Pazar, Aralık 28, 2008

Tiyatroya El Verenler!



Bahçeşehir Belediyesi yaklaşık iki yıl önce başlattığı, "Tiyatroya El Verenler" projesinin bugün açılışını yaptı. Belediye başkanı Kemal Aydın, Bahçeşehir Kültür Hizmetleri kapsamında "Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu- Haldun Dormen Sahnesi" adı verilen bir tiyatro binası inşaa ettirmiş. 350 kişilik salon bugün düzenlenen bir törenle hizmete açıldı. Türk Tiyatrosu'na emeği geçmiş 68 sanatçının el iziyle oluşturulmuş dev bir cam pano da tiyatronun fuayesinde sergilendi. Artık hep orada kalacak. Sanatçıların foroğraflarının bulunduğu özel bir kitapçık bütün konuklara dağıtıldı ve projede el izi bulunanlardan törene katılabilen sanatçılar plaketlerini aldılar. Plaket, dev cam panonun minyatürüydü, güzeldi.

Tören, tiyatro binasının dışına kurulmuş şık bir çadırda düzenlenen kokteyl ile başladı. İkramlar, canlı müzik, dışarıda yağan yağmura rağmen iyi ısıtılmış bir çadırda Bahçeşehir sakinleri, siyasetçiler ve sanatçılar hoş vakit geçirdiler. Baykal'ın İzmir'den gelmesini beklediler. Tam vaktinde geldi. Binanın da açılışını yapan CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, kısa bir konuşma yaptıktan sonra salonda hazır bulunan sanatçılara plaketlerini takdim etti. Töreni Cem Davran sundu. Mükemmel bir fotoğraf vardı sahnede, gözlerim doldu. Bir daha yan yana gelmeleri pek de kolaylıkla mümkün olmayacak tiyatro sanatçıları, Baykal'ın elinden plaketlerini aldılar. Projenin oluşumuna katkısı olan, aynı zamanda tiyatroya adı verilen Haldun Dormen de bir konuşma yaptı, Belediye Başkanı Kemal Aydın da. Plaket töreninden sonra Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu, Haldun Dormen'in rol aldığı Tiyatro Kedi prodüksiyonu olan Moliere'in "Kibarlık Budalası" adındaki oyunla perde açtı. Lakin ben oyunu izleyemedim.

Yukarıda gördüğünüz fotoğraf, "Tiyatroya El Verenler" projesi için oluşturulmuş özel kitapçığın kapağıdır. İçinde, Türk Tiyatrosu'na emeği geçmiş 65 sanatçının fotoğrafları ve temennileri var, kendi el yazılarıyla. Proje devam ederken aramızdan ayrılan, bu töreni ve tiyatronun açılışını maalesef göremeyen Suna Pekuysal, Hadi Çaman ve Savaş Dinçel'i de sahneden saygıyla andılar bugün, ben de anmadan geçmeyeyim.

Eh! Bir araba laf etmişken, projeye el verenlerin de isimlerini sayıp dökmek gerekir.
Kitapçığa giren ve el izi alınan toplam 68 sanatçı var demiş idim.

Buyrunuz! Liste alfabetiktir. Bizzat sahnede hazır bulunabilenlerin yanına yıldız ekledim, fotoğrafın büyüsünü hayal edin diye...

Ali Poyrazoğlu, Aliye Uzunatağan*, Altan Erkekli, Arsen Gürzap*, Atacan Arseven, Ayşen Guruda, Ayla Algan*, Ayten Gökçer*, Beklan Algan, Beyhan Saran*, Can Gürzap*, Cihan Ünal*, Cüneyt Gökçer, Cüneyt Türel, Çolpan İlhan, Deniz Türkali, Demet Taner*, Dilek Türker*, Engin Cezzar, Erdal Özyağcılar, Erol Günaydın, Erol Keskin, Ferhan Şensoy, Fikret Hakan, Funda Postacı*, Gönül Ülkü, Gazanfer Özcan, Genco Erkal, Göksel Kortay*,
Gülriz Sururi*, Güven Hokna, Hadi Çaman*, Hakan Altıner*, Haldun Dormen*, Halil Ergün, Haluk Bilginer, Handan Ertuğrul*, İlkay Saran*, İzzet Günay*, Levent Kırca, Macide Tanır, Melek Baykal, Metin Akpınar, Metin Serezli*, Mustafa Alabora*, Müjdat Gezen, Münir Özkul, Müşfik Kenter*, Nedret Güvenç*, Nejat Uygur, Nevra Serezli*, Perran Kutman, Rutkay Aziz, Savaş Dinçel*, Selçuk Yöntem*, Suna Pekuysal*, Suna Keskin*, Tarık Papuçcuoğlu*, Tijen Par*, Tomris İncer*, Tomris Oğuzalp*, Tülin Oral*, Yıldız Kenter, Zafer Ergin, Zafer Önen*, Zeki Alasya, Zeliha Berksoy, Zihni Göktay*


Böyle işte...


.

Cuma, Aralık 26, 2008

Tülay Ve Zehra'nın Ardından...

Her sabah erken uyanmam ya, bu sabah uyandım. Kanaltürk ekranında bu sabah "Orada Neler Oluyor" programının iki zevzek sunucusu, Ahmet Mümtaz Taylan ve Nilüfer Aydan'ı konuk etmişlerdi. Ahmet Mümtaz, malum kaza sebebiyle davet edildiği programda çok üzgün görünüyordu. Şimdi neler olacak? Bunları anlatmak niyetindeydi ama sunucu kızların dertleri başka. Onlar Cengiz Semercioğlu'nun hatırıyla bindikleri bu ekran gemisinde bütün yolculardan magazin malzemesi çıkarma peşindeler. Utanmadan, sıkılmadan, olayların aslına astarına bile bakmadan, bıkmadan bunu yapıyorlar, her sabah. Onlara ölüm, kalım fark etmez maksat malzeme çıksın. Kuralı bozmadılar ve elbette her yolu denediler meseleden ağlak bir tad çıkarmak, kaza ve sonrasının acılı kısımlarını sorumsuzca ortaya dökmek için. Ahmet Mümtaz'ı, birkaç mesnetsiz soruyla zorladılar (zorladılar dediysem, sabrını zorladılar) ama, o bütün nezaketiyle konuyu gelmesi gereken yere yönlendirdi ve zevzeklerin oyununa gelmedi.

Ahmet Mümtaz mümkün olduğunca net ortaya koydu, olanları, olabilecekleri ve yapılması gerekenleri. Zihnimde kalanları size de aktarmak istedim. Eksik, fazla, affola!
"Bu elim kazayı, sektörün sorunlarını ve şartlarını konuşmak için bir çıkış noktası olarak almak gerekir. Kimseyi dışarda bırakmadan, kanal sahipleri, yapımcılar, yöneticiler, oyuncular, teknik ekip, yönetmen kısacası herkesin bir araya gelip, birlik olup şartları konuşmamızın, bu işi daha planlı prensipli hale getirmenin yollarını aramamızın zamanıdır. Tülay ve Zehra'yı hep hatırlamanın, hemen unutmamanın yolunu, başka arkadaşlarımızı da kaybetmemek için gerekli güvencelerin ve şartlarının nasıl sağlanacağını konuşarak bulmalıyız. Sektörümüzün çalışma şartları zordur ama şu gerçeği de unutmamak gerekir, bizler Türkiye standartlarının üzerinde para kazanıyoruz ve kazandırıyoruz. Tutmamış, yani şu anda çöpte olan projelere harcanan milyonlarca dolar belki de bu sektör çalışanlarına sözü edilebilir bir güvence sağlayamak için gerekli şartların oluşturulmasına harcanabilirdi. Tutan diziler yapımcılarına da, kanallarına da başka yerde kazanamayacakları oranda büyük paralar kazandırıyorsa belki bu kazancı daha adil paylaştırmanın da yolunu konuşmaya başlamak lazım. Bütün sektöre ortak akıl diliyorum."

Sonuç, bütün dinlediklerimden anladığım, kişisel düşüncelerim, bu olaya bakışım şöyledir. Elbette ve belli ki bu kaza doğrudan çalışma şartlarının zorluğu ve sağlanan teknik şartlarda oluşmuş olağan üstü bir ihmal ve zaaf sebebiyle oluşmuş ve bu sebeple de büyük patlamayı gerçekleştirecek, sektörün aksını değiştirecek 'kıymette' ve 'çapta' değil. Gencecik iki insan öldü. Bu bir gerçek. Bu kazayı, meselelerin merkezi belleyip durumdan romantik bir isyan çıkaran da aklı selim sahibi insan değildir, gerçeğin peşinde değildir. Onu, şunu, beni suçlamakla kazanacak tek bir nefes yok. Asıl sorulması gereken soru şudur: İki genç insanın kaybıyla gözlerin çevrildiği sektör ve mensupları uzun zamandır müşteki oldukları halin dile gelebilmesi için ne yapacağına artık karar verebilecek ve hareket etmeyi becerebilecek mi?


Pazartesi gününe kadar yeni bir yazı daha yazmayacağım.

Böyle yani..

Perşembe, Aralık 25, 2008

Van Gogh Başlıyor!


“Bir yüzden sevgi çıkarılabilir mi ya da bir yüze sevgi eklenebilir mi ?"

Oyunlarında daha çok portrelere yer vereceğini açıklayan Tiyatro Gerçek, ilk oyunu Van Gogh’un provalarına devam ediyor. Hakan Gerçek’in Van Gogh’u canlandırdığı oyunun dekor tasarımı Nurullah Tuncer’e, ışık tasarımı Cem Yılmazer’e ve kostüm tasarımı Aslı Ataseven’e ait.

3 Şubat 2009 tarihinde İzmit Süleyman Demirel sahnesinde prömier yapacak olan oyun 19 ve 26 Şubat'ta İstanbul Akatlar Kültür Merkezi'nde seyirciyle buluşacak.

Pazartesi, Aralık 22, 2008

'Hayır' demeyi nasıl öğrendiniz?




11 Eylül 1997... Açıkhava Tiyatrosu'nda Chaka Khan konseri var. Çok güzel bir konser olmuştu, hatırlıyorum. Konser bitiminde cep telefonumu açtığımda iki tane sesli mesaj düştü kulağıma..
"Sana ulaşamıyorum.. Çabuk gel.. Baban nefes alamıyor.."
Annemin telaşsız, buz gibi sesi hâlâ kulağımda. Nasıl da soğukkanlıyım. İçim acıyor ama dışım buz keseli çok olmuş. Önce annemi arıyorum, babamla konuşuyorum.
"Gel beni hastaneye götür. Nefes alamıyorum.."
Takside giderken Doktor Süalp'i arıyorum. Ambulans için adres yazıyor, o da uykulu. Doktor olmak zor zanaat! Ambulanstan önce gidiyoruz annemin evine. Babam, o güne kadar sadece adını duyduğu 'o adam'la da tanışıyor. Evlendiğimi sandığı için bozuk attığı anın öznesi olan adamla, ilk kez tanışıyor. Babama sorarsan, evlenince benim bile içimden bir canavar çıkacak ve o ana kadar inşaa edilen her güzel şeyi yutacakmış. İki büklüm kapanmış midesinin üzerine, zor konuşuyor. Nezaketi elden bırakma zamanları ama, gel de anlat babama. Gider ayak o kadar tatlı ki, Soner kucaklayıp merdivenlerden bir an önce indirmeyi dahi teklif ediyor. Neyse ki ambulans yetişiyor da alaturka hallerimiz son buluveriyor. Ambulansla gelenler portatif bir sırt koltuğu getirmişler. Tek hamlede alıyorlar babamın minicik kalmış bedenini sırt sedyesine, indiriyorlar üç katı, tek solukta. Ambulans gidiyor. Biz de peşinden..

