Cumartesi, Ekim 31, 2009

Durmak yaraşmaz!


Kartal açıklarında bakıma alınmış bir kömür tankerinin tepesinde 9 saat geçirdikten sonra hiç uyumadan gidip annemi hastaneden çıkardım. Tanker denilen nanenin üzerinde insan evladının gezineceği tüm alanların inişli çıkışlı olduğunu biliyor muydunuz? Ben bilmiyordum. Hani öyle sülün gibi uzanmış 120 metre tenekenin üzerinde göt kadar bir alanı merdivenlerle kullanılır ve yaşanır hale getirdiklerini sahiden de bilmiyordum. İn aşağı, çık yukarı temposuyla 9 saati deniz üzerinde geçirdim. Yorucu ama öğretici saatlerdi. Uzak yol gemilerinde çalışanların misal aylarca denizde kalıp, tek bir kez bile Kaptan denilen otoriteyle karşılaşmadıklarını, sokakta görseler, 'Lan bak bu bizim Kaptan' diyemeyeceklerini, gemilerde Kaptan Köşkü dışında duvarlarda takvim olmadığını, bütün duvarların yönetmeliklerle dolu olduğunu özellikle de uyuşturucu konusunda ciddi uyarıların ve yaptırımların olduğunu bilmiyordum. Zihnimde cevapsız kalan tek soru, "bu pislik sadece kömür taşıyan bu devasa deniz taşıtına has bir özellik mi?" oldu. Motor bakımı için Kartal açıklarına demir atan bu gemideki sözde yaşam alanlarının ne kadar pis olduğunu size anlatabilmem mümkün değil. 'Herhalde bakımda diye bu kadar pis ortalık' dediğimde mutfakta çalışan gemi personelinden biri, 'Valla abla siz geleceksiniz diye iki gün temizlik yaptık, bu gördüğün en temiz halimiz' diyerek cevap verdi. Daha da kimseciklere soru sormadım.

Önden gidip, ip halatla tırmanmak zorunda kalanlardan şanslıydım, yandan açılan bir merdivenle ulaştım gemiye. Merdivenin altına beyaz bir ağ gerilmiş. Basamaklar kaygan. Merdivenin iki yanında ufka uzanan demir tutacaklar paslı. Ayağım kaysa aşağıda bekleyen balıkçı teknesinin ortasına patlayacağım. Söylene söylene gemini güvertesine vardım. Gemi personeli günü geminin kıçında balık tutarak geçirdi. Akşama kadar istavrit aldılar. Bereketli bir gündü. Kızartırken ikram ettikleri istavritten 2 tane yedim. O kadar yorgundum ki istavrit bile keyifimi yerine getirmedi. Gemi mutfağının kilerimsi bölmesi tepeleme makarna ve hazır çorba paketleriyle doluydu. Dev çaydanlık ocağın üzerinde molasız fokurduyordu. Gemi telsizinden sık sık İngilizce ve Türkçe olarak, "İmralı'nın açığından geçiniz. Demirlemeyiniz." anonsları duyuluyordu. Bizim ekibe doğru gitmeye çalışırken yanlış köşeyi dönünce kendimi gemi personelinin kamaralarının bulunduğu koridorda buldum. Sahiden korkutucu. Boş kamaralardan birinin aralık kapısını itelediğimde odanın pisliğine inanamadım. Tuvaletleri anlatmama gerek bile yok. Bulunduğum gemi Rusya ve İspanya'ya kömür taşıyormuş. Bu durum belki de kömür gemilerine has bir mezbeleliktir.

Gemiyi tahliye etmeye başladığımızda gün doğmuştu. Eve gelip, üzerimi değiştirdim. Bütün giysilerimi makineye atıp en sıcak programda yıkadım. Hırkam düdük gibi oldu ama umurumda değil. Kaynar su eşliğnde saatlerce yıkandım yine de kendimi temizlenmiş hissetmiyorum, o da ayrı mesele... Birkaç saat sonra La Paix'ye gidip annemi hastaneden çıkardım. Eve yerleştirdim. ve kendimi yatağa attım. Bu sabah uyandığımda bütün eklemlerim sızlıyordu. Gün içinde oturup kalkmak, basamak çıkmaya çalışmak eziyet haline geldi. Sahiden de hamlamışım. Deliksiz uyudum dün geceyi ve bu sabahı. Yağmura uyandım. Evden çıkmaya mecalim yok. Bütün gün uyudum desem, yeridir. Kaslarımın ağrısı yarın azalır diye umuyorum. Annem, 18 gün süren tedavi ve mevsim sebebiyle durulmuş görünüyor. Yeni bir atakla karşılaşmadan önce bütün düzenini kurmuş olmayı planlıyorum. Bloga yazma alışkanlığımı kaybetmedim ama hayattan izin alamıyorum.



