıyorum. Önce Ekşi Sözlük sonrasında da bu blog sayesinde de kendim için yazdıklarımı paylaşmanın keyfine varıyorum. Şimdilik buralardayım, yarın bohçamı toplayıp nereye giderim, bilmiyorum. Bekleyip, göreyim diyorum.

Unutmadan,

Bir pazar kahvaltısında beni "blog" dünyası ile tanıştıran, blog açmama vesile olan Goddess Artemis'e,

Blog söyleşilerinin tüm misafirlerine,

Söyleşi teklifimi sorgusuz, tanışsız kabul eden, bana güvenen ve cesaret veren Ahmet Mümtaz Taylan'a,

Son söyleşisini bir türlü yazıp, bitirip, yayımlayamadığım, borçlandığım Bora Tekay'a,

Blog fotoğrafını ve daha nicesinin kullanımını bağışlayan ve söyleşilere gözüyle katkı sağlayan Vedat Ozan'a,

Gelip geçen, bakıp kalan, söz söyleyen, suskun gözleyenlere,

hepinize teşekkür ederim.

Gözünüze, dimağınıza, gönlünüze sağlık!

Böyle yani...