Salı, Eylül 28, 2010

Hayat Ağacı


İclal Aydın'ın canhıraş bir heyecan ile kanat çırpıştırdığı darbe niteliğindeki programı Kanal D'yi nazarımda 10 (on) yıl geri götürdü. Deha seviyesinde bir pırıltı ile tasarlanmış içeriği olan bu programı içimde bir bilinmez sıkıntı ile izledim. Programın suçu yok. Allah da biliyor, Seda Sayan yayında Swarovski ile sıvanmış yaka mikrofonu taksa sıkıntımı gideremezdi. Lakin kabul etmeliyim ki İclal aydın'ın da işi zor. Yerel kanallarda durum nasıl bilemiyorum ama, ulusal kanallarda o saat diliminde ayakta kalmak gerçekten de her baba yiğitin harcı değil, Allah yardımcısı olsun. İclal Aydın hafta içi, her gün, saat 14.00'da yayına giriyor. Brüt olarak 1 saat 40 dakika ekranda kalıyor. Aynı saatte ekrana sürülen rakipleri, dizi tekrarları ve Show Tv'nin yeni sefaleti "Nikahta Keramet Var (NKV)" gibi uyduruk işler. Hayat Ağacı, ilk haftanın sonunda ne mutlu ki Show Tv'yi solluyorken (NKV'a da geçilse ilk haftayı tamamlayamazdı zaten) dizi tekrarlarının altında kalıyor. Özet olarak söylemek isterim ki İclal Aydın ekranda kalmak istiyor ise yayım saati sonrasında eline aldığı karne, kanalın zaten bedelini ödeyip, kaymağını yediği bir işi o saatte yayına sürmesi halinde alacağı sonuçtan daha parlak olmalıdır. Ne zor değil mi? Bu gidişle de bunu başarması biraz zor görünüyor.

Hayat Ağacı'nı sadece bir kez izledim. Konuk bulmakta zorlandıkları aşikar. Filvaki benim için bilgilendirici de bir program oldu. İzah edeyim. İclal Aydın'ın yayına telefonla katılan bir izleyicisine, "Ayol, maşallah ne güzel anlatıyorsun, şimdi İrfan Şahin diyecek ki sen bırak Feşmekan Hanım sunsun artık programı.." tadındaki şen şakrak beyanından anladığım kadarıyla birkaç ay önce (6- 7 ay olmuştur, senesi geliyor nerede ise.. zaman nasıl da geçiyor) Doğan TV Holding’in CEO'su olan Sayın İrfan Şahin halen yönetimi altındaki her kanal ve o kanallarda yayımlanan her program ile tek tek ilgilenmekte, ıkın sıkın 1 rating alabilen bir programın sunucusunun değişmesi gibi küçücük konularla bile bizzat meşgul olmaktadır. Ne hoş..


Böyle yani..



••
Fotoğraf ilgili kanalın resmi web sitesinden alınmıştır.

Cumartesi, Eylül 18, 2010

Perran Kutman'dan Deli Saraylı


Ne yazık ki başlık yaptığım bu tanıtım cümlesini duyduğum ilk günden beri sonucun böyle olacağını tahmin ediyordum. Şaşırmadım. Hangi sonuç mu? Anlatıyorum. Son yayımladığı sefalet, "Evcilik Oyunu" sebebi ile Show Tv'yi boykot ediyorum. İzlemiyorum. O sebeple dün gece "Türk halkının nabzını benden iyi bilen yoktur, ne yazsam tutar" tadındaki açıklamasından sonra ürettiği her projesi batan Osman Sınav'ın yeni dizisi "Kılıç Günü"nü ve yazar ekibi değiştiren, "Hanım'ın Çiftliği"ni izleyecektim. Böyle planladım gecemi ama planladığım gibi olmadı. Yayım vaktine doğru ağır bir kaşıntı tuttu. Yeminimi bozdum. Gani Müjde'nin hatırına Deli Saray'lıyı izledim. Mutsuzum.