Amerikan Hastanesi'nin acilinde, babama oksijen bağlanmış halde doktoru bekliyoruz. Babam bağırıyor, avaz avaz gitmek istiyor. Hastahaneleri hiç sevmez. Doğduğumda bile gelmemiş., düşünebiliyor musunuz? O hafta eve de gelmemiş. Günlerce evin sokağına bile girmemiş. Sağ bileğini buzlu cama geçirdiğinde de tutamamışlar İlkyardım Hastanesi'nde babamı. Dikiş atıldıktan sonra o kadar yaygara yapmıştı ki kovmuşlar hastaneden. Gülerek anlatırdı. Yine o korkulu huysuzlukla, bağırıyor. Yattığı yerde zaptedilemiyor. Ölümüne gitmek istiyor. Korkunç bir karmaşa var. Sakinleştirmek için yanına giriyorum, bana da bağırıyor.
"Beni burada zorla tutamazsınız!.. "
Doktoru, boğularak öleceği için eve gitmesine izin vermiyor. Olmuyor. Doktorlara özgü o büyüleyici maharet bile ikna edemiyor, babamın öfkesi dindirilemiyor. Çaresiziz.  O kadar enerji harcıyor ki gitmek için oksijen maskesi de işe yaramıyor, tıkanıp kalıyor kanserli hücrelerden zaten kuş hadar kalmış olan ciğeri..
"Söylesene orospu çocuğu, oksijen versinler! Parana mı kıyamıyorsun?"
İsmim, hastane koridorlarında çınlıyor. Annem ayıplıyor babamı. Nankör bu adam, diyor. Ben ayıplamıyorum babamı. Anlıyorum. Sonunda Sualp, babamın yanına gidip, son bir tetkik yaparak kanda bilmemne oranına bakacağını ve sonra da eve yollayacağını söylüyor. Söz veriyor. Babam gözümün içine bakıyor, doktorun verdiği sözün gerçekliğini tartıyor. Onaylıyorum sessizce. Kolunu uzatıyor. Hemşire basıyor iğneyi. Gevşeyip kalıyor. Gözünü gözüme dikiyor. Ömrümce tek bir kez bile yalan söylemediğim adamı, kandırıyorum. Elini tutup sedyenin yanında yürüyorum. Onu odaya alıyor, yatağa yatırıyorlar, elini hiç bırakmıyorum.
"Başka şansımız yok, bu halde eve gidemezsin.. İyi olacaksın, söz veriyorum."
Elimi sıkıyor. Diazem'in etkisi azaldıkça, huysuzluğu çoğalıyor. Hemşire gelip, basıyor bir iğne daha. Sabaha kadar bu tempoyla gidiyoruz. Durmadan konuşuyorum. O sadece başını sallıyor. Söz istiyorum. Her tür cümle ile yalvarıyorum.
"Nasılsa adamı sike sike tutuyorlar hastanede... Görüyorsun işte... Basıyorlar iğneyi çuval gibi yatıyorsun... Hiç değilse iki laf edebiliriz lütfen uslu dur, uyutmasınlar.."
İnatla başını iki yana sallıyor. Tükeniyorum. O da.. Gün kararırken, ikna oluyor aniden. Başını, "Tamam" anlamında sallıyor. Söz mü? Bir kere daha sallıyor. Gözleri kapalı. Babam her sözünü tutar. Hemşireye tembihliyorum iğne yapmamaları için. Eve gidip duş alıp, üzerimi değiştirip, geri geleceğim. Annem başında nöbetçi olarak kalacak. Annemi de tembihliyorum. Söz verdi, uslu duracak. Babama iğne yapılmayacak.

Uykusuzum ama hissetmiyorum bile. Araba kullanamıyorum. Ağlamıyorum ama. Hiç ağlamadım galiba. Söz vermiştim babama. Ağlama sakın, dediydi bilmiyorum hangi arada. Kulağımdan gitmiyor o cümlesi. Eve gidip duş alıyorum. Üzerimi değiştirip çıkıyorum. Aceleyle hastaneye dönüyorum. Babam uyuyor. İğne yaptılar mı? Hayır, diyor annem. Diazem iki saat kadar uyutuyor babamı. Günü devirene kadar ezberledim, biliyorum bu rutini. Ama babam uyanmıyor. Hesap yapıyorum. Taş çatlasa bir saat oyalandım evde. Babam uyanmıyor. Hemşireyi çağırıyorum. Normal, diyor. Normal olmadığını biliyorum. Kendi doktorumuzu arıyorum. Süalp gelip, babamı kontrol ediyor. Hepimiz koridorda bekliyoruz. Allahım ne deli bir kalabalık var etrafımızda. Herkes orada! Süalp, odadan çıkıp yanıma geliyor. Omzumdan tutup kalabalıktan uzaklaştırıyor. Elinde beyaz bir hap var. Zaten minicik hapı ikiye bölerek uzatıyor. Yut bunu!
"Biter bu iş bu gece... En geç 12 gibi... Bilinci kapanmış... Yapılacak her şeyi yaptık... Artık hiç acı duymuyor... Rahat ol... Seni, bizi duyuyor olabilir.... Bir süre sonra makineye bağlanması gerekecek.... Sana sorarlar... İznini isterler... Bağlamayalım... Uzatmadan bırakalım gitsin.... Herkes için en iyisi bu.... Hayır demen yeterli.... Makineye bağlanmadan bu işi bitirmek en iyisi..."
Gerisini duymuyorum. Hastanenin kapısına çıkıp sigara içiyorum. İslam Cenaze İşleri'ni arıyorum. Numarasını Bahtım vermişti, hastanedeki şuursuz kalabalığı görünce halime acıyıp, "Sana en gerekli adam bu, numarayı yaz bir kenara" demişti. Arıyorum. Ali Bey huzur dolu sesiyle açıyor telefonu. İçim duruluyor. Hemen de geliyor hastaneye. Kalabalığa bakıp "kim ilgilenecek detaylarla?" diyor, "Ben!" diyorum. Az konuşuyor. Az soru soruyor. En az soruyla, en çok bilgiyi acıtmadan alıyor. İşinin ustası. Cep telefonunu veriyor. "Vefat gerçekleşince beni haberdar edin, lütfen." diyor gitmeden önce.


O gece onbiri kırkbeş geçe "hayır" diyorum sarışın bir hemşireye.



Böyle işte..

Pazar, Aralık 21, 2008

Hatırlamalı: Barry Morse


Herbert Barry Morse, 1918 yılında Londra'da doğdu. ABC'nin ünlü Tv dizisi Kaçak'ın komiseri "Philip Gerard" rolüyle tanıdığımız, "Space: 1999"un "Profesör Victor Bergman"ı, "Master of The Game"in "Dr. John Harley"i olan Morse, İngiliz Kraliyet Akademisi Drama Bölümü'nden mezun oldu.

Son olarak Amerikan yapımı "Merely Players" isimli kendi yazdığı komedi dizi/ show'unda kızı Melanie Morse Macquarrie ile birlikte rol aldı. 1999 yılında eşini kaybedince New York'a yerleşti. 2 Şubat 2008 tarihinde vefat etti.


.

Cuma, Aralık 19, 2008

HUZURSUZLARA DAİR


Hangisi daha zor, bilemiyorum. Bir kız çocuğunun babası olmak mı, bir babanın kız çocuğu olmak mı? Gerçekten bilmiyorum bu cevabı. Niye sorduğumu bilmediğim gibi. Başım ağrıyor mesela. Sebebini biliyorum. Ama bu sorunun cevabını bilmiyorum. Ben, en çok babamı sevdim. O şapşal soruya da istisnasız "babamı!"diyerek cevap verdim, küçük bir çocukken bile. Oysa beni ilk terk eden erkek babamdı. Esrar içerdi. Şiddet kavramını öğrenmemi sağlayan da babamdı. Annemi çok döverdi. Gerçekten döverdi ama. Kan çıkmadan biten çok az kavga hatırlıyorum. O kadar küçük bir çocukken ve annem bu kadar çok dayak yerken duygusal olarak babamdan neden uzaklaşmadım, bilmiyorum. Üstelik annemi de çok sevdiğim zamanlardı.

Geriye, en geriye gidip hatırlayabildiğim ilk çocukluk anım, yine bir dayakla ilgilidir. Babam, kapıyı çekip evden çıkmış. Annem ağlıyor. Ananem beddua ediyor babamın arkasından. Ben, anneme olanları soruyorum, bilmiyorum hangi kelimelerle, ama cevabı hatırlıyorum. "Baban kumbaranı kırıp, paraları almak istedi. Ben izin vermeyince de beni dövdü." Bu cevabı alıp yine de kızgınlık büyütmemek, o babaya öfkelenmemek nasıl mümkün olabilir, bilmiyorum.

Elimi belime koyup, sabah körü kapıdan giren babama, "İsmeet, hangi karıların yanından geliyorsun bakiim eve??" sorusunu sorduğumda ilkokula çoktan başlamıştım. Babam suratıma bakıp, yüzünü ekşitmiş sonra beni kucağına alıp yatağın üzerinden indirmiş ve " Sonunda kendilerine benzetecekler seni... O yüzden kitap oku diyorum sana" demişti. Anlamamıştım onlara benzemek ne demektir, kitap okumak insanı neye benzetir. Bu olaydan sonra bir gece babam evden beni de yanına alarak çıktı ve Asmalı Mescit'de bir meyhaneye götürdü. Masada üç güzel kadın ve Turşu vardı. Turşu, benim de arkadaşım. Kadınlardan birinin yanına oturduk ve babam, "Hani geçen sabah elini beline koyup sormuştun ya hangi karıların yanından geliyorsun diye. Tanış bakalım." dedi. "Karı" lafının üzerine o kadar çok basmıştı ki ağzımdan çıkan laftan çok utanmıştım.

Hülya, babamın dostuydu. Pavyonda çalışıyordu. Babam bir orospuya kapılmıştı. Ama Allah için asla bir orospunun parasını yemezdi. Üstelik Hülya, babamdan önce de Yunus Abi'nin dostuydu. Yunus Abi babamın en yakın arkadaşıydı. Her şeyi biliyordum çünkü annemden öğrenmiştim. O geceden sonra da Hülya Abla'yla yan yana geldim, hatırlıyorum. Bir seferinde kucağına bile oturmuşdum. Babam da beni anneme söylemekle tehdit edip, yıllarca havuç suyu içirdi. Sonra babam ve Hülya ayrıldılar. Ben de babamın başka dostlarıyla tanıştırılmadım. Ama havuç suyu içmeye devam ettim.

Babam ölmeden evvel buluştuğumuzda bir sürü soru sordum. 13 senede biriktirmişim. Hepsini uslu usul cevaplamıştı. Kumbara meselesini de sorduğumda, "Evet kırmak istedim ama kafasında kırmak istedim!" demişti. Cevabının doğruluğundan hiç şüphe etmedim. Blog takipçileri bilir ki üst üste dökülmem. Ancak Başkan yazdığı bir yorumla babamla ilgili öykülerin hüzünlü olduğunun inceden altını çizince düşündüm. Beni çok eğlendiren, beni en çok güldüren adam babamdı. Çok komik anılarımız var ama, onları da kaleme alsam sesim hep kırık çıkar. Biliyorum. Sebebini bulamıyorum. Yazarak bulurum belki dedim de o niyetle döküldüm yine.. Ne sorduğum sorunun, ne de bu burukluğun cevabını bulamadım.

Böyle işte...


•• Hans Wolfgang Hawerkamp


.

Perşembe, Aralık 18, 2008

Gidenlere: Belki Bir Gerçeğiz Belki De Ruya


Büyükada'nın arkasındadır Yörükali Plajı. Bileniniz, hatırlayanınız vardır mutlaka. Kadim zamanlardı. Çocuktum. Güzel günlerdi, eğlenceli günlerdi. Bilmeniz gereken kısmı "yörükali", kalanını şimdi öğreneceksiniz.

Aşık olmuştum o yaz deli gibi. Oğlan on altı yaşında, ben beş! O, "fatma"ya aşık, ben ona. Gözümü açıp fırlıyorum evden. Onu görmeden bir günüm geçmiyor. İtiraf da ediyorum. Oturuyoruz her gün iskelede yan yana. Onlar nerdeyse, ben yanı başlarında bitiyorum. Geceleri de peşlerindeyim. Sinsiyim ve sıkı rekabetçiyim. O zamanlar da şimdiki gibiyim. O, beni daha çok seviyor ama aptal kız anlayışsız. Bir tek beni sırtında gezdiriyor. Sadece bana dondurma alıyor. Kucağında oturtuyor. Onu da öpüyor. Sabahları erkenden gelip beni tek katlı kulübeden kurtarıyor. ananemin "kahvaltını bitirmeden gidemezsin!" konulu kaprislerinden çalıveriyor.