Böyle yani..



•• yevgenizamyatin / metro 2009

.

Perşembe, Ekim 22, 2009

Yorgunum..


Sabah saat 07.00 civarında yatağa sığındığımda titriyordum uykusuzluktan. Keyfim orta şekerli, sağlığım yerinde. Ortalama 2-3 saat uykuyla 72 saati ayakta devirdim. Elimdeki işi teslim ettim. Karnım aç. Gergin bir çalışmaydı. omuzlarımın tutulduğunu, "send" tuşuna bastıktan iki saniye sonra hissettim. Bir tarafım sokağa çıkmak, yürümek, hava almak istiyor. Tembel tarafım, "duşa gir sonra yay kendini koltuğa kıpırdama, hava almak istiyorsan bahçeye çık" diyor. Evvelsi gün "Melekler ve Kumarbazlar" filminin galasına gittim. Anlatacak ne çok söz biriktirdim. Ama ekrana bakarken gözlerim yanıyor, tuşlara basarken parmak uçlarım sızlıyor.

Saati kurup uyumak istiyorum. Uyanık Bar'ı izlemek istiyorum. Atv'de Kış Masalı var, ona bakmak istiyorum. Mustafa nicedir, gece kayıtlayıp sonra göz ucuyla bakmak istiyorum. Vizyonda, görmek istediğim iki sinema filmi var. Elimdeki kitabı bitirmek istiyorum. Yarın toplantı var, saçımı boyamam lazım. Annemi ziyaret etmem, giderken temiz çamaşır da götürmem lazım. Kısmetse, pazartesi günü hastaneden çıkacak. Şimdilik iyi görünüyor. Birkaç gün yanımda misafir edip, yeni hayatını anlatmam, ikna etmem, rızasını almam lazım. Sabah yastığa teslim olmadan önce iki parça palamut çözmüştüm, üşenmeyip kızartmak istiyorum. Kızartmayacaksam, tuzlayıp kaldırmam lazım. Havalar iyice soğumadan köpeği banyoya götürmem lazım. Çamaşırları katlamam, yıkayıp sefil ettikleri beyazları yeniden makineye tıkmam lazım.


Böyle yani..


•• Yevgenizamyatin/ 2 Eylül 2007 Kelebekler Vadisi/Fethiye

Cumartesi, Ekim 17, 2009

Sana acıyalım mı?


Gün'aydıran çayına sıkıntılarımı katık eden sordu: Sana acıyalım mı istiyorsun? Çözüm önünde duruyorken görmezden gelmenin başka bir anlamı olamaz. Çözüm önümde duruyor, ben kenarında dolaşıyorum. Mantık zincirin kopuk. Günlerdir. Aylardır. Yıllardır. Mantık zincirim kopuk, biliyorum. Bu keskin sohbetten bir saat sonra Erenköy'ün Baş Hekimi ile konuşuyorum. Çay ısmarlıyor. Önündeki dosyayı açıp annemin raporlarını okuyor. Hastaneye yatırmanın tek çare olduğunu bir kez daha dinliyorum işinin ehli bir ağızdan. Yaşı sebebiyle kullandığı ilaçların sık sık doz ayarlaması gerektirdiğini, benzer tanıya sahip hastaların ilaçla tedaviye gösterdikleri direnci, hastane yatışlarının süresinin ne kadar uzayabileceğini anlatıyor. Bilmediğim tek bir cümle kurmadınız, diyorum. Hiç öyle durmuyorsunuz. Duygusal davranmayın. Bu tür davranışlar hasta yakınlarının düşeceği en kötü tuzaktır, diyor.