Fikir mükemmel. Mükemmelden de önemlisi, kusursuz. Fikrin hayat bulduğu "dönem" on numara önemli, civcivli ve yazan adam için ab-ı hayat niteliğinde. Hikayeyi fısıltı gazetesinin manşetlerinde gördüğüm ilk günden beri ekrana çıkmasını gülümseyerek bekliyordum. Nihayet dün gece ilk bölümü yayımlandı. Projenin yönetmeni Aydın Bulut, ödevini iyi çalışmış, 1000 numara iş çıkarmış. Sokağa, döneme, geniş kadraja, kumandanın selam çakan mahmuzlarına tek kelime edemem. Allah için sanat yönetimi de iyi çalışmış. Ha, elbette didiklersek yüzlerce hata bulur, sayar dökeriz ama fikir o kadar parlak ki gerek yok, hırpalamamak lazım.

Gelelim oyunculuklara.. Perizat bildiğin, Perihan, Şehnaz, Afet.. Bir milim değişikliği yok kostümleri görmezden gelirsek. Oysa üzerine basa basa "diğerleri göz hizamdaki karakterlerdi, bunu bilmiyordum. ilgimi çekti" diyerek rolünü övmüştü yedi düvele Perran Kutman, doğal olarak ben de başka bir kadın izlemeyi umdum, dört yıl aradan sonra ama bulamadım. Mahsuru da yok. Perran Kutman bize sunduğu her haliyle izlenmesi gereken bir oyuncudur ama bilinsin ki kimsenin Perizat'a kuş kondurduğu yok. Çetin Tekindor ise tam aksine Miralay'dan bozma uşak karakterinde doğuştan armağan edilmiş yeteneğini konuşturdu. Yönetmen nadiren de olsa kimi anları ( yorgunluktan olsa gerek) es geçip adamın oyununu bölse de Tekindor, karakterinin her milimetresini konuşturdu Allah için, gönlüne sağlık olsun.

Deli Saraylı'nın, Cüneyt Türel, Ani İpekkaya, Ünal Silver, Engin Alkan, Öner Erkan, Özge Özpirinççi, Kenan Ece, Melis Birkan, [ve yapımcı şirket yüzünden adına ulaşıp yazamadığım. açasın adam gibi bi site koyasın full kadronun adını?] gibi oyunculardan oluşan çok değerli bir kadrosu var. Bazı plastik malzemelerin seçimi gereksiz olmuş, yerlerine no name oyuncu koysan da bal gibi olurmuş. Sonuçlara bakınca da izlenirliğe bir katkıları olmadığı ve olamayacağı da ortada üstelik.. Kim mi? Eleştiriden öğrenen, rol paylaştığı iri isimlerin yeteneklerinden etkilenip, kendini geliştiren bir malzeme olmadığı için isim bile telaffuz etmeyeceğim. Neyse..

Çoğunluğun aksine projenin seçtiği ingiliz aksanlı Türkçe'yi çok sevdim, başarılı buldum. Ne tuhaf bir insanım değil mi? Ez cümle, Deli Saraylı AB'nin gösterdiği ilgiyi kabartıp listede biraz daha yukarılara doğru tırmanırsa ne hoş olur aksi halde 4-5 bölüm sonra tozlu raflardaki yerini alır. Yemin ederim, projenin fikrine de yazık olur. O sebep, biraz abanıp izleseniz diyorum..