Bir gün, ah eşşek kız!! Kıskançlıktan olsa gerek, yanaşacak motorların seyrindeyken kıyıda, itiverdi sevgilimi iskeleden. Şakacıktan. Oynaşırlarken. Can havliyle, kurtarabilmek için sevgilimi, öne doğru bir hamle yapmışım, cupp!! denizdeyim. Ada iskelesinden kalkıp Yörükali'ye yanaşan motor limana girmek üzereymiş ve dalga beni iskelenin altına sürüklemiş. Ben görmedim bile. Sadece etrafımı kaplayan buz gibi bir yeşillik hatırlıyorum. Bir de yüzemediğimi. Birilerinin beni ayaklarımdan dibe doğru çektiğini. Kim atladı ardımdan, beni kim çıkardı o sudan, hatırlamıyorum. Anneme de soruyorum, hatırlamıyor. Kendime geldiğimde başım kalabalık. Gözümü açtığımda, çıplak etimin üzerinde ucu burnuma batan, kocaman, buz gibi bir ekmek bıçağı gördüm. Korktum, ağlamaya başladım. Annem beni susturamadıklarını hatırlıyor nedense, onda kalan tek iz de bu. Meğerse sıçramalarım dursun diye, koca karı çözümü önermiş birisi. Bıçak o yüzden dururmuş etimin üstünde, gözümün önünde.

Bende "deniz" korkusu işte böyle başladı..
Buna da şükür,
Ya "aşk"dan korksaydım...
.
.
.

on sekiz aralık ikibinbeş...

sonsuzca çalışıp duran iki cam sileceğinin arkasında
imkansız ela gözlerinde, öldüğümü gördüm.

sana bakıp ellerime tuzlar serpeceğim

sen öldün bugün
ben yaşlanıyorum

bilmiyorsun, yağmur da hâlâ yağıyor.
ben görüyorum...


.

Çarşamba, Aralık 17, 2008

Sıra sıra siniler


Mercan, ispari, karagöz, izmarit, kupez, istavrit, kalamar ve saz arkadaşları.

Tutan: Samanpostlulardan Orchant

Pazar, Aralık 14, 2008

Pazar Keyfi: Seni Andım Bu Gece!

rakamlar



Saklanmakla üstesinden gelinecek ne kadar az şey var
biliyor musun?

Biliyorsun

Ne yükten kaçmak niyetim
Ne bir el hareketiyle korkuları savuşturmak
Sadece yoldan söz ediyorum
Hem
İstediğin hızda yürürsün
Çünkü zaman eskin bir tay olacak önünde
İstediğin yükü bir kenara bırakırsın
Çünkü taşımak zor olmayacak hiç kararmayan bir kutbu
Ve istedigin zaman durursun
Çünkü yola çıkalı çok oldu

İstersen kelebek de avlarız,
kanadındaki alaca sessizliğe bir tan yeri neşesi dolsun diye yetirdiğin uykudan

Yolunu sen bul
cümleleri sen çağır...

.




••
Kahretsin! Kime ait olduğunu henüz bulamadım...

.

Perşembe, Aralık 11, 2008

VİCDANIM SIZLADI!


Filmin en güçlü tarafı hikayesi. Herşeyin ama herşeyin aniden anlamını yitirişinin, bir anda bütün gerekçeleri, acıyı, çekilen eziyetleri, insanın ne için yaşadığı ve savaştığı, direndiğini unutuverdiğinin yani bir "hiç" edişin hikayesiydi, beni gerçekten çok etkiledi. Dakikalarca durdum ve düşündüm. Hikaye bana eski bir hal için yeni bir durum söyledi, yazanın eline sağlık olsun. Ama senaryoya dökülüşünü o kadar başarılı bulmadım. Ben, boşlukları kendim doldurdum yer yer ve bu sebeple etkilendim belki de, bilemedim.

Ses, teknik olarak tam bir felaket. Parasını basıp aldığım taş gibi sıfır Dvd olmasa elimdeki, jelatinini açmış olmasam korsan zannederdim izlediğim kopyayı, o kadar kötüydü. Perdede de ses bu kalitede mi bilemedim. Film, teknik olarak bir facianın kapısında yatıyor zaten. Yer yer görüntüler çok kötü. Kırmızı kırmızı, küçük ışıklar var, durmadan vizörden yansıyordu bazı yerlerde (teknik açılımını bilemedim, affedin) meseleden koptum, kamera arkasında olduğumu bu kadar hissedince. Bilerek yapılmış, görmediğim yeni bir anlatım tekniğiyse peşin söyleyeyim tutmaz bu teknik, en azından beni bozdu.

Vicdan filminin Dvd'sinin dibine bir "röportajlar" kısmı eklemişler. Orada filmin yönetmeni Erden Kıral usta diyor ki: "Senelerce absürt oyunculuklar, uzaklara bakan, anlamsız bakışlarla oynayan adamlara alışkın olduğumuz için bu çocukların olağanüstü doğal ve başarılı performanslarını ağzım açık izledim." Tam kelimesi kelimesine bu değil ama, ana fikri buydu konuşmanın. Bu cümle bitince içimden dedim ki, Allah benden alsın ömrümü sana versin Usta! Ama, ben de benzer bir cümleyi rejiniz için söylemeyi çok isterdim, söyleyemedim."

Erden Kıral'ın bu filmde bize sunduğu reji o kadar eskimiş ki, yeminlen vicdanım sızladı. Şöyle bir silkelenip, yenileşmeyi denemiş ama, olmamış. Çok kilit sahneler müsamere tadında çekilmiş. O sütyen avuçlamalar, uzayan direklerin gölgesine bakmalar, başak dallarına yakın girmeler, tuhaf objelere yaklaşıp bin dakika sabit kalmalar, kaynayan kazanlar, doğsun güneş batsın güneş göndermeleri, iki kürek kemiğinde ne güzel birleşiyor dövme hayretiyle çekilmiş planlar, yürüyen bantlarda rutinleşen nesneler zamanı çoktan geçti. Bitti, gitti. Yeni bir şey görmek istedim, yeni bir durum göstermenizi isterdim hocam, özür dilerim. Fazla laf etmek ve saygısızlık etmek de istemem.

Kıssadan hisseye varayım, bu filmden iki önemli sonuç çıkardım ve mutlu oldum. Bir: Bu güne kadar izlediğim hiçbir filmde oyunculuğunu sevemediğim halde Nurgül Yeşilçay, iyi bir yönetmen ve iyi bir senaryo ile çok şaşırtıcı ve mükemmel bir performans çıkarabilir. Vicdan'da kötü mü? Hayır. Ama tek başına. İki: Tülin Özen'in oyunculuğu tek tip olma yolunda hızla ilerliyor.

Murat Han'a gelince... Bence Hollywood'a dönsün hiç değilse Ortadoğu'lu terörist furyasının kuyruğundan filan yakalasın, nemalansın. Ne diyeyim? Demiyorum ki, yeteneksizdir. Ama o karakter "Mutluluk"dan çıkıp teri soğumadan bu filme misafir gelmiş gibi be arkadaşım. Bir de bir araba laf etmiş dvd röportajında, "metnin altından girerim üstünden çıkarım, yandan bakarım sağa bağlarım, hikayenin ve karakterin ne demek istediğini çıkarırım iyi anlarım, iki kuşun kanadını birbirine bağlarım" filan diye. Bırak alttan girip üstten çıkmayı arkadaşım, bu tiplemenin ne farkı var "dilsiz"miş gibi olmasının dışında Cemal'den, biri bana bunu anlatsın.

Bir de şöyle bir moda çıktı. Murat Han'ı tenzih ederek söylüyorum lafımı, yanlış anlaşılmasın. Bunlar yavur ellerinde gidip oyunculuk üzerine okuyorlar ya, işte o derslerine girdikleri hocaları ve onların "kuramları"nı bunlardan başkaca da kimse bilmiyor sanıyorlar. Dönüp, derslerde duyduklarını burada bize laf diye satıyorlar. Lan arkadaşım, sizin bahçede reytingi en yüksek hoca Eric Morris, adamın yazdığı her kitap dilimize çevrildi. Dost Yayınları bastı, kitapları sebil. Sokaktan çocuğu çevirsen anlatıyor bu lafları çatır çatır.


İşte böyle..

.

Salı, Aralık 09, 2008

Fotoğraf Arkası Yazıları


Eski bir Zeki Müren fotoğrafı var elimde. Ön yüzünde, "İsmet Bey'e sevgilerimle.." yazan, hayranlar için imzalanan fotoğraflardan. Saklıyorum. Sararmış. İmzası bile solmuş. Olsun. Saklıyorum yine de...

Kapağında ejderha kabartmaları olan, el oyması ahşaptan, küçük bir tütün tabakası vardı babamın. Dokunmak yasaktı. Yerinden oynatılması bile. Şimdilerde kayıp. Kimbilir nerede. Neyse. "216" olarak da bilinen, Export Samsun sigarasının revaçta olduğu zamanlardı. Ve annem tüm zamanların iflah olmaz otlakçısı. Her fırsatta babamın 216 paketinden sigara alıp, içerdi. Babam çok kızardı annemin otlakçılık huyuna da. Sanırım babam annemin her huyuna kızardı. Tıpkı annemin bana hep kızgın olduğu gibi. İnsan sevdiği birinin canını neden yakmak ister, anlayamazdım. Babama sorardım: Hiç canını acıttım mı senin? Acıtmadım çünkü kıyamam, derdi. Anneme neden kıydığını anlayamazdım ama, sormazdım. Annem, beni önce döver sonra da sarılır öperdi. Çünkü seviyorum seni, derdi. Kafam iyice karışır, işin içinden çıkamazdım.

Günler böyle akıp gider, kan revan içinde kalmadıkları, nispeten az gürültülü zamanlarda da, bu otlakçılık meselesinden çıkan tatlı- ekşi bir itişme yaşanırdı aralarında.

- Alma arkadaşım şu sigaradan! Zaten bulunmuyor..

- Aman! Mundar ediyorsun parçalayıp parçalayıp...

Hemen hergün aynı itişmeyi dinler, aynı sahneyi izlerdim. Babam esrarlı sigarasından bir tane daha yakar, annem kapıyı çarpar, "Zıkkım iç!" diyerek çıkardı odadan. Evi terk ederken yanına aldığı, ölümünden sonra da öksüz kalan "siyah bond çanta" yı karıştırıyorum şimdi... Daha dün sabah ölmüş babam. Siyah- Beyaz fotoğraflar var. İyi, kötü anların son hali. Bir de Zeki Müren fotoğrafı. Parlak kağıda basılmış, siyah beyaz. Fotoğrafın arkasında o çok sevdiğim el yazısıyla, büyük harflerle, mavi tükenmezden süzülmüş bir cümle:

"Sigaralarımı elleme, ecdadını siktirme!"




. Bu yazı 13 Eylül 1997 akşamı, İstanbul'da kaleme alınmıştı...

Pazartesi, Aralık 08, 2008

AROGANA İYİBA!



"Dahşan Affı"ndan yararlanarak serbest kalan Komutan Logar intikam almak için dünyaya gelir. Küçük bir entrikayla kandırdığı Arif'i bi milyon yıl geriye gönderir ve olaylar gelişir. Sayın Yılmaz elinize sağlık, kesenize bereket olsun. Bugün, City's Nişantaşı 3. salonda filminizi izleyen 6 kişiden biri de bendim, müşerref oldum.

Gora'da aldığı eleştirilerin neredeyse tamamıyla "taşak" geçer mahiyette hazırlanmış, ülkemiz şartlarıyla bakarsan teknik bir şölen izledim, itiraf edeyim. Kostümler, makyajlar on numara olmuş ve onbeş numara mükemmel mekanlar kurulmuş, ortam oluşturulmuş. Filmin " Türk Telekom/ ttnet" reklamı mahiyetinde gelişen ilk yarısına nazaran ikinci kısmı daha hareketli ve akıcı olmuş. "Güldün mü?" diye soran olursa cevabım olumlu olur. Evet, güldüm. Ancak Cem Yılmaz bu sefer daha fazla risk almış ve esprilerinin meylini yukarı doğru vermiş. Belden aşağısı tadında, küfrü neredeyse hiç olmayan temiz bir lisanla ve temiz bir zekayla güldürmeyi denemiş.

Cem Yılmaz, dilinden duymaya alışkın olmadığım kadar politik ve incelikli döşemiş esprilerini filmine. Hamdolsun hep inceydi de, hiç bu kadar politik göndermeler duymamıştım demek istedim. Tabii yine kahkaha tufanı yaratan kısmı belden aşağı iner gibi yaptığı yerler oldu. Tansiyon oralarda yükseldi salonda. Aksaklıklar vardı ama lafını etmeye değer mi, bilemedim. Deneyelim. Arif'in kuleye tırmanırken iple yukarı çekildiği aşikardı ama, acemisiyiz bu işlerin o kadar kusur olsun diyerek görmezden gelinmeli mi, bilemedim. Nil Karaibrahimgil dışında bana batan oyuncu olmadı. Kimi sahnelerden süzülen mecburcu figürasyonlar ve Arif'in malzeme deposunu patlatıp Taşo'yla birlikte köye döndüğü sahnede ahali rolündeki figürasyonun yönetmen talimatıyla ortaya çıktığı bariz olarak hissedilen beklemeli bağlantıları dışında pek kimselere takılmadım. Bazı sahneleri yönetmen motor demeden bir tık evveliyle bağlamışlar gibiydi, özellikle kalabalık sahneleri, bilmem anlatabildim mi? Bugün parayı bastın mı on numara dinazor çakıyorlar istediğin negatifi yolla, o sahneleri de "büyük numara çekmişler!" diye izleyemedim. Arif'in nikah yüzüğünü niye mi geri aldı? Onu esbab-ı mucibesini de 3. filmde anlayacağız sanırım. Bunlar filmin nazar boncuğu olsun, ne diyeyim.