Herkes yanılıyor olamaz. En azından görüneni yorumlayanların içinde bulunduğum durumu tanımlayışlarına kulak vermek lazım. Haklılar. Belki de sahiden bana acımalarını istiyorum. Ne kadar zor şartlar altında yaşadığımı ama yine de ayakta kaldığımı, kuyruğu dik tuttuğumu bilsinler, beni ayakta alkışlasınlar, takdir etsinler, övsünler, poh pohlasınlar, parmakla göstersinler istiyorum. Bilmediğim bir iç güdüyle aslında çoktan alınması gereken bir karara karşı direniyorum. Annenizi ihtiyacı olan tedavi şartlarından fazlasıyla ödüllendirerek kendinizi maddi manevi cezalandırıyorsunuz, bu da bir seçim ama sağlıklı bir seçim değil, diyor. Üzerime yapışmış, çok şık ama bir o kadar da samimiyetsiz duran 'çaresizlik' hırkasını benden başka herkes görüyor olmalı. Hastane Müdürü koğuşları gezdiriyor. Anneniz orada Vişnezadelerin büyük torununa komşu, burada ise Himmet Efendi'nin karısıyla odasını paylaşacak. İki hastane arasındaki tek fark budur, diyor. Hasta haklarından bahsediyor. Seferberlik ilan edilmiş, beni koşulların mükemmelliğine ikna etmeye çalışıyorlar. Direnmemek lazım.

Hastaneden çıktığımda yağmur dinmişti. Dün bir karar verdim. İçim rahat. Hiç ağlamadım. Bu ucuz ve demode melodramda kendime biçtiğim cıvık rolü pek beğendiğim için hikayeyi sündürdüğümü, çoktan yapılması gereken namuslu bir finali geciktirdiğimi ve rol çaldığımı artık biliyorum. Bütün gece bu gerçeği sindirmeye çalıştım. Hâlâ karnım ağrıyor ama önceki günlere, aylara kıyasla daha iyiyim. Uyanış senaryolarına inanmam. Mucize beklemiyorum. Bir cümle okudum, bir kitap buldum, iki göbek attım fevkaladenin fevkinde lüks mevkiideyim diyemiyorum. O sebeple beyaz bir kağıda kocaman harflerle gerçeği yazdım, karşıma astım. Zihnim bulanınca bakıyorum. Kağıdın üzerinde, 'Son zamanlarda tanıdığım en şımarık insansın' yazıyor.

Böyle yani..




••
Baca, originally uploaded by yevgenizamyatin


.

Çarşamba, Ekim 14, 2009

İçeriden bildiriyorum...


İki gündür taslak olarak kayıt altına aldığım yazı sayısı bir elin parmağı kadar. Tuhaf bir şekilde yazamıyorum. Aklımın karmaşasını yazarak dindirdiğim doğrudur. Yazamadığım zamanlarda zihnim kirini pasını içime akıtıyor. Kirleniyorum. Dünü uyuyarak bitirdim. O kadar uyudum ki sabah yüzüm gözüm şişmişti. Bugün mecburen sokağa çıktım. Anneme üst baş götürmem lazımdı. Götürdüm. Doktoruyla görüşmem lazımdı. Görüştüm. Doktora garip sorular sorduğum için mi, sorularına garip cevaplar verdiğim için mi bilmiyorum ama, birkaç gün kullanmam için bir ilaç verdi. Eşantiyon. Eve geldim. İlacı içtim. Uyudum. Uykudan boyun ağrısıyla uyandım. Uykuya alışmamak lazım. Uyumak güzel de, uykuya kaçmamak lazım. Zihni tembelleştiriyor. Ruhu nasırlaştırıyor. Ayakta kalmak lazım. Şükr'etmek lazım. Hayatta ne acılar var, diyerek avunmak, başa gelenlerle savaşmak lazım. Ne bereketli bir temadır savaş. Konusunu savaştan alan ne çok kitap yazılmış, resim yapılmış, şarkı bestelenmiş, film çekilmiş ve ne çok oyun oynanmış. İnsanın 'yaşasın savaş!' diyesi geliyor.

İçeriden bildiriyorum. Asayiş berkemal, rakım yerin dibi..




•• yevgenizamyatin / bir nesne


.

Pazartesi, Ekim 12, 2009

Ne düşünüyorsun?