Ah.. Unutmadan... Haluk Bilginer, Mehmet Turgut'a verdiği röportaj esnasında kendi adının da alfabetik sıra ile listelendiği sıfatı yani "oyuncu"ların bir kısmını "yavşak" olarak tanımlamış. olsun. Benim için mahsuru yok. Her insan evladı, her sözü söylemekte özgürdür. İstediği sözü söylemeye en çok da Haluk Bilginer'in hakkı vardır. Ancak kim yavşak, kim taşşak tartışmasını yeniden başlatırken bulunduğu sektörün sorunlarına da aynı rahatlık içinde dalmasını ve kemikleşmiş meseleleri yorumlamasını beklerim. Beklemek de benim özgürlüğüm. Yoksa popüler bir söylem peşinde koştuğunu daha da fenası an itibari ile bulunduğu mekanda volta atarak röportajını yayımlanmadan önce son birkez okuyup, onay vermediğine bin pişman olduğunu düşüneceğim.



Böyle yani..


.

Çarşamba, Eylül 15, 2010

Öyle bir geçer zaman ki


Metro'nun Taksim girişine 12 Dev Adam'ın portrelerini asmışlar. Her biri diğerinden mükellef fetiş objesi okullu kızlarımız dev portrelerin önünde dikilip fotoğraf çektiriyorlar. Fetiş objesi mi? Öyle değiller mi? Hepsinin eteği kıçının tepesinde, bak şu hallerine! Bu nasıl aciz bir argüman elin sabisi hakkında, edep yahu? Daha on yıl önce giydiğin yırtmaçtan kursağın görünüyordu, yakışıyor mu sana böyle konuşmak? Tamam da, ben İstiklal Caddesi'nin göbeğinde sergilemiyordum kursağımı, ayrıca.. Derken, durdum. Yolun ortasında durdum. İç seslerimin utanç verici kavgasının yarattığı şaşkınlıktan kurtulmak için Kızılkayalar'a girip çift kaşarlı tost yedim. Sustum. Sorgulamadım. Sadece karnımı doyurdum. Hesabı ödedim. Yeniden yürümeye başladım. Hızlı yürüyünce birkaç metreden sonra sağ dizim ağrıyor. Yavaşlıyorum. Sahiden yaşlanıyorum. Gün be gün eskilere benziyorum, eskiyorum. Eskidikçe tuhaf sosyal kurallara biat ediyorum. Bu içler acısı halim örselenmiş bedbin egomun, yıkılmış bedenimle elele vererek oynadığı acımasız bir oyundan mı mütevellit, bilmiyorum. Zaman işte, tuzu kuru ne de olsa, halinizi umursamadan geçip gidiveriyor.

"Öyle bir geçer zaman ki", dün gece Kanal D ekranlarında yayıma girdi. Projenin yönetmeni Zeynep Günay Tan ve sanat yönetmeni Murat Güney blog okurlarının yakından tanıyıp, bildiği isimler. Benim de mesleki aşklarına, işe gönül koyuşlarına, meseleyi profesyonel yöntemlerle kotarışlarına hayran olduğum iki genç insan, onları seviyorum, biliyorsunuz. Bu sebeple diziyi izlerken çok korktum. Yutkunmak zorunda kalmaktan, sevemediğim şeyleri görmezden gelmekten ürktüm. Hoş, artık dizi eleştirisi de yazmıyordum ama yine de korktum. Çünkü blogda olmasa bile, sözlükte bu proje ile ilgili iki satır fikir beyan etmem gerektiğini biliyordum. Ne sebeple kendimi bu kadar önemsediysem artık... Nitekim, dizinin yayımından sonra sözlükten aldığım içtenlikli bir mesaj öngörümü doğruladı. "Çalışmaya başladığımız ilk günden beri acaba ne yazacaksınız diye merak ediyordum" diyen sözlükdaşım sayesinde korkumun sebebini anladım. Galiba içten içe yeniden dizi eleştirmek istiyordum ama bir türlü yazmaya başlayamıyordum.