Ancak anlamadığım tek durum hattı zatında kalbimi de kıran tek durum, 9 milyon dolar döküp filmin en kilit sahnesi olan futbol müsabakasını neden yakın planlara boğarak geçiştirildiği oldu. Yine de çok para harcanmış olduğu belli olan ama senaryosundan taşmayan bir prodüksiyon olmuş AROG ama, beni bozmaz. Ben sevdim bile diyebilirim. Üstelik ilk kez Cem Yılmaz'ın da iyi bir oyuncu olduğunu fark ettim bu filmi izlerken. Bana yeter. Sonuç olarak AROG bir sinema filmidir. İyi mi, kötü mü olmuş bunu tartışırız, tartışınız. Ama hatasıyla sevabıyla, eksiğiyle fazlasıyla bir film olmuş, skeçler bütünü değil. İzleyiniz, izletiniz.

Emeği geçen herkesin eline sağlık!

Bu arada, in cin top oynuyor İstanbul'da...

.

Pazar, Aralık 07, 2008

Güz Sancısı


Tomris Giritlioğlu'nun yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendiği filmin çekimleri tamamlanmış. 23 Ocak 2009'da vizyona girmesi bekleniyormuş. Filmin oyuncuları arasında Murat Yıldırım, Beren Saat, Umut Kurt, Okan Yalabık, Tuncel Kurtiz, Hüseyin Avni Danyal, Zeliha Berksoy, Kenan Bal ve İlker Aksum var. Bugün internette filmin fragmanlarına da rastladım.
Tıklayın!

Bütün çocukluğum babamdan, ananemden ve annemden dinlediğim "6-7 Eylül Olayları" hikayelerinin eşliğiyle geçti. Bu sebeple Güz Sancısı benim için fazlasıyla mühim bir film. Neticeyi merak içinde beklemekteyim. Babam, büyüyen kalabalığın arsız ateşine uyanıp da Tünel'deki havlucu dükkanından alıp eve getirmese Tasula da o şuursuzluğun tacizinden nasibini alacakmış. Tasula yani Türkan, babamın birlikte büyüdüğü en sevgili arkadaşı Yorgo'nun kız kardeşiydi. Ananem, Tabutçu Kevork Usta'nın dükkanına "Türk" bayrağı asarken yaşadığı korkuyu anlatırdı ve elleri titrerdi o günlerdeki gibi. Bu olaylardan sonra bütün kardeşleri İsrail'e gitmiş, ama ananem büyüdüğü toprakları terk edememişti. "6-7 Eylül Zengini" diye işaret edilir, parmakla gösterilirdi bir kısım müslüman esnaf benim çocukluğumda, isimleri bile hatırımda. Onların torunlarına miras bıraktıkları evlerin asıl sahiplerinin korkunç hikayelerini anlatırdı bazı geceler babam ve "Kumbaracı Yokuşu'ndan top top ipekli kumaşlar, erzaklar su gibi aktı kan ve nefretle birlikte" derdi, gözleri yaş içinde...

Ananemi ziyaret etmeye gelen eski komşuları, anneme bildiğim adı yerine "Rahel" diye seslendiğinde kafam karmakarışık olurdu. Bugün bile zihnimin bir kenarında takılı duran, bu memlekette yaşayıp da adını saklamak, müslüman kızı numarası yapmak zorunda kalan annem gibilerin ruh halidir. Uzun yıllar çözemediğim acı bir kimlik bilmecesidir. Eskiden daha çok konuşurduk. O zamanların birinde sormuştum neden gerçek adını kullanamadığını, "Müslüman kızlarla evlenir, gayri müslim kızlarla eğlenirlerdi." dedi bir seferinde. Çok zaman maruz kaldığı bu sosyal şiddet sebebiyle affettim annemden sebepsiz yere yediğim dayakları.

"Bazen içtenlikle dilenmiş bir özür yaraları sağaltmaya yeter", derdi babam. Emin değilim İsmet Paşa! Kimse benden özür dilemedi daha. Ve ben unuttum mu sanıyorsun, "Babama söylerim Hitler gibi sabun yapar seni!" diyerek elimden pilli bebeğimi alan komşu kızı Hatice'yi? Unutmadım. Unutmak, kapalı bir kapının önünde kalmak gibidir. İçeri girebilseniz sizi geçmişe götüreceğini iddia eden bir kaç tuzak asılıdır o kapıda, mutlaka...



•• Fotoğraf www.sadibey.com adresinden alınmıştır.


.

Ellerim limon kokuyor, balık ayıkladım.


İstanbul sokaklarında kesif bir sakinlik var. Son bayram göçmenleri de yarın yola çıkacak ve hepten ıssızlaşacak İstanbul, belli. Ekranda da bayrama özel yarı sessiz bir yayın akışı uygulanıyor. Yarın akşam saat 20.00 itibariyle Nihat Hatiboğlu özel bayram yayınında Beyazıt Öztürk'ü ağırlayacakmış. Bunu dışında bir özel yayın duyurusuna rastlamadım. Hemen hemen bütün kanallar bayram tatili sebebiyle dizilerin yeni bölümlerini yayımlamayacak. Yerine tekrarlar ve yayım yorgunu yerli ya da yabancı sinema filmleri var. Bayram sessizliği benim işime yarayacak. Umarım. Yazıp bitirmem gereken söyleşiyi, izlemediğim filmleri bu tatile sığdırmak için iyi bir fırsat var önümde.

Hoş, ben bugün de aynı niyetle çıktım evden ama sinemaya gitmeyi beceremedim. Yağmura kadar yürüdüm, sonra Cihangir'e sığınıp çay kahve eşliğinde kalan işleri temizledim. İnternette dolaştım. Art Core adında bir siteye bulaştım. Peş peşe telefonuma düşen SMS yorgunu bayram kutlamalarını sildim. Evet, sildim hem de okumadan. Bu yavan kutlama trafiğininden geriliyor olduğum doğrudur. Ufak bir gerginlik de değil, bildiğin tiksinti hissine kapılıyorum. Gönderenin kendini önemsemesinden başka bir boka yaramadığına inanıyorum, yaratılan bu sanal kutlama trafiğinin. "Telefon rehberimi açayım da kim var kim yoksa tek tip bir mesaj yollayayım, bak ben ne mühim bir insanım onyüzlerce kişiye sms yolladım." saplantısından başka bir anlamı yok nazarımda. Kimsin sen be? Beş tuşa basıp, sesini duyuramayacak kadar kalabalık ve vakitsizsen ya da yakınımda değilsen, üzme tatlı canını çıkar beni listenden, kutlama bayram seyran, parana da yazık. Düş cebimden!

Bu kutlama geyiğinin beni çileden çıkaran bir diğer "püf noktası" da, o uzun ve kafiyeli mesajların "isimsiz" geliyor olmasıdır. Onbir haneli numara cebinize düşer, siz aval aval bakarsınız. "Kurbanınız kanlı, bahtınız şanlı, yolunuz taşlı, alnınız ak, sırtınız pek, oranız buranıza denk, tuzunuz kuru ve bayramınız kutlu olsun!" Ee? Sarı Çizmeli Mehmet Ağa! Özgüvene bak. Hey Maşallah! Bu kadar eminsin yani senin adını telefonumun listesine eklediğimden, aferim. Bir, bilemedin iki kez konuşmuşum, ömrüm oldukça kısmet olursa belki bir kez daha konuşacağım insanların numarasını kayıt altına almıyorum arkadaşım, kusura bakma. Hoş, aylarca konuşup kayıt altına almadığım numara da olur. Aylar boyunca konuşup yine de kısa mesaj atarken sonuna adımı yazdığım olur. Kabul, ben tuhaf bir insanım. Bu sebeple isimsizlerden kutlama mesajı alınca hepten anlamsız buluyorum. Bunu hatırlanma, saygı duyulma, büyüklerin eli küçüklerin gözü bağlamında önemsenme olarak alamıyorum. Aksine, nasıl oluyor da bu kadar hödükle tanışıyorum, iş yapıyorum, konuşuyorum diye hayıflanıyorum.

Nereden nereye.. Zihin ishali dedikleri bu olmalı...


Alakası yok ama, Mamma Mia'yı dvd'den izledim de, kendimden utandım...

Böyle işte!

.

Pazar Keyfi: Nuri Bilge Ceylan


Bundan 30 yıl kadar önceydi. Darbeyi üniversitede yemiştik. İdeolojik sakallarımız ve bıyıklarımızla, ve yine ideolojik basma elbiselerimiz, hushpapilerimizle, üniversite kampüsünde kasılmış kısılmış kalmıştık.

Oturuşumuzla, bakışımızla, edamızla, sessiz sedamızla, kendimize çaresizce anlam ve ifade katmaya çalışıyorduk. Hep yanyana oturuyorduk. Konuşsak da konuşmasak da yanyana oturuyorduk. Kimin yanında oturduğun çok önemliydi. Kimileri merdivenlerde oturuyor, umutsuzluğa kerkiniyor, kimileri kantin masalarını siyasi ayrımlarla bölüşüyor, umutsuzlukların etrafında biteviye bir son akşam yemeği görüntüsü çiziyordu.

Elimizdeki, doğru yanlış farketmez, üç beş laf uçup gitmişti. Hocalarımız sıra traşından geçirilmişti. Bu memlekette her neslin hayatından kaybolmasına hükmedilen 10 senenin ilk senelerini mümkün olan en az acıyla kaybetmeye çalışıyorduk. Türkiye’deki her yeni nesil gibi, biz de kendi neslimizin payına düşen kendi mahkûmiyetimizi yaşıyorduk. Voltamızı, kendi küçük büyük cemaatlerimizin, birbirimizin gölgesinde atarak, biraz olsun ısınıyorduk.

O günlerde, kampüsün ortasındaki yazın tozlu, kışın çamurlu futbol sahasından, bir cemaatsiz, yalnız adam yürüyordu. Bir oraya yürüyordu. Bir buraya yürüyordu. Her daim yalnızdı. Ama yüzündeki ifadeye bakarsan yalnızdan ziyade tek başınaydı. Biz cemaatinin kollarında vakit dolduranların suratındaki ifade, onunkinden çok daha fazla yalnızlığı andırıyordu.

Adamın omzunda hep bir fotoğraf makinesi vardı. Hep bir aşağı bir yukarı yürüyordu. Hep işi vardı. Her fırsatta üniversitede bir yerde ve belki de başka yerlerde fotoğraf sergisi açıyordu. Yüzünde belli belirsiz bir, ‘beni maymun edemezsiniz’ gülümsemesi vardı. O adamın adı Nuri Bilge Ceylan’dı.

Üç Maymun’u seyredince bütün bunlar bir ‘film şeridi gibi’ gözümün önünden geçti.Üç Maymun hayatımda gördüğüm en iyi film. Derdim, sinema eleştirisine merdiven dayamak değil. Benim sinemayla ilişkim basittir. Bir filmi bir kez görüp bir ay sonra başından sonuna neredeyse sahne sahne muhayyilemde tekrar canlandırabiliyorsam, o film benim için iyidir. Ne kadar kolay hatırlayabiliyorsam, filmin dili o kadar benim anadilimdir. O dil bana o kadar nüfuz etmiştir.


Devamını Buradan Okuyun!


Alıntı: Gökhan Özgün,

Taraf Gazetesi - Aralık 2008



.

Çarşamba, Aralık 03, 2008

Salı, Aralık 02, 2008

Vatandaş Polisten Kimlik Sorsun


Böyle buyurmuş Cerrah Müdür, vatandaş polisten kimlik sorsun demiş. Sa'olsun, varolsun. Kısmetse, bir başka sefere sorarız. Merak ediyorum. Eğlendiğiniz bara, yemek yediğiniz lokantaya hattı zatında güvenli yuvanıza paldır küldür polis girse itiş kakış, çığlık kıyamet arasında kaç kişi cesaret edip, "pardon, acaba kimliğinizi görebilir miyim?" diye sorabilir?