Küçük adımlar at... Kriz anlarında öncelikle ilk 1 saati planlayarak devam et hayata, demişti bir dostum. Birkaç gündür sesimin kesilmesi, tadımın fena halde kaçık olmasıyla ilgili. Kaç kere yemin ettiğimi, söz verdiğimi ben bile unuttum. Annemin her hastane çıkışında, vezne başında faturayı öderken ve ödedikten bir süre sonra yanımda yöremde bulunanlara, "ulaan bu kadını bi daha la paix'ye yatırmaya kalkarsam, iki olsun!" demişliğim vardır. Sürpriz! Annemi hastaneye yatırmam gerekiyor. Hastalandığından bu yana ilk kez manik hali bu kadar kontrol edilemez ve öfke dolu oldu. Ele avuca sığmadığı gibi aşırı derecede de saldırganlaştı. Önceki yıllarda manik zamanlarında yine gece yarılarına kadar eve girmez, susmak bilmez, uyumaz ama kimseye özellikle de bana zarar vermez, can yakmayı bağırıp çağırmayı aklından bile geçirmezdi. Bir süredir tedavisinin gerekleri ile ilgili en küçük bir cümle bile kuramayacağım kadar haddizatında bu konuda ima bile kabul etmeyecek kadar sinirli hale geldi. İlacını içmeyi unutma, dediğim anda bile öfke kusuyor, bağırıp çağırıyor. Ufak tefek darp olayına bile girmeye başladı.

Annemi bu hastalık sürecinde yalnızca depresif olduğu yani en dibe indiği zamanlarda hastaneye yatırdım. Hani artık oturduğu yerden bile kalkmamak için bahaneler uydurduğu, ağzına verdiğiniz lokmayı tükürdüğü, dolu su bardağını bile kendi başına ağzına götürmediği zamanlarda hastaneye yatırdım. O sebeple bu öfkeli hali benim için de oldukça yeni ve tedbirsiz yakalanmama sebep oluyor. Hastalığı ilk kez teşhis edildiğinde yani 10 yıl önce o zamanki doktoru yaş ilerledikçe bu manik- depresif geçişlerin zaman aralıklarının da oldukça kısalacağını söylemişti. Görüldüğü üzere de annem hastaneden çıktıktan 3 ay sonra yeniden hastaneye yatacak düzeye geldi. Gözüm aydın! Uzun zamandır annemin hastalığı ve getirileriyle baş etmeye çalışırken küçük adımlar attım. Önümde görünen ilk virajı kazasız belasız almayı hesapladım. Dur bakalım önce bugünü atlatalım, dedim. Ancak görünen o ki hızla daha radikal kararlar almak zorunda kalacağım.

Bu gece gizlice annemin evine gittim. Geçtiğimiz iki hafta içinde iki kez evinin anahtarını -bir tanesinde çantasıyla birlikte- kaybettiğini ve kapının kilidini değiştirdiğini söylemişti. Bu gece gördüm ki kilit hiç değişmemiş, kaybettiğini söylediği çantası da küçük odadaki komodinin alt çekmecesinde duruyor. Komodinin çekmecesi düzenli olarak içtiğini söylediği ilaç kutularıyla, doktorun verdiği sözde 'eşantiyon' ilaç kutularıyla doluydu. Annem ilaçlarını içmiyor. 15 gün önce yapılan kan tahlili düşük çıkınca ilaçlarını en azından düzenli olarak içmediğini anlamıştık. Doktoru bir şans daha verdi. Konuşup ikna etti, yeni bir ilaç programı hazırladı. Kullandığı diğer ilaçları bırakıp tek bir ilaca geçti. Bunu da içmiyor. Elbette gece körü tetiklenip, kıçına neft yağı sürülmüş gibi annemin evine gitme sebebim zaten bildiğim bu gerçekle yüzleşme ihtiyacı değil. Geçen hafta evde çalışan kadına telefon edip, "Yürüyen merdivenlerden düştüm kafatası kemiğim çatladı. Memorial'dayım ama çocuklarının ölüsünü gör kızıma söyleme, çok üzülür." dediğini öğrendiğimden beri zaten diken üzerindeydim. Bu akşam da yakın bir ahbabımıza telefon edip, "İki hafta hastanede yattım. Kızımın haberi yok. Hastane parasını ödemek için tefeciden borç aldım, geri ödemem lazım." diyerek para istediğini öğrenince benim mekanizma toptan iflas etti. Önce bir ağlama krizine tutuldum. Ağlamam kesilince de bir an önce evden çıkmam gerektiğini hissettim. İlk defa evde yalnız kalmaktan, tek başıma olmaktan korktum.