Başlıyorum. Coşkun Irmak, her insan evladına tek bir kez, (bilemedin üç) nasib olacak bir öykünün altına imza atmış. Bu hikayenin, sayfalarca süren o ince sızılı derin ağrılı detayları yaşanmadan kaleme alınabilir mi? Bilemedim. Önemli de değil ellerine sağlık olsun. Ne şanslı ki hikayesinin tek bir satırını bile heba etmeyecek kadar büyük yürekli bir yönetmen ile çalışıyor. Açık söylemek gerekirse dün gece bölümü izlerken hikayenin ağır işleyişine rating denilen imansızın ters tepki vereceğinden çok korktum. Nitekim, tekrarı aslından fazla izlenmiş. Ancak aslı da taş gibi ikinci sıraya yerleşmiş. "Öyle bir geçer zaman ki", bugün itibariyle rating listesinde anlı şanlı, bol starlı, milyon dolarlık kadrolu Ezel'in kenarına dahi yanaşamayacağı kadar yüksek ve parlak bir sonuç almıştır. Her iki projenin aldığı share ve ratingler arasındaki fark 1- 2 puanmış gibi görünse de profesyoneller aslında ne demek istediğim iyi anladı. Elbette cin fikirli kimi bezelye beyinliler projenin yayımlandığı kanalın izlenme oranının yüksekliğini sebep gösterip işin başarısından çalmaya kalkışacaklardır ama, yemezler. Aynı kanalda yayıma girip girdiği gün listenin dibini gören en az 5 işin adını ezbere sayarım.

Gelelim kadroya... Çok akıllı ve nispeten de ekonomik bir kadro kurmuşlar. Erkan Petekkaya, bugün "Ali Kaptan" karakteri ile çizilen çerçevenin içine oturacak, o çapta, görünümde, yaş çizgisinde ve oyun yeteneğindeki adaylar arasında akla gelecek en parlak ve doğru isimdir. Çok da güzel oynadı, gönlüne sağlık olsun. Ayça Bingöl ise son zamanlarda gözüme ilişen en yetenekli kadın oyuncudur. Yeterince ışıltılı, gereğince durgun ama iyi oyuncu. Gereksiz tek bir taş koymuyor rolünün üzerine, ne fiziksel ne de zihinsel olarak. Kadınsal kompleksleri de yok. Kadınsal kompleksten kastım ne mi? İsim vererek izah edeyim. Misal Hatice Aslan oyunculuk kapasitesini fiziksel komplekslerine gömdürmüş kayıp bir yetenektir benim nazarımda. Ekrana çıktığında, her göz göze gelişimizde sanki şöyle diyor: Ah bi salınsam, hala bunların hepsini cebimden çıkarırım ama neylersin ki yaşım geçti! Bu sinsi fikir de Aslan'ın, bir metrelik oyun yeteneğini kemip kemirip 3 karışa düşürüyor. Neyse konumuz o değil. Ayça Bingöl de henüz o yaşlarda değil. Ama Bingöl'ün bu yumuşak ve barışık hali onun uzun zaman boyunca, ekranda, çok daha iyi yerlerde, keyifle, rating yapan oyuncu etiketiyle bol bol rol kapmasına sebep olacaktır, bir kenara yazalım. Dizinin kadrosunda Wilma Elles, Yıldız Çağrı Atiksoy, Aras Bulut İynemli, Farah Zeynep Abdullah, Emir Berke Zincidi, Meral Çetinkaya, Mete Horozoğlu, Orhan Alkaya, Mehmet Gürhan, Zeyno Eracar, Nilperi Şahinkaya, Dila Akbaş, Tolga Güleç, Salih Bademci, Ferit Kaya, Simay Küçük, Sercan Badur, Yeliz Kuvancı, Şenay Aydın var. Şahsi fikrime göre de herhangi bir kast hatası da ya da oyunculuk gediği yok. Hepsinin gönlüne sağlık olsun.