Dün basına yansıdı malum olay. Polis kılığına girmiş eli coplu, full aksesuar birkaç hayvan, Ataköy'de bir bara girip, müşteriler arasından genç bir kadını saçından sürükleyerek dışarı çıkarıp arabaya bindiriyorlar. Full aksesuar dememdeki kasıt, baskına geldikleri arabanın da mavi çakarı var. Mekanın kameraları herşeyi kaydetmiş saniye saniye. Kadını sürükleyip çıkarıyorlar, ertesi sabah da evinin önüne atıyorlar. Tecavüze uğramış olarak. Zontalar yakalanmış. Görev sırası adli makamlarda...

Şimdi, açıkçası ben etrafta bön bön bakan, yardım etmeye kalkışmayan ahaliye suç bulamıyorum. Mekanda eğlenen insanların sessiz kalmasına şaşıramıyorum. Polisin taşıdığı kimliğin sıradanlığını, o hayvanların polise ait aksesuarlara nasıl ulaştıkları sorusunu da bir kenara bırakıyorum. Bu durum şunun altını çizer benim kitabımda: Halk, polisin bu tür davranışlarda bulunabileceğine o kadar ikna ki, aksi bir durum olabileceği aklına gelmiyor.

Korkutulmuşuz, korkuyoruz. Ben korkuyorum polisten, itiraf ediyorum. Evim yeniden soyulsa karakola başvurmam. Çünkü yalnız yaşadığımı öğrenen semt karakolu polislerinin 3 ay kapımı çalmasına yeniden tahammülüm yok artık. Yıllar önce Dolapdere'de trafik çevirmesine girdiğimde bana "in aşağı arama yapıcaz" diyen delikanlı polis memurlarımızın yaka numarasını bugün olsa isteyemem, "hanginiz hangi hakla arama yapıcak lan düdükler! diyemem. Bahçeme paldır küldür silahlarıyla yeniden dalsalar, korkudan titrerken beni azarlayan polise kafa tutamam. El insaf, bahar vakti bahçemde oturuyorum. Polisler hırsız kovalarken bahçeme dalıyor. En öndekinin elinde kınından çekilmiş silah, bana doğrultuyor. Havlayan köpeğimi işaret ederek, "sustur şunu yoksa vururum"diyor. Ömrümde ilk kez burnuma silah dayanmış, karşılığında da, "kimi vuruyorsun düdük? " diye çıkıştığım için üzerime yürüyen memuru şikayet ettim mi? Etmedim. Aklı başında, ayakları yerde, görmüş geçirmiş bir insan evladıyım üzerime yürüyen memuru şikayet etmeye korktum. Yarım ağızla özür dileyen amirinin ihsas ettirdiği gibi başıma bela olurlar, canımı sıkarlar, dert açarlar diye korktum. Yaka numaralarından fal baktım.

Öyleyse vatandaş polis elele, mutlu yeşil günlere!

Perşembe, Kasım 27, 2008

IRON MAN VE ROBERT DOWNEY Jr.


Bu filmi de sinemada izlemek nasib olamamıştı. Nihayet dün gece izleyebildim. Malesef filme konu olan "Iron Man" bildiğim, takip ettiğim kısacası elimden geçmiş bir çizgi roman değil yani meseleye Kızıl Maske ya da Kaptan Swing kadar hakim değilim. O sebeple çizgi romanın perdeye uyarlanması esnasında ne kadar başarılı olunmuş ya da olunamamış fikir beyan edemeyeceğim.

Ancak tek gerçek var, Robert Downey Jr'a hayranlığım nüksetti. Uzun zamandır unutmuştum adamı, utandım. Çok yetenekli bir oyuncu, nadiren rastlanır cinsinden hem de. Üstelik kibir bu adama çok yakışıyor. Tony Stark rolünü Robert Downey Jr. dışında kim canlandırabilirdi ve hakkından gelirdi diye uykuya dalana kadar düşündüm, alternatif bir isim bulamadım.

Filmdeki bütün oyuncular çok başarılı seçilmiş ve yüksek performans sergilemişler. Kurban olayım cast direktörlüğü gerçekten de ilim irfan isteyen bir iş. Hakkıyla yapılırsa gerçekten önemli bir meslek, kabul edelim. Neyse.. Dvd'nin özel seçenekler bölümünde sergilenen "atılan sahneler" bile keserken zorlananılacak kalitedeydi. Marvel'in kendi finanse ettiği ilk film Iron Man ve zaten gişede de çok başarılı oldu.

Filmi, septik bir eleştirmen kimliğiyle izlemez, "fantastik" olma halini görmezden gelerek politik çıkarımlar yapmaya kalkmazsanız, eğlenirsiniz.

İyi eğlenceler..

Çarşamba, Kasım 26, 2008

Pazar, Kasım 23, 2008

Cuma, Kasım 21, 2008

Perşembe, Kasım 20, 2008

Hatırlamalı: Hamamböceği


Tanrıça Hera'nın, Zeus'u baştan çıkaran Rahibe Io'nun peşine taktığı kuduz böcek... Io, Inakhos'un kızıdır. Efsaneye göre, bu böcekten kaçmak için inek görünümüne girer ve dünyayı dolaşır. Buralara da gelir. Hatta boğaz'ın bir yakasından diğerine bir sıçrayışta geçer. Bu nedenle Boğaziçi'ne " Bosphorus" (inek geçidi) denirmiş. Bu dünya turu esnasında Zeus'tan hamiledir ve Mısır'a giderek Epaphos'u doğurur. Aiskhylos bu efsaneyi "Hiketides" (Yalvaranlar) tragedyasında da kullanmış derler, okumadım, bilemem.

Böyle yani...

"And even in our sleep pain that cannot forget falls drop by drop upon the heart, and in our own despair, against our will, comes wisdom to us by the awful grace of God"*


* Quotation of Aeschylus / Ve hayır için Türkçe çevirisini yollayan olursa, eklerim...
.

Çarşamba, Kasım 19, 2008

Hediye

sulukule


Bir fotoğrafı hediye etmek, o an'ı da hediye etmek anlamına gelir mi? Gelmeli. "Fotoğraf makinasının ne beyni vardır ne de kalbi." diyor Ara Güler ve devam ediyor: "Sevdalanmaz, kıskanmaz ve kızmaz. Halbuki fotoğrafı yaratmak için; görüşe, birikime ve anılara sahip olmak gerekir. Bu makina, beynin ve gözün önündedir, ordan bakarsan onun da beynindekini çekersin. Öyle ki, bu fotoğraf makinası denen makina, fotoğraf çekenin ensesinde olsa, daha iyi olur gibi geliyor bana."


Sevgili dostum Yevgeni, bu fotoğrafı bana armağan etti. "İçimden geldi!" dedi. İçinden geleni, gözünden geçeni "İstanbul Daily Photo" adındaki bloguna döküp İstanbul'un günlük seyrine davet ediyor bizi, sizi, hepimizi...

Böyle yani...

Salı, Kasım 18, 2008

Blog Okurlarına Duyurulur..


Blogda yayımlanmış herhangi bir yazıya, bir başka kişi ya da kuruma ait bir yazıyı ya da benzer sitelerde yayımlanmış yorumları kopyalayacak ve yorum niyetine yapıştıracaksanız hiç değilse alıntının kaynağını da belirtiniz. "Alt tarafı bir yorumdur, telif içermez" diyerek küçümsemeyiniz, özen gösteriniz.

Özet olarak demem o ki, başkalarına ait yazıları yorum niyetine yollamayınız, yayımlamıyorum. Yok, mutlaka o yazıyı bu blogun okurları da görsün istiyorsanız, ilgili yazıyı tırnak içine almak yetmez, kaynak da belirtiniz.

Saygılar...




•• Photographer: Eugenio Recuenco

Cumartesi, Kasım 15, 2008

Gitmek Üzerine 2

martı


Sürekli gidenler... Nerede sabah, orada akşam diyenler, gitmeye mahkum edilmişlerdir. Adresleri yoktur. Herhangi bir zamanda herhangi bir yerde olabilirler. Hem hiç aceleleri yoktur, hem de gitme telaşı içindedirler.

- Hangi seçimden sonra düştün yollara?
- Bir ışığın peşi sıra.. Günler ve günler boyunca ve hep batıya, batıya...



•• rd, Dolmabahçe 1998


Hatırlamalı: Baha Tevfik


1881 ya da 1884 yılında İzmir'de doğmuş, önce İzmir İdadîsi'ni bitirip, İstanbul'a gelerek Mülkiye'den mezun olmuş. İyi derecede fransızca, arapça ve farsça bildiği söylenir. İstanbul macerasının ilk yıllarında "Eşek" ismindeki güldürü mecmuasını yayınlamış ve bir süre "İştirak" gazetesinde yöneticilik yapmış. Daha sonra "teceddüd-ü ilmî ve edebî kütüphanesi" adında kendi yayınevini kurmuş, yayıncılık yapmış. Ahmet Nebil (mahlas olduğu rivayet edilir) ve Memduh Süleyman ile birlikte Alfred Fouille'den birebir çeviri, iki cilt "Tarih-i Felsefe" isimli kitabı ve Nietzsche'nin hayatını ve düşüncelerini yorumlayan "Nietzsche Felsefesi" isimli kitabı basmış.

Toplam on sayısı yayımlanan bir felsefe dergisi (1909/1912) çıkarmış. Bu dergide, Ernest Haeckel'in "Kainat'ın Muammaları" adlı eserini çevirip basmış, Kant ve fikirleri hakkında pek çok makale yazmış, "Felsefe Sözlüğü" tefrika etmiş. Ünlü fransız yazar Odette Lacquerre'in feminizm üzerine yazdığı bir kitabı çevirdiğini duyan dönemin Ayan Meclisi üyesi Beşeriya Efendi, uzun bir mektup yazarak kendisine sitem etmiş, "beyhude çaba" sarf'ettiğini belirtmiş. Fakat Baha Tevfik kitabı ne çevirmekten vazgeçmiş, ne de basmaktan. Üstelik mektubu da kitabın girişine önsöz olarak ekleyerek yayınlamış.

Balkan savaşı sonrası "zekâ" adını verdiği dergiyi yayınlamaya başlamış. E. Haeckel'in "Monisme" isimli konferansını yine Ahmet Nebil'le birlikte çevirip, derleyip toplayıp, yorumlayıp "Vahdet-i Vücud" adıyla yayınlayınca ortalık birbirine girmiş. Özetle; felsefe sentezlerken empati kurulması gereğini, önce fikir sahibini ve beyan dönemini algılamanın, anlamanın gereğini savunmuştur. 1910 yılında İstanbul'da kurulan "Osmanlı Sosyalist Fırkası"nın resmi üyesiymiş. -Ki Tarık Zafer Tunaya bu üyeliği inkar etmiştir-. 30 yaşında müzmin bekar olarak (1914/1916) vefat etmiştir.

Her dönemde Baha Tevfik ve görüşleri hakkında oldukça yazılmış ve tartışılmıştır. Varlığı ve katkıları ise; Büchnerci, Max Nordau fanatiği, Immoralist, Pan Natüralist gibi tanımlarla açıklanmaya çalışılmıştır. İkibinli yılların başında Enis Batur'un takıntısı haline gelen (niye taktı bilmiyorum.) Baha Tevfik'in bazı makaleleri derlenerek, Kültür Bakanlığı tarafından "Yeni ahlak ve ahlak üzerine yazılar" adıyla yayınlandı. Ayrıca "Felsef-i Ferd" isimli makalesi de 1992 yılında "6:45 Yayınları" tarafından, "Felsefe-i Ferd Ve Anarşizmin Osmanlıcası" adıyla basılmış ve tükenmişti. Kaan Çaydamlı sağolsun. Şimdilerde edinmek isteyenler ne yapar, bilinmez.

Hayatı ve eserleri; "anarşistim abi!", "nihilistim, var mı diyeceğin?", "sen de amma maddecisin kardeşim..", "on numara kübistim bacım!" benzeri tanımlamalı sohbetleri sevenlere ve empati yoksunlarına tavsiye edilir.

Cuma, Kasım 14, 2008

Engin Ardıç


"Hillary’nin en büyük rakibi Barack Obama’nın da göbek adı Hüseyin... Düzeltiyorum: Göbek adı Barack, asıl adı Hüseyin. Kıl kapılmasın diye tersini kullanmaya çalışıyor. Onun da kampüs ya da bazı Hollywood “mahfilleri” dışında hiçbir ağırlığı yok. En büyük destekçisi, bizim koca popolu Girit kızı Jennifer Aniston.