Tepkilerimi kestiremedim ve evden çıktım. Bir arkadaşıma gittim. Sakinleştim. Eve dönerken annem aradı ve, "feriköy'deki emekliler evine çay içmeye gidiyorum, merak etme." dedi. İki dakika sonra kendimi annemin evinde buldum. Evde ne aradım? Bİlmiyorum. Geçmiş zamanlarda annem hastaneye yattığında sağa sola, esnafa ya da arkadaşlarına küçük borçlar yaptığını öğrenirdim. Nerede ve kimde olduğunu bir türlü bulamadığımız, annemin ise hiç hatırlamadığı elektrik süpürgesi, ütü ya da düdüklü tencere taksitlerini ödemişliğim, her hafta eline makul miktarda para verdiğim halde çay bahçesinin garsonu tarafından utana sıkıla yoldan çevrilmişliğim vardır. Söylediği yalanların tuhaflığından, ihtiyaç içinde olduğunu ima ettiği anda yanımızda yöremizdeki insanların doğrudan vazifelerime yönelen bakışlarının karanlığından rahatsız olmaktan vazgeçeli çok oldu. Annemin hastalığının islâh edilemezliğini açıklanamaz bulanların inceden suçlayıcı ses tonlarını çoktandır duymuyorum. Bu gece sade ve sadece (kulakların çınlasın!) borç olarak istediği parayı acaba ne için kullanacaktı sorusunun cevabını düşünüyorum. Bu sefer oldukça yüklü miktarda paraların peşine düşmüş olmasının umarım sağlam bir gerekçesi yoktur diye umut ediyorum. Umut ediyorum ama, iki saattir de mide ağrısından kıvranıyorum. Bu ağrının, götüme girmesi muhtemel sağlam bir kazığın habercisi olmamasına da gönülden duacıyım.

İkimizden birinin bu amansız gidişi durdurması gerekiyor...




••
Yevgenizamyatin, BüyükAda -31 Mart 2008

.

Perşembe, Ekim 08, 2009

Magazin Terörü


Timuçin Esen, bu sabaha karşı uğradığı medya teröründen kafasında 12 dikişle kurtulmuş. Buna kurtulmak denirse... Kalabalıkların önce "Gönül Yarası" adındaki sinema filmiyle sonra da Kanal D'de yayımlanan "Hırsız Polis" dizisiyle tanıdığı oyuncu dün gece sabaha karşı, bar çıkışında görüntüsünü almak isteyen magazin muhabirleriyle ters düşünce bugün ana haber bültenlerine kapak oldu. İçler acısı görüntülerine bakamadım bile. Geçmiş olsun. Şahsen Esen'e yaşatılan bu tacizden dolayı utandım. Yüzüm kızardı. İçim acıdı. Gözlerim yaşardı. Ancak perşembenin gelişi, sahiden de çarşambadan belliydi. Hafta başında gazetelerde Timuçin Esen'i yine bir sabah eğlencesinden dönerken yanında kafasına örtü geçirmiş bir hanımefendiyle gördüğüm anda, düğmeye basıldığını az çok piyasa görmüş, iki gram racon bilen herkes gibi ben de anladım. Esen'in etrafında bir tane aklı başında adam yokmuş ki onlar anlamadılar. Yani Esen'in başını yakan biraz da bu özel durumu oldu. Oyuncuların da insan olduğunun unutulmaması gerektiğine inanıyorum ve en basit yaşamsal haklarından bile tecrit edilerek nefes almaya zorlanmalarına sonuna kadar karşı çıkıyorum. Ancak kafası kapalı bir kadınla görüntülenen adama da, "Abi sinek gibi götüne yapışacak şimdi bu magazinciler, gel başka bir yerde iç ya da kıçını kır evde otur. Hiç değilse üç-beş gün için görünme ortalıkta. İçecek mekan mı yok bu ebesini siktiğimin İstanbul'unda?" demesi gereken birileri olmalı. Timuçin Esen de etrafında benzeri söylemler üreten kimi insanlar varsa, o seslere kulaklarını tıkamamalı.