Zeynep Günay Tan, viran olmuş bir şehirden 60'lı yılların mis kokusunu çıkarabildiği için nazarımda kıymetini katlamıştır. Üstelik de kadrajını kasmak zorunda kalmadan ferah feza çekmiş işte eski İstanbul'u. Elbette antremanlı, "Çemberimde Gül Oya" gibi büyük bir deneyimden geçmiş olması işini kolaylaştırır da, İstanbul gün be gün çökerken, saniyede bir değişirken onun da başarısını tamamen bu tecrübeye dayamak haksızlık olur. Gözümü yoran fotoğrafları da olmadı değil. Hani az da olsa, heves ettik elde ne var ne yoksa gösterelim havası sezmedim değil. Olsun. Kimseye bi zararı yok. Bu da benim edepsizliğim olsun. Ayrıca Zeynep Anne, ilk bölümü bütünüyle izlediği gün durumu görüp, notlarını almıştır çoktan. İkinci bölümü izlediğimizde bu yorgunluktan bizi kurtaracağından ve elindeki her "plastik malzeme"nin de göz bebeğine kadar giremeyeceğini anlamış olduğundan eminim.

Dizinin sanat yönetmeni Murat Güney'e söyleyecek tek bir sözüm var: Helal olsun. Kostüm, saç baş işleri de minik ve anladığım kadarıyla mecburen verilmiş küçük firelerle mükemmel çalışmış. Ellerinize sağlık. Devamlılık bakamadım heyecandan ama, gözüme bariz bir hata ilişmedi, tekrar bölümünde yakalarsam söylerim. Makyaja gelince, kimi "Plastik Malzeme"lerin makyajı gece rüyama girecek kadar abartılı idi ki, elden ne gelir? Sizin suçunuz değil, biliyorum. Makyaj değil, restorasyon ekibi gibi çalışmak zorunda kaldığınızın farkındayım, o yüzden ses etmiyorum. Velhalısıkelam, teknik ekibinden servis şoförüne, yönetmeninden yazarına, çaycısından oyuncusuna kadar herkesin ellerine sağlık. Bu projeyi okuyup inanan, ekrana sürmeye karar ve onay veren ekibe de minnettarım. Yolunuz bereketli olsun.

Bu arada, dün bu dizi için sözlükte fikir beyan ederken "Lale Devri bu kadro ile ilk 10'a bile giremez" demiştim. Yanılmamışım.


Böyle yani..
.

Pazar, Eylül 05, 2010

4. GÜN

Her sabah güne gözümü açıp, yüzümü yıkadıktan sonra bahçeye çıkıp ilk sigaramı yakarken kafamın içinde bir ses duyuyorum. Buğulu bir ses. Kafamın içindeki ses, "İki lokma birşey at ağzına da öyle iç şu sigarayı!" diyor. Önceleri sesi tanıyamıyordum. Artık kim olduğunu biliyorum. Annem. Sigaraya başladığım ilk günden, evden ayrıldığım o son sabaha kadar bıkmadan usanmadan bu cümleyi tekrarlayıp durdu. Her sabah bu sesi duyup, gülümseyerek elimdeki sigaraya bakıyorum ve aç karnına o ilk sigarayı yakıyorum. Başka sesler de duyuyorum ama onlar annemin öğüdü kadar düzenli değil. Mesela gece vakti sakız çiğnerken babanemin sesini duyuyorum, çıkar o sakızı ölülerimizin kemiklerini çiğniyorsun, diyor. Nadir zamanlarda da olsa keyifle Türk Kahvesi yudumlamaya çalışırken ananemin sesini duyuyorum, arap olursun içme, diyor. Kahveyi de içiyorum, sakızı da çiğniyorum.

Bu sabah sigara yakarken değişik bir ses duydum. Ciğerlerimin sesini. İlk kez öksürerek uyandım. Onlarca yıldır sigara içerim, hiç öksürmem. Bu sabah öksürdüm. Öksürüğüm sigarayı yakmamı engellemedi ama gidip paketteki sigaraları saydım. Dün gece açtığım pakette an itibari ile 7 dal sigara var. [Dal mı?] Daha az içmem gerektiğine karar verdim.