Adı Hüseyin olan biri Amerika’ya başkan seçilsin, çıkar Taksim Meydanı’nda anırırım.

Peki kim çıkacak ortaya, “Amerika’yı kurtaracak aslan” olarak, son zamanlarda ödül üstüne ödül toplayan, yıldızı yeniden parlayan Al Gore mu?"


Akşam Gazetesi,
04/11/2007



Engin Ardıç'ın sol taraftaki anketimize ilham veren yazısından alıntıdır. Başlığı açarak meseleyi gündeme getiren, hatırlatan Ekşi Sözlük yazarı "dalgacık"a teşekkür ederim.




Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Perşembe, Kasım 13, 2008

J. J. Abrams'dan Öğrenilenler Ve Hırsızlar Üzerine


Cloverfield. Bu film, başarılı televizyon yapımcısı J. J. Abrams'ın sinemaya transfer olma çabalarının 2008 model bir örneği. Filmin başarısı ya da başarısızlığı bir kenara, bizim sektörün kimi mensupları bu filmin yasal DVD'sini alıp ders gibi izlemeli. En basitinden süper ipuçları öğrenebilirler. Mesela bu DVD'yi izleseler çok süper "kan"lı sahneler yaratabilirler. Makyaj uzmanı, "Çikolata sosu ve gıda boyası kullanıyoruz. Daha iyi bir kıvam tutturuyoruz böylece." diyor. Adamlar 17.59 ytl'ye bunu öğretiyorlar misalen, kim pahalı diyebilir bu derse? Ve niye çalmayı tercih eder kimi insanlar bir fikir sanat eserini legal yollardan edinmek yerine?

Çalıyoruz, malumatfuruş olma halimize yatırım yapıyoruz. Başka bir bokumuza yaramıyor üretilen işleri "anında" izleme takıntısı bana göre. Nazarımda üretemeyenin, üretenden aldığı en kanlı intikam bu. Felsefi, politik, vicdani onca kılıfa rağmen. Beynimizi kirletmekten, hafızamızda görsel kakafoni yaratmaktan başka bir faydası var mı? Misal çalarak yani hırsızlık malı film izleyip, müzik dinleyip alim olan var mı aranızda? "Bölüm yayımlandı, akşamına izlemeliyim" duygusu hangi arsızlığa tekabül eder? Keyfimize. Keyif için çalıyoruz. Sadece "erişim hakkı" kılıfı sebebiyle çalıyoruz. Bahçeli bir ev istiyorum, Macbook Air istiyorum, Louis Vuitton bavul istiyorum en büyüğünden, baklava da...

Diliyorum, her fikir sanat eseri hırsızı da günü gelsin, emeğinin çalınması durumuna maruz kalsın.

Haa, şu maliyetler/ haksız kar etmeler filan meselesini ayrıca tartışalım tabii. Ne zaman? Sen hırsızlığına bahane aramaktan vazgeçtiğin zaman.



Böyle yani..




••
Fotoğraf filmin resmi websitesinden alınmıştır.


.

Salı, Kasım 11, 2008

Unutmamalı: İslam Çupi


1932 yılında Tiran'da Nadiye ve Allaman Çupi'nin büyük oğulları olarak dünyaya gelmiş. Eğitimine Galatasaray Lisesi'nde başlamış ama Vefa Lisesi'nden mezun olmuş. İstanbul Amatör Küme'de futbol oynamış, Çapa takımında forma giymiş. Mucizevi bir sol ayaktı, der onu yakından bilenler. Spor yazarlığına 1957 yılında günlük spor gazetesi'nde muhabir olarak başladı. Cemre nöbetine onu da dikmişler midir? Sonra sırasıyla Son Havadis, Türkiye Spor, Yeni İstanbul, Akşam ve Tercüman gazetelerinde çalıştı. Ölümüne kadar Milliyet Gazetesi'nde "Pazarın Ertesi" isimli sütununda spor yazdı.

Ayşe Çupi'yle evliydi ve bir kız babasıydı. Fransızca biliyordu. Sıkı Fenerbahçe'liydi. Yazılarını kurşun kalemle, kağıda yazardı. Bab-ı Ali'nin, İkitelli'ye hicretini hiç hazm'edemedi. Telefonla konuşmayı sevmezdi hele de yazı yazıyorsa, gazete okuyorsa.. Patates kızartmasını, kül tablasına fıstık fıstık kabuğu atanları, gün batmadan alkol alanları, "İslam abi on lira versene!" diyenleri de sevmezdi. Cemiyet Lokali'ni, rakı'yı, Teşvikiye'yi, ah ille de "Aydoğdu"yu çok sever, Yalan Rüzgarları'nı kaçırmadan izler ve çok sigara içerdi. Aldığı her nefesi, edindiği her tecrübeyi paylaşan, böylece çoğalan, tanıyanların; "spor yazarlarının Balzac'ı", "Arnavut Prensi", "Mavi Gözlü Dev" ve "Baba" diye tanımlamaya çalıştığı ama en çok da hepimizin "İslam Abi"siydi.

Esenyurt'taki evinin merdivenlerine serçe parmağını bıraktıktan, Çapa Tıp Fakültesi'nde günlerce sessiz sedasız yattıktan sonra 6 şubat 2001 yılında çekti gitti. Biz de peşinden Nuruosmaniye Camii'ne gittik. Son imzaladığı rakı şişesi açıldı mı sahi? Bütün bunlar olmadan beş yıl önce kısmi felç geçirmişti. 1995 yılında yayımlanan "Hey Gidi İstanbul" ve ölümünden sonra seçme yazılarının derlendiği "Futbolun Ölümü" isimli iki kitabı vardır.

"Bizim zamanımızda Çiçek Pasajı'nda rakı içmek pera okulu inceliği ve zerafetinden geçmiş olmanın zahmetli diplomasını gerektirirdi." derdi.

Ah be İslam Abi, çok özlüyorum ben seni...

Pazartesi, Kasım 10, 2008

Gökhan Özgün: Devr-i Hüseyin


"Bugün bütün dünya Amerikan demokrasisine tapıyor. Yine, yeniden.

Dünya, zihniyetini Amerikan demokrasisiyle sınıyor. Avrupa medeniyeti bile dili bir karış dışarda Amerika’yı seyrediyor. Tayyip’le, uygun adımdan mehter adımına terfi etmiş Türkiye de mel mel bakıyor tabii.

Amerika bunu nasıl başarıyor? Guantanamo’yu, bir kaç senede bütün dünyaya pompaladığı Müslüman düşmanlığını, medeniyetler savaşı teranesini, belgeli işkenceleri, yalanla girdiği Irak’ı, yüz binlerce ölüyü, nasıl aniden unutturuyor?

Nasıl bir günde özgürlük savaşçısı haline geliyor? Ha, nasıl? Umutsuzluk çıkmazından umut şeridine nasıl aniden direksiyonu kırabiliyor?

Amerika’ya hep hayran olacaksanız. Dönüp dönüp hayran kalacaksanız. Mahcupça hayran olacaksanız. Açıkça hayran olacaksanız. İtiraf etseniz de, etmeseniz de, bundan kaçamayacaksanız. Bu sizin trajediniz. Bu sizin çıkmazınız. Bu belli ki artık sizin kaderiniz. Silahla da Amerika yönetecek, silahsız da Amerika yönetecek.

Hacıyatmaz Amerika hep tekrar tekrar sahneye çıkacak.

Uzaydan gelse biri bugün, güçlü bir ‘merkez’ görecek. Yalnızca Amerikalıların oylarıyla yönetilen bir gezegen görecek. Amerikan seçimlerinde oy verebilmek için kıvranan, iç geçiren taşralı bir dünya görecek.

Amerika sizi hep taşralaştıracak. Öyle de taşralaştıracak, böyle de. Silahla da taşralaştıracak, silahsız da. Merkez valinizin adı bir George olacak, bir Hüseyin. Apışıp kalacaksanız. Paralize olacaksınız.

Ne olduğunu anlamayacaksınız. Çünkü taşralısınız. Çünkü gelecek kavramınız yok. Çünkü geleceğe düşmansınız. Çünkü taşralının geleceği, muhayyilenin ‘zamanı’ içinde değil, hasedin ‘mekânı’ içinde yer alır.

Gelecek kavramı yerine kibir ve haset dolu çocuksu bir merkez düşmanlığınız ve onun siyam ikizi, mahcup ve ikiyüzlü bir merkez hayranlığınız var. O kadar taşralısınız ki, görmeden, gitmeden, tanınmadan yönetilecek kıvamdasınız.

Çünkü bir ütopyacık bile hayal etmediniz. Bir disütopya olsun çiziktirmediniz. Bir P.tesiye bir Salı bile öngöremiyorsunuz. Taşralı kibriyle şişinip duruyorsunuz. Taşra kaymakamlığının kıyaklarından vazgeçemiyorsunuz. Amerika’da bir Science Fiction dergisi bir milyon satıyor. Siz her gün bir internet sitesi yasaklıyorsunuz. Geleceğin kapısı aralandığı anda kapatıyorsunuz.

Bir gün başınıza göktaşı düştüğü zaman bir Allah’a, bir de Amerikalı’ya yalvaracaksınız. Şu göktaşını başımızdan al diye. O göktaşını uzayda yok edecek teknolojiye bir Amerika sahip.

Amerika senin gibi gelecek kavramından yoksun taşralıyı niye işine karıştırsın? Son yıllarda senden aldığı işine yarar tek kavram, ‘Türk tipi inkâr’ kavramı. Mutlak inkâr anlamına geliyor.

Merkeze karşı o kadar komplekslisin, o kadar taşralısın ki, Amerikan demokrasisi denen ‘yarım demokrasi’nin tek erdeminin ‘geleceği karşılayabilmek’ olduğunu anlamıyorsun.

Amerikan özgürlük anlayışının geleceği karşılamak için kurgulandığını anlamıyorsun. Bu özgürlüğün, somut, elle tutulur bir amacı olduğunu idrak edemiyorsun.

Geleceği ilk karşılayan, senin gelmişini de, geçmişini de, geleceğini de yönetir, bu kafana dank etmiyor. Çünkü milliyetçilikten, bağımsızlıktan, birini birinin üzerine pompalı tüfekle salmayı anlıyorsun.

İnsan denen beşer, bir taraftan ‘adalet ve kalkınma’ peşinde koşarken, bir taraftan da geleceğin rüzgârını göğüslemek zorunda. Meseleyi ‘çok zor’ kılan da bu. Dünün adaleti bugünün adaleti değil. Dünün kalkınması bugünün kalkınması değil.

Amerika’da gelecek hep biraz bilinmezdir. Bilinmezliğine saygı gösterilir. Geleceğe saygı gösterilir. Amerikan kültürünün tek erdemi, geleceğe bütünüyle hükmetme kibrinden vazgeçip geleceği karşılama gücüne odaklanmasıdır.

Bunu Avrupa anladı. Avrupa bir alternatif merkez olabilir. Ya da merkeze ortak olabilir. AB’nin ehemmiyeti buradadır. AB, eski dünyanın geleceğe ezbere hükmetme kibrinden, geleceği karşılama tevazuuna geçişidir.

Sen olan biteni anlayamazsın. Çünkü aniden taşralı bir aşağılık duygusuyla bir taraftan çocuklarına Melisa, Lara, Maya, Aksel gibi ‘uyanık’ isimler koyar, bir taraftan da anti-emperyalist, ulusalcı, laik-cuntacı, faşizan, ‘sözde bağımsız’, ‘gözü kapalı’ taşra siyaseti yaparsın.

Sonra bir bakmışsın, Amerikan başkanının adı Hüseyin. Şapa oturursun."



Yazının devamını okumak için tıklayınız


Gökhan Özgün
Taraf Gazetesi, 8 Kasım 2008

Pazar, Kasım 09, 2008

HATIRLAMALI: Eugenio Recuenco


Cuma günü yolladığım "Uçuyorsam Sebebi Var" postası vesilesiyle siyah-beyaz fotoğraflarından birini kullanmıştım. İlk kez, 'Fotoğraflarla Masallar' konseptiyle ilgimi çekmişti. Son zamanların en popüler gözlerinden biri olan Recuenco, Rammstein'ın son albümü Rosenrot'un fotoğraflarını da çekti. Madrid doğumlu ve 38 yaşındadır.



Bakınız!

Quantum of Solace


Bu adam, "Quantum Of Solace" vasıtasıyla nihayet karar vermemi sağlamış ve 'gelmiş geçmiş en iyi 100 Bond' kişisel listemde ilk üçe girişini garantilemiştir. Filme gelince, olaylar önce karada sonra denizde ve havada geçen takip sahnelerini müteakiben aralara serpiştirilmiş iki posta halinde sergilenen yakın dövüş ve adam adama kovalamaca sahnelerini de tamamladıktan sonra koltuğunda gerinen yönetmenin, "haydi hikayeyi de bağlayalım sonra herkes evlere!" demesiyle son bulmuş gibiydi. Bir sinema filmi için oyuncu kadrosu oluşturmanın ne büyük bir ilim olduğuna kani olarak ve 'cast director'ü tamlamasını hakkıyla taşıyanlara saygı duyarak üçüncü sıradan izledim filmi, herşey burnumun dibinde ve bir anda olup bitiverdi anlayacağınız. Film soğuk. Kaba. Hızlı.

Bond olmak oyunculuk yeteneğini zorlar mı bilemem ama fiziken geliştiren ve ruhen yoran bir durum olduğu kesin. Daniel Craig, geçtiğimiz yıllarda neredeyse kaburgaları sayılan iskeletten hallice bir adamdı. Gel gör ki, müthiş bir fiziksel performansa ulaşmış. En sevdiğim Hollywood efsanesi 'Bond'dan geriye sadece çok şık takım elbiseler kaldı ama, onlar da çok yakışıyor bu adama. Haydi, artık edepsizliği ele almışken şunu da söyleyeyim, filmi izlerken - 'havada takip' sahnelerinde gerildiğim için olsa gerek- bir an için ortamdan koptuğumu hatırlıyorum da, o kopma esnasında neden "Kalpsiz Adam" dizisinin başrol oyuncusu Bülent İnal'ı hatırladığımı bilmiyorum. Kokpitte oturan Bond'un yüzü bir an değişti ve Bülent İnal geldi yerine. Kirpiklerimi kırpıştırınca geçti zaten. Fakat bu sürreel durum neden oluştu, inanın bilmiyorum.

Dedikodu bir yana film için seçilen mekanların mükemmelliğinden bahsetmemek olmaz. Çok güzel mekanlar seçmişler hikayeyi kurarken. Film, Siena'da başlıyor. İzleyin, içiniz açılsın.


Arkadaşlar websitesi de yapmışlar doğal olarak, meraklısı varsa, buyunsun: 007


.



•• Photo: Wallpaper from official website

Pazar keyfi 2



Adı: İsmet
Yaşadığı yer: Cihangir
Cinsiyeti: Erkek
Cinsi: Golden retriever kırması

Cihangir'deki cafelerde bakılmaya çalışılıyor...
Sahibi yurt dışına yerleştiği için evsiz kalmış... Çok iyi huylu, terbiyelidir. Bahçeli ya da kocaman evi olan bir sahip arıyoruz zannedersek sağlık durumu iyi. Elimizden geldiği kadar bakıyoruz ama bi eve ihtiyacı var. Daha önce evde yaşayıp sokağa terkedildiği için İsmet depresyonda

Müracaat: Cihangir Pan Cafe -0 212 251 16 26

Cumartesi, Kasım 08, 2008

Xanadu- Bilişim Suçları- Antalya


Uçuş stresi sabahtan bastırmıştı. Kime nazım geçiyorsa, arayıp olağan vasiyetimi açıkladıktan sonra üzerime yapışan "vazife bilinci" gerginliğimi dillendirmektense mideme asit salgılamayı ve kas sıkıştırmasından mütevellit baş ağrısı edinmeyi seçti. Nispeten az sarsıntılı bir yolculukla Antalya'ya indim. Hava 27 derece. Buram buram sıcak. Gün çoktan ağarmış. Nedense sevemem ben Antalya'yı. Gergin uçak yolculuğundan sonra ayak bastığıma bile sevinemem. Yola çıkmadan evvel ve yol esnasında hatta hava alanında devamında da uçakta yediğim onca abur cubura rağmen derin bir açlıkla otele vardım. Xanadu. Belek'te dev araziler üzerine konuçlanan dev tesislerden biri. Karanlıkta girip, gün ağardığında da penceresiz toplantı salonlarında vakit tükettiğim onca Antalya otelinden biri daha benim için. Nesini seveyim bu şehrin?

Derin bir can sıkıntısıyla etrafta dolanırken otelde gördüğüm takım elbiseli insan sayısının çokluk sebebinin "Bankalararası Kart Merkezi"nin geleneksel toplantısı olduğunu öğrendim. Memleketin neredeyse bütün Yargıtay ve Adalet Bakanlığı mensupları, hakimleri, savcıları, avukatları, emniyetin bilişim suçları dairesiüyeleri, jandarma üst düzey subayları (umarım subay deniyordur), bankacılar, güvenlikçiler doluşmuşlar bu otele, işbu anda orada bulunuşumun uhrevi bir anlamı olduğuna uyanıyorum. Sabah kahvaltısından sonra (sonra dediysem saat henüz 09.30) boş boş dolanırken kalabalığa karışıp toplantı salonuna giriyorum. Beyaz örtülü güzel masalardan boş olan bir tanesine oturuyorum. Herkes takım elbiseli. Ben de fazla spor giyimli olmadığım için dikkat çekmeden aralarına sızıyorum. Bir sürü işim var ama yayılıp kalıyorum iskemlelerden birine. Neyse..

Dinlediğim ve öğrendiğim bilgiler yüzünden öğle yemeğine doğru mideme kramp giriyor. Ön sıralardan birinde oturan ve meseleden sorumlu olduğunu düşündüğüm şık bir hanımefendiye doğru yaklaşıp, bu toplantıda duyduklarımı dışarda anlatmamın bir sakıncası olup olmadığını soruyorum. "Ne münasebet, bilakis anlatınız" diyor.

Anlatıyorum. Lütfen, kredi kartınızı ve debit kartınızı (onlar banka kartı demeyi tercih ediyorlar) kimselere vermeyin. Hele de bulunduğunuz restaurant ve cafelerin garsonlarına emanet ederek kasaya yollamayın. Israrla mobil post makinesini masanıza isteyin. Ve mutlaka şifrenizi kendiniz girin. Çünkü kart kopyalama aletlerinin ne kadar küçük, ergonomik olduğuna ve işlemi ne kadar çabuk yaparak kartınızı kopyaladığına inanamazsınız. Bu kopyalama işinin de üstelik hizmet aldığınız yerle ilgisi yok. Doğrudan "öğrenci"leri yani çoğunlukla öğrencileri kullanıyorlarmış. Bir kart kopyalamanın bedelini yazmak istemem, özendirici olmasın diye. Ve lütfen size "jest" gibi sunulsa da şifre girmeden işlem yapmayın.

Emniyetin ve jandarmanın bilişim suçları ve kart dolandırıcılığı konusunda bu kadar etkin ve yetkin çalıştığına şu kulaklarımla duymasam inanmazdım. Geçtiğimiz günlerde Antalya'da yakalanan ve dünyanın ilk 4 bilişim suçlusundan biri sayılan Chao'nun takip sürecini ve yakalanma öyküsünü üşenmeyip bugün yazsam, yarın film olur, ben de milyoner olurum.

Lütfen, nüfus kağıdınızın fotokopisinin çekilmesine kolaylıkla müsade etmeyin. Oteller de dahil olmak üzere yasal olarak "kayıt" yapılması gereken yerlerde gerekli bilgilerin nüfus kağıdınızı gözünüzün önünden ayırmadan alınmasını sağlayınız. Buna yasal olarak da itiraz edebilirmişiz. Lütfen, kimlik bilgilerinizi kolaylıkla sağa-sola saçmayınız. Porno sitelerine girip çıkarken kredi kartınızla işlem yapmayınız. Mümkünse bir "sanal kart" edininiz. Detaylarını anlatamayacağım binlerce "mağdur" öyküsünün çoğunlukla kaynağının bu porno siteler olduğunu biliyor musunuz? Ben biliyorum artık.. İnternet bankacılığı kullanırken kendinize dahi kısıtlamalar getiriniz. Günlük işlem limitlerinizi küçük tutunuz. Nasılsa gerektiği anda limit yükseltebiliyorsunuz. Kredi kartınızı aynı zamanda bireysel hesabinizi yönetirken kullanmayın. Lütfen ayrıca banka kartı edinin.

Aldığınız e-maillere, telefonla aramalara dikkat ediniz. Korkunç öykülerle, dinlerken "yok yahu bunu da kim yer?" diyeceğiniz öykülerle dolandırılan insan sayısı küçümsenmeyecek kadar fazla. Üstelik bizzat Atm'ye yönlendirerek kendi elinizle, kendi paranızı istedikleri başka bir hesaba yönlendiriyorlarmış. Olur da Atm'de kartınızla ilgili bir problem yaşansanız, banka merkezini kendi cep telefonunuzdan arayın . Yok mu telefonunuz? Kartı orada bırakıp ilk ulaştığınız telefonla arayıp kartı kapattırın. Atm telefonunu da kendi ekip üyelerine yönlendirip bilgilerinize ulaşıyorlarmış.

Bu toplantı bana şehir efsanesi gibi görünen, duyduğum zaman "yok daha neler!" diyerek önemsemeyeceğim bir sürü olayın gerçekliğini hatta daha da duymadığımız binlercesini öğretti. Sadece cep telefonu numaramızı elde ederek hakkımızda ne kadar fazla bilgiye anında ulaşabildiklerini öğrendiğimde başım ağrıyama çoktan başlamıştı. Kartımı kaç kez başkalarına emanet edip hesap ödediğimi, şifremi kaç kez garsona fısıldadığımı hatırladıkça mide asidim kabardı. Geç olsun da , güç olmasın dedim.

Bunlardan da önemlisi, Profesör Erden Kuntalp'i tanımama vesile oldu bu seyahat. Ankara Hukuk Fakültesi'ndeki görevini YÖKle bırakmış Kuntalp Hoca. "Ders vermeyi o kadar özlemiştim ki, Galatasaray Üniversitesi kurulurken çağırdıklarında koşarak gittim." diye anlatıyor gençlere olan aşkını. 11 yıl Galatasaray Üniversitesi'nde bölüm başkanlığı yaptıktan sonra yaş haddinden emekli olmuş. Şimdilerde Bilkent Üniversite'sinde "borçlar hukuku" dersi veriyormuş. Ferasetinden ve nezaketinden dem vursam, haddimi aşmış olurum. İnsan huzur buluyor bunca aydınlık bir ruhla tanışınca. Şu ahir ömrümde öğrencilerini kıskandığım ikinci insan olmuştur Erden Kuntalp.

Ve yanılmıyorsam, bugün de doğum günüdür: Ömrü bol olsun!

Cuma, Kasım 07, 2008

Uçuyorsam sebebi var!



Az sonra THY'nin filanca sayılı uçağı ile Antalya'ya gidiyorum. Bu gece, kısmetse Adanalı'yı izlemeye vakit bulabilecek miyim, bilmiyorum. Ama izlersem, (teknolojinin gözünü yiyeyim, bir mobil email yolluyorsun şıppadanak blogda!)mutlaka postalarım.

Beni bilenler, tanıyanlar ya da tanıdığını sananların onca yıldır hakkımda emin olabildikleri tek durum benim iflah olmaz uçuş fobimdir.

Niye Antalya'dayım, onu da dönünce, kısmetse mutlaka anlatırım.

Öyleyse, yolcudur abbas..




Photographer: Eugenio Recuenco

Perşembe, Kasım 06, 2008

Gitmeler Üzerine



Gitmek bir çöl resmiyle başlıyorsa, orada uçağı kazaya uğramış bir pilot da olmalı. Ve pilot tam da küçük prens'in istediği gibi bir koyun çizmeye başlamalı.

.



•• © Michael Taylor, Uruguay

Pazartesi, Kasım 03, 2008

Yaşa Fenerbahçe!


Artık büyüdüm. Dünya meseleleriyle ilgilenme zamanı. Bu zamanlarda iri memeli, gösterişli bir kız olmamanın cezası oğlanların ilgisinden mahrum kalmak olarak işleniyor kimilerinin hayat defterine. Oğlan çocuğu gibiyim. Oğlanların ilgisi dışında en yaygın etkinlik "siyasi" olmak. Bir fraksiyona da sap olamıyorum. Ama deniyorum onları anlamayı. Gerçekten deniyorum.

O zamanlar okullara ithal edilen solbilir abiler olurdu. Kendi fraksiyonlarına adam toplarlardı. Bizde de var. Kürşat Abi. Hepimizden büyük. Kızlarla da ilgilenmiyor. Uzun uzun ve hızlı anlatıyor. “Artı değer işçinin emeğinden...” diyor Kürşat Abi, ben hemen itiraz ediyorum “İyi de adam o kadar yatırım yapıyor, o kadar işçi çalıştırıyor..” diyorum. Babamın dayımla konuştuğu gibi konuşuyorum sanki. Bir sürü soru soruyorum. Cevap vermiyor çoğu zaman. Başını iki yana sinirle sallamak cevap sayılmazsa... Kısacası anlaşamıyoruz Kürşat Abi'yle de. Galiba kendi fraksiyonumu kurmalıyım. Babama konuyu açmayı deniyorum. Yüzüme bakıp, “Baba parası ye, git elin çinlisinin rusunun kıçında dolan! Var mı öyle rahat hayat?” diyerek tersliyor beni. Lise 1'e gidiyorum.

Sonunda soru sormaktan vazgeçip, anlatılanları dinlemeyi seçiyorum. Babamın hep tavsiye ettiği gibi "kendin oku, anlamazsan yine sor" yöntemini kullanıyorum. Okuyorum, ne buluyorsam etrafta. Hiç soru sormayarak dinliyorum bahçede kalabalıkları. Sonunda bir fraksiyona da sempatizan oluyorum. Çalışan başarır. Yeter ki inansın insan. Birlikte dolaşıyoruz teneffüslerde. Grup halinde. Aklıma gelen soruları sormuyorum artık. Dinliyorum. Odamda posterleri var Mao'nun. Çizgilerle Marx da okuyorum. Bir gün, hani sosyalleşeli de 5 bilemedin 10 gün olmuş daha tazeyim, “laf değil eylem zamanıdır” diyor okul sorumlumuz. İlk eylem. Pul atılacak pazartesi günü İstiklal Marşı esnasında. O pullar da yazılacak. Saman kağıtlar, küçük dikdörtgenler halinde tomar tomar kesilip pay ediliyor. Hafta sonu gizli gizli, siyah keçeli kalemle yazıyorum kağıdın üzerine sloganları. Ne yazdığımı çoktan unuttum ama en uzun cümle bana düşmüştü, hatırlıyorum.

Arzu Hanım’ın hediyesi o bej rengi Vakko pardösümün cep astarını geceden söküyorum. Kasketi de var. Kemerli kuşağıyla sıkıca belden bağlanıp, eller yan ceplere sokuşturulduğunda, hele ruzgârlı havalarda uçuşup da ipekli astarı ortaya salındığında, pek şık görünüyor. Bütün pulları özenle tıkıştırıyorum astarla kumaş arasındaki boşluğa. Özenle dikiyorum astarı da. Üzerime giyip okula gireceğim. Beni aramazlar. Benden ummazlar. En çalışkanları sayılırım. Ellerim titriyor. Mum ışığında uykusuz pazar gecem, sabaha zor eriyor. Giyinip, aceleyle evden çıkıyorum. Koşarak gidiyorum okul yoluna. Okul yakın zaten evime. Koşarak kaç dakika ki?

Kapıda arama var. Sırayla alıyorlar içeriye. Müdür yardımcısı gözünü pardösümdeki şişliğe dikiyor. Adamın lakabı Drakula, tırsıyorum. Vefa Lisesini kavurup, tayin olmuş bizim okula. Başıyla işaret ediyor, kenara geçiyorum. Parmağıyla gösteriyor, pardesümü. Çıkarıyorum. Kocaman ellerinin birini pardesümün etek ucuna, diğerini astara kenetliyor. Astarla kumaşı ayırıyor, gözümden denizler taşıyor. Sarı-lacivert bir kaşkol düşüyor astarın içinden yere ağır çekimde. Bir de aynı renklerde şapka. Birbirimize bakıyoruz. Tiksiniyor benden Drakula. Arkadaşlarım da. Kahkahalar da duyuyorum. Babam, "Hoşgeldiniz katibe hanım" diye karşılıyor beni eve döndüğümde. Okulda olanlara dair tek bir satır anlatmaya korktuğum gibi soru da sormuyorum karşılama töreniyle ilgili. O akşam işe giderken, "Katip lazımsa bizim kızın yazısı inci gibidir çalışsın yaz tatilinde yanınızda Yılmaz Amcası" diye sesleniyor, üst kat komşumuza kapı ağzında. Pulların akibeti, astardan çıkan kaşkol ve şapkanın faili de belli. Tek belirsizlik benim ödeyeceğim bedel.

Siyasi kariyerim son buluyor. Karaları bağlıyorum. Bu kariyer kaybı yetiyor mu babama? Yetmiyor. Ertesi sabah elinde küçük bir paketle yetişiyor kahvaltı sofrasına. Geceleri çalışıyor babam. Paketi masanın üzerine bırakıyor. Özenle açıyor. Ehliyetindeki vesikalık resmini bastırmış dosya kağıdı boyutunda. Binlerce olmalı. Evdeki herkes şaşkın. Ben de bakıyorum hiç soru sormadan. Basılı fotoğrafının bulunduğu kağıtlardan el kararı bir tomarı uzatıyor bana. "Bugün de bunları dağıtacaksın arkadaşlarına" diyor. Değil mi karnını hala ben doyuruyorum senin, o zaman odanın duvarına da benim fotoğrafımı asacaksın, arkadaşlarına da dağıtacaksın. Her sabah da uyanır uyanmaz fotoğrafımın karşısında dikilip marş okuyacaksın! " diyor. Sus pus olmuş dinliyorum babamı dehşetle. Şaka yapmıyor. Çok sinirli. Annem, "Ne marşı ayol?" diyor panikle. Cevap geliyor babamdan: Fenerbahçe Marşı elbette!

Cumartesi, Kasım 01, 2008

N'olcak Şimdi?


Kriz geldi kapıya dayandı. Dayandı mı? Gerçekten bir kriz var mı? Bilemem. İşin erbabı bilir. Buyursun, onlar anlatsın var'olan krizi. Ben kulaklarıma da inanmıyorum uzun zamandır. Duyduğuma göre de televizyon yöneticileri kemer sıkmaya çoktan başlamış. Ecel gelmiş kapıya, baş ağrısı bahane, derdi rahmetli ananem duysa. Allah rahmet eylesin. Önce dizi bütçelerinden başlamışlar kemeri sıkmaya. Köşe yazarları bile yazdığına göre bu bilgi doğru olmalı. Yetmezse işten adam çıkarırlar. Ferahlık olur. "Job describition" çevirisi uydurmaktan ve üretmekten helak olduk. Neyse.

Beyazcam, bu krizi küçük bütçeli stüdyo programları sayesinde mi atlatacak? Kemere son delik böyle mi açılacak? Dedikleri gibi önümüzdeki sezon show programları, yarışmalar, yemekli memekli temalar mı izleyeceğiz? Ki bu yönelimi bir yıldır duyuyoruz. Yaz başında, "Var mısın Yok musun" gazıyla dellenmedi mi formatörler, duymadık mı hazırlanan onca projeyi? Amerikan televizyonlarının son 4 yıldır uyguladığı gibi "butik" işler mi revaçta olacak. Hamdolsun her rüzgarı almamız aşağı yukarı bu kadar sürüyor. Elde pişiyor bize dört sene sonra yine ham düşüyor anasını satayım. Peki.

Peki, bu işleri kim üretecek? Şimdi de ömrünce drama/sitkom niyetine sabun köpüğü üflemiş yapımcıların stüdyo programları ve show programları üretimini öğrenmesini mi bekleyeceğiz? Var mı bu memlekette show yazabilen, format geliştirebilenler? Yeterli sayıda mı? Onlar program üretecekler de biz kimlerin şovlarını izleyeceğiz? Önüne gelen shovgirl, talk shovcu, yarışma sunucusu mu olacak? Süper çözüm! Sözde reklam geliri aynı, görünen gideri ufaltıyoruz. 25 oyunculu kadrolar kurmak yerine, bul bir sunucu hatta maaşa bağla. Kur dekoru, koy kızı, üç tane çalgıcı tıngırdasın fonda. Gelsin konuklar, gitsin komik vtr'ler. Al sana eğlence. Kuyruğuna takıntılı kedi gibiyiz.

- N'olcak şimdi?
- Vatan Konserve..





••
Sun Jar, five non blondes

Cuma, Ekim 31, 2008

Hatırlamalı: John Coltrane



Caz eleştirmenlerine göre "gelecek onun sazından çıkıyor"du. John Coltrane, MCA için "Coltrane" kaydını tamamladığında aylardan Nisan'dı. Albümün kaydında, piyanoda Mccoy Tyner, basta Jimmy Garrison ve vurmalı çalgılarda Elvin Jones da vardı. Kendisinden sonra gelen hemen her saksafoncuyu etkilemiş bu eşsiz müzisyen, caz dünyasında avangard örnekler sergilemekle birlikte, geniş bir hayran kitlesini de kazanabilmeyi başarmış tek müzisyendir.

İlk konser! Elvin Jones'un dalgalanıp kabaran temposu, Mccoy Tyner'ın ısrarlı akorları ve Jimmy Garrison'un adaletli kontrbasının eşlik ettiği yarım saatlik bir solonun ardından, bütün bunların yoğunluğuna dayanamayan Coltrane, diz üstü çöker. Dinleyiciler ismini haykırır, çıkışta elini öpmeye kalkışırlar...

Gün gelecek, mistik ve büyülü bir sazın sesini aradığımızda, en az yüz seçenek olacak elimizin altında...


.





••
Photo: © Jim Marshall,1960
location: Ralph J. Gleason's Home (Berkeley, CA)
price: $ 1,800.00

Çarşamba, Ekim 29, 2008

HAMDOLSUN DİGİTÜRK AÇIKLAMA YAPMIŞ


"Digitürk'e Tepki Maillerini LigTV Yayınlayanlar Organize Ediyor."


Milyon dolarlık bir kurum şikayet mektubu almayı bile bu kadar hazımsız karşılar mı?
Bu engelleme binlerce Blogger'ı mağdur, bir kurumun da imajını mundar etmiştir...




.

•• ©1999 Ken Light, Two Ladders at Dusk, Pear Orchard
Hood River, Oregon 1980

29 EKİM 2008


.
.
.

FİLDİŞİ TARAK




Sararmış bir tarak. İnce ve sık dişleri var. Sırt sırta dizilmiş, birbirine küs kardeşler gibi. Gümüş bir hamam tasının içinde duruyor. Damarları ellerinin derisini delecekmiş gibi duruyor. Uzun ve düzgün parmaklarının arasında tuttuğu bu sararmış fildişi tarağı önce tasın içindeki gaza batırıyor sonra saçlarımı tarıyor. Uzun saçlarımı. Çünkü bitlendim. Yani tam bitlenmedim de, kafamda sirke buldular. "Hep o bitliler yüzünden!" diye söyleniyor ananem, "Kaç kere söyledim, oynamayasın?" Annemin sorularını cevapsız bırakmam gerektiğini biliyorum. Tecrübesi, dayakla sabit. Ananeme cevap vermek serbest, o beni dövmez. Yine de cevaplarım bacaklarının arasında boğuluyor. Yüzükoyun gömülmüşüm kucağına. Saçlarım kucağından yere sarkıyor. Küçük küçük prensler düşlüyorum, Liliput'tan kaçmak için saçlarıma tırmanan. Rapunzel'i yeni okumuş olmalıyım. Fildişi tarak derimi yüzüyor. Ağlıyorum. Canım yanıyor. Ağlarken uyuyakalıyorum. Babam eve gelince ananemin derisinden kemer yapıyor kendisine. Babamı konyakçı suretinde görüyorum rüyamda. O zamanlar da doğru yorumlayamıyorum rüyalarımı.

Kenarı mekik oyalı, havalı, beyaz bir tülbentle çıkıyorum babamın karşısına. "Hadi bakalım, hacca da gitcen mi?" diye soruyor. "Bitlendim ben!" diye ağlıyorum. "Bit değil onlar, sirke" diye düzeltiyor ananem. Hacca gitmek ne demek bilmiyorum. Sormaya vakit de bulamıyorum. Babam, Mehmet Abi'yle gelmiş, iş dönüşünde eve. Oyun arkadaşım benim. "Vaaay sirke!" diyor. Adım, Sirke kalıyor. "Hadi ordan.. Turşu!" diyorum. Onun da adı, Turşu kalıyor. oh işte!.

Günün birinde Turşu, çalışmak için Arabistan'a gidiveriyor