Maalesef kimi insanların sıradan olana göre daha dikkatli ve kapalı yaşamak zorunda olduğu göz ardı edilmemesi gereken hassas bir gerçektir. Elbette Esen'e uygulanan bu polis- medya tacizini lanetliyorum. Tek derdi bir an evvel güvenli evine gitmek olan bir insanı bu hale getirenlerin insan olması ne acı. Sırf bu sebeple de Esen'in şuurunu kaybedecek kadar içmesini de içinde bulunduğu konum sebebiyle doğru bulmuyorum. Af buyurun amma bu anlamda özgürlüğünü ve ruhunu kiraya verenler şeytanla imzaladıkları anlaşmanın her maddesine riayet etmek zorundadır. Tiksinerek kuruyorum bu cümleleri ama tiksintim gerçeği gölgelemeyecek. Medyaya patlayanlar, muhabir tacizine uğrayan, pırıltılı hayatın getirisi olan terörden müşteki olanlar biraz da dönüp kendilerine bakmayı ve günah çıkartmayı öğrenmelidir. İçen sıçan, zamparalık yapan, yaşamın sunduğu nimetlerden yararlananların sayısı sadece gazetelere kapak olan 3-5 oyuncudan, işadamından velhasılıkelâm top yekûn bu popüler isimlerden mi ibaret sanıyorsunuz? Tarlabaşı sokaklarında taş sektirme peşinde koşarsan, sokaktan kaldırdığın üç tane pancar motoru şehrin göbeğinde mukim 5 yıldızlı bir otele park etmeye kalkarsan, elinin yettiği her kadını/ erkeği yaş haddi uygulamadan sırf iktidarını kullanarak düdükler sonra da şehir efsanesi gibi anlatır durursan ve ağzın hariç diğer bütün deliklerinle içki içersen; gün gelir seni avlarlar, kim olduğunu umursamazlar ve canını yakarlar. Acıtır ama gerçektir.

Yukarıda verdiğim her örnekten bağımsız ve alakasız olarak Timuçin Esen'in işbu iğrenç oyunun kurallarını kafasına atılan 12 dikişle, sokaklarda sürüklenerek, elleri kelepçelenerek göz altına alınma pahasına ve bu kadar acıtılarak, örselenerek öğrenmek zorunda kalmamasını dilerdim.

Böyle yani...





••
Yevgenizamyatin/ Haziran 2009 Şişli- "Film is not dead"

.

Hatırlamalı: Gül Suyu


Eski zamanlarda mübarek günlerde cami avluları gülsuyu ile yıkanırmış. Sümerlerden bize yadigar bir yetenektir ki avrupalılar dahi bizden öğrenmiştir gülü imbikten geçirip yağını, gülab'ını ayırmayı. Yemek sonrası gülsuyu ve kahve ikramı da eski bir gelenektir. Benim çocukluğumda haddizatında bir asırı aşkındır ki Hacı Abdullah Lokantası gümüş ibriklerle ikram ederdi gülsuyu ve kahveyi misafirlerine. Üstelik üretimi esnasında hiçbir hayvan üzerinde test edilmesi gerekmez. Saftır, katkı maddesi içermez.




•• Eminönü, originally uploaded by yevgenizamyatin.

Pazar, Ekim 04, 2009

Pazar Keyfi: Yağmur


Yağmur yağıyor. Koşar adım sığınıyorum Cihangir mekanlarından birine. Galiba karnım aç. Tuhaf. Kahvaltı denilen sözde günün en kıymetli öğününü yıllardır atlarım. Eh, öğle yemeklerine de düşkün olduğum söylenemez. Öğün sadakatimi tetikleyen tek durum mevsim dönüşlerinde azan eski dost ülser kramplarıdır. Kapının önündeki boş masalardan birine oturunca gerçekten acıktığımı da anlıyorum. Ülser mevsimindeyim. Buharı kendinden büyük çayımı yudumlarken renkli gazetelere bakıyorum. Magazinin yapay krizler sunan cıvık gündemi içimi rahatlatıyor. Özgü Namal son sinema filmi "İncir çekirdeği"ni bitirmiş. Gişeden pay alacakmış, "ben mühim değilim, sinema kazansın" demiş. Sibel Can elim bir sahne kazası atlatmış. Göğüs dekoteli turkuvaz elbisesinden sol memesi fırlamış. Bakalım, üç çocuk emzirmiş kabına sığmaz firari memelerin getirisi kaç ekstra olacak. Timuçin Esen gece gezmeleri esnasında yanında bir kadınla yakalanmış. Tam da yeni bir işe başlayacakken olacak skandal mı bu? Zaten eşlikçi hanım kızımız da medyaya malzeme olmak istemediği için yüzünü flaşlardan gizlemiş. Münevver'in öldürüldüğü eve TMSF baskın yapmış.

Ne hikmetse, tam bu esnada yağmur şiddetini arttırıyor, gazete okumak olanaksız hale geliyor. Magazin merakımı katlayıp kenara kaldırıp, kahvaltıma konsantre oluyorum. Dakikalardır omzumun üzerinde dikilip duran genç kadının tek niyetinin de sigara içmek olduğunu o zaman anlıyorum. Karnım açken kafam çalışmıyor. Tepemde dikilip sigara içiyor ve yan masada oturanlara yabancı ülkelerdeki tiryaki yanlısı uygulamaları anlatıyor. Başımın üzerindeki vızıltıdan kurtulmak için bakışlarımı yeniden renkli sayfalara gömüyorum, magazin turlamasına devam ediyorum. Meltem Cumbul ve Kıvanç Tatlıtuğ 1 ay süren küslük döneminden sonra nihayet barışmışlar. Vatana, millete hayırlı olsun. Bu kıymetli haberi sanal aleme kuşlar uçurmuş. Barışmanın perde arkası sanal medyanın yansıdığı gibi gelişmiş yani af dileyen ve barışmak isteyen Kıvanç Tatlıtuğ olmuş ise, ben de eğer kadın denileni bir milim tanıyorsam, tez zamanda yiyeceği kazığın acısını ömrü billah debelense unutamayacak, silemeyecek bir adama bakıyorsunuz derim. Hem de Tatlıtuğ'un yediği kazık, sebep olduğu rivayet edilen 'aldatma' olayı gibi fısıltı gazetelerinde üçüncü sayfa haberi olarak geçiştirilmeyecek, 'duvarlar yükselmeden önce' yedi düvele kapak olacak. Bekleyip görelim..

Bulutlar yükünü döküp yollarına devam ediyor. Yağmurun asfaltta bıraktığı alacalı ışığı seviyorum. Yağmurlu havaların mucizesine inanıyorum. Çamaşırları bahçeye asarak kurutamayacağıma yanıyorum. İki gün süren saldırıdan sonra sağ gözüme çöreklenen arpacık pes etti, geri çekildi. Gözüm açılınca gezme hevesim de yerine geldi. Bitirmem gereken tonla iş var ama başlayasım yok.


Böyle işte..



•• Yevgenizamyatin- Galata Kulesi



.

Cumartesi, Ekim 03, 2009

Çocukluk sirkimin kulis arkası...


218 gün, 15 kilo sonra Deniz Seki tahliye oldu. Şubat 2010'da mahkemesi varmış. Gördüğü kabustan da uyanmasını umuyorum. Popüler isimler üzerinden uyuşturucu/ uyarıcı alışkanlıklarını tartışmak istemem. Ahir ömrüm boyunca esrarkeş bir babadan başlayarak uyuşturucu ya da uyarıcının kucağında keyif çatan onlarca insanla yan yana durdum. Kokainman bir sevgili, eroinman abiler, papikçi arkadaşlar vesilesiyle uyuşturucunun insan evladına yaşattığı her duruma şahit olarak büyüdüm ve yaşlandım. Uyuşturucu alışkanlığına kapılmanın gerekçelerini kendi aramızda da tartışır dururuz. Nedir gerekçesi? Dertlerini unutmak, merak, bir dolu kaz kafalı tarafından kıstırıldığın boktan bir ortamdan soyutlanmak, sadece üfleyerek yüksek kafa olabilmek yani yaratıcığınının tetiklenmesi, zevk almak, acılarını dindirmek mi? Ya da sadece yakınınıza kadar girmiş birinin ikram etmesi mi? Uyuşturucu zihin ve beden denilen karmaşık yapının hangi deliğini dolduruyor, neremize dokunuyor da bizi içine alıyor? Gerçekten bilmiyorum. Uyuşturucunun serbest düzende kol gezdiği bir mahallede esrarkeş bir babanın, esrarkeş arkadaşlarının kucağında büyüdüm. Merak ettim, sordum, öğrendim. Bastım, pişirdim, sardım, dumanaltı oldum. Dertli ablalarımıza müsekkin olacak diye babamın tabakasından esrar çaldım.

Yetiştiğim dönemin ve yaşam koordinatlarımın zemini pek uygun hale getirmesine rağmen beni o patikaya sapmaktan alı koyan ne oldu? Çok düşündüm. Travmatik bir çocukluğa, karanlık bir okyanusta debelenen o ilk gençliğe ve onca sebepsiz acıya rağmen beni uyuşturucudan uzak tutan ne oldu? Uyuşturucu sebepli ölümler gündeme her geldiğinde uzman olanın sunduğu sihirli formülü dikkatle dinlerim. Önerilen tedbirlerin tam tersi bir hayat sürmüş olduğum halde neden uyuşturucu kullanmadım? Merak, ikram, vaad, özenti, ulaşım kolaylığı, model bolluğu velhasılıkelam uyuşturucunun sızabileceği her kapının ardına kadar açık olduğu bir hayatım oldu. En yakınımda duran ve kocaman sigarasının dumanından yarattığı renkli rüyalara keyifle dalan o ufak tefek adamın, müdavimi olduğu çok eğlenceli dünyaya balıklama atlamamı ne engelledi? Uyuşturucu, kaç kez evden kaçıp katılmayı düşündüğüm bir sirktir. Ne kadar merak edersem edeyim filin hortumundan ne göründüğünü, tekerlekli bir evin yeni manzarasını, sepetteki yılanları, şapkadaki tavşanları, dans eden fokları, palyaçonun ayakkabısını, trapezci kızın şemsiyesini; her seferinde aslanın kocaman açılmış ağzı, o karanlık mağara geldi aklıma...


Böyle yani..




•• yevgenizamyatin / 28 Mayıs 2008 Siem Reap


.

Cuma, Ekim 02, 2009

Arpacık...


Birkaç gündür sağ gözümde korkunç bir ağrı vardı. Sinirsel olduğunu tahmin ederek, pek ilgilenmedim. Yaşlandıkça doktora gitme alışkanlığımı da kaybediyorum. Eski zamanlarda hapşırsam kendimi doktorun kapısında bulurdum. Neyse. Dün sabah uyandığımda gözümün ağrısı geçmişti. İşe gittim. Bu arada sakın ola ki sabahları gün ağarmadan Cihangir civarından yürüyerek Taksim'e çıkmaya kalkışmayın. Cihangir Caddesi'nde, o saatlerde korkutucu bir hava esiyor. İlk Yardım'ın önüne kadar rahat yürüdüm. Sonrasında ise tinerci çocukların arasından geçmek gerekiyor. Geçemedim. Geri dönüp taksi durağına sığındım.

Akşam üzeri eve geldim. Yorgundum. Biraz uyumak niyetiyle uzandım. İki saat kadar uyumuşum. Mehmet Ali Erbil'in sesiyle uyandım. Uykudan kalkınca etrafın bulanık olmasına alışkınım ama bu sefer farklı bir görüş kaybı vardı. Anlam veremedim. Sağ gözüme perde çekilmiş gibi görüş sıfır seviyesinde. Hemen bir ayna bulmam gerektiğine karar verdim, Buldum. O ne? Sağ gözüm kapalı. Hayvan gibi bir arpacık sağ gözümü kapatmış. Çocukken de arpacık çıkarırdım ve rahmetli babam her seferinde, "Madem burnunu karıştırıyorsun bari ellerini yüzüne gözüne sürme, değil mi sıpa!" diyerek yarı alaylı bir ses tonuyla azarlardı. Utanırdım. Çok utanırdım. Aynaya baktım, utandım.

Annem, arpacığımı kırklardı. Babam tuhaf sarı bir merhem sürerdi. Ananem sıcak kaşık basardı. Babam ılık suyla ıslattığı pamukla silerdi gözümü. Babanem sarmısak sürerdi. Çok canım yanardı. Anlayacağınız tedavisi muhtelif biçimlerde tezahür eden eski dost arpacık geri döndü. Hormonlu domates gibi şekilsiz sağ göz kapağımı açık tutamıyorum. Ekrana uzun süre bakamıyorum. Acıyor. Yanıyor. Kirpiklerim birbirinden ayrılmak istemiyor. Elimde mucize merhemimle arpacık katili olmaya niyet ettim, dolanıyorum. Bütün bunların dışında haftayı o kadar gergin ve yorgun geçirdim ki iki satır yazmak gelmiyor içimden. evin içinde dikkatimi çeken tek obje: Yastık... Her fırsatta kıvrılıp uyumak istiyorum.


Pastırma yazının tadını çıkarın!
Böyle yani...





•• Yevgenizamyatin, 29 Ağustos 2006 Yalova

.