Pazartesi, Mayıs 28, 2012

Nazal havzayı sel aldı

Hastayım. Ankara'ya 25 saat süren uykusuz bir debelenme sonucunda vardığımda da titriyordum. Yorgunluktandır, geçer sanmıştım. Değilmiş. O sebeple belki de gereğinden fazla gri, soğuk ve taşralı geldin gözüme, Sevgili Ankara...

Uzun uzun anlatacağım demiştim amma, Ankara- Istanbul yarıştırmasının değişmez sonucunu açıklıyorum: Teknik Nakavt

Öyle yani..

Pazar, Mayıs 27, 2012

Durmadan

Ayrıldım. Bir arada duramayacak kadar gençtim. Hayat akıp gidiyordu ve durup bakmak için çok erkendi. Pişman değilim. Bugün olsa yine aynı kararı verir, yürür giderdim.

Ayrılık süreci sancılı.. Hele de egonuz tuzla buz edilmişse, benim gibi.. Her ses, eşya, mekan ateşi körüklüyor; yerli yersiz teselli cümleleri, hâl beyanları acıyı büyütüyor. Can havliyle yalnızlığına sarınıp, ortak arkadaşları terk edip, bilmeyenin peşinden gidiyorsun.

Ben de terk ettim. Dostluğuna sahip çıkamayacak kadar bencildim. Hem neyi paylaşacaktık? Yeni bir 'ben' peşindeydim. Görsün diye coşuyor, duysun diye kahkaha atıyor, bilsin diye anlatıyor, acıtmak için heves ediniyordum. Kan kusuyordum, bilme istedim.

Ben de gittim. Kıymet bilemeyecek kadar telaşlıydım. İsli, kirli sokağın seslerini içime çekiyordum. Bir kelepçe gibiydi zaman, bilinmezliğe yolculukların gönüllü tutsağıydım. Kendimle ilgili tüm niyetlerimi bozmuş, solmaya yüz tutan renklerimi keşf'ediyordum. Adımı duymamazlıktan geliyordum, çağırma istedim.

Şimdi burada, durduğum yerde, geçmiş süt liman. Tepemde cılız bir güneş. Kalbimi serinletiyorum gölgesizliğin uzun koridorlarında. Kaybolmak için izler bıraktığım, yeşili az betonu çok sokaklarda, ıhlamur piçi gibi, ufuksuz, günah çıkarıyorum.

Can dostum..

Unutmak; kutu kutu boyalarla gizleyip yüzümüzü öyle yaşamaktır. Kaybetmenin sararmış yapraklı defterinde boş kalan, zamansız satırlara devrik cümleler yazmaktır.

Geçmiş; zifiri karanlıkta isimsiz yapraklara fani gülücükler seçmektir hükümsüz kataloglardan.

Gitmek; bilge bir yalandır.

Kalp kanar.

Zamanın düzeltilmez sokaklarında akan bulanık bir nehir/
Nereye gidersen git / durmadan akar.

.

Cumartesi, Mayıs 26, 2012

Niksar'ın fidanları



Salı akşamı, Ulusoy'un, Ünye mermer ocağından emekli dampersiz kamyonuyla (galiba kimileri otobüs de diyor) İstanbul'dan, Tokat'a doğru yola çıktım. Malum, uçakla seyahat etmekten korkuyorum. 11 saat olarak planlanan yolculuğum, otobüsün 43 numaralı koltuğunda bir ömür sürdü. Bolu Tüneli'ne varmadan önce klima bozuldu. Otobüsün pisliğinden bahsetmiyorum bile.. Gün ağarırken Amasya'nın içinden geçerek Tokat Otogarı'na girdik. Tokat'ı hiç görmeden, yağmur yüklenip, Niksar'a doğru yola çıktım. Özel araçla. Tokat- Niksar arasındaki yol konforsuz, virajlı, delik deşik..

Niksar, -bilmem içinde yaşayanlar farkında mı ama- Canik Dağları'nın eşlik ettiği geniş ovası ve Çam içi Yaylası'nın yanı sıra köklü, derin, tarihi velhasılı şanslı bir lokasyon. Niksar'ın görünen yüzü mutsuz... Kadın nüfusu düşük olmalı, ortalıkta hiç kadın görmedim desem yalan olmaz. Yağbasan Kalesi'nin her metresini "kafeterya" olarak tasarlayan, "Niksar'ın fidanları" dışında sahip çıkacak melodi bulamayan zihniyetten çok yoruldum. Günün tam ortasında da acıktım. Elbette Erbaa gibi Niksarlı da "Tokat Kebabı"nın en iyisini yaptığını iddia ediyor. Henüz patlıcan mevsimine bir ay daha olduğu için yediğim kebap da tatsızdı, insanları gibi. Niksar illa ki şahane bir yurt köşesidir de, ben şanssız bir zamanda gitmiş, geçmişimdir ya da huysuzluğum tutmuştur diyelim. Özetle, san'at aşkıyla yanıp tutuştuğunu söyleyen lakin bir an önce ünlü olmak isteyen ergen telaşında bir şehirdi Niksar, en azından resmi hali böyle..

Yağmurla geldiğimiz Niksar'dan, Ankara'ya doğru yola çıkarken yazık edilmiş bir tarihi doku için üzülemeyecek kadar yorgundum. Uyumuşum. Çorum civarında önce sulu sonra cillop gibi kar yağmaya başladı. Yolun sağını solunu süsleyen, lunapark görünümlü dükkanlardan birinin önünde durduk. Süper Market tadında dekore edilmiş dükkanlar ıslak otobana, "Leblebi- Mescid- Visa- Wc" yazıyor, yanar dönerli led ışıklarla.. Binbir çeşit aromayla renklendirilmiş tezgahların arasında boynu bükük duruyor bizim babadan kalma sarı leblebi, ilgi alaka sıfıra dayanmış lise mezunu güleç oğlanın anlattığına göre..

Eşlikçilerim, o renkli leblebilerden kilolarca aldılar. İkrama yüz vermedim, tadına bile bakmadım. Ankara'ya doğru giderken içime yerleşen kalleş yanma hissinin gastrit değil, özlem olduğunu anladım. İstanbul'u özledim fena halde.. Ankara'yı ayrıca ve uzun uzun anlatacağım. Sanırım bu parkurun yıldızı da Amasya oldu. Tarihi dokusuna sahip çıkmış, düzgün büyümüş, heybetli bir şehir duygusu uyandırdı. Uzun süre konaklasam aşık da olacaktım. Neyse..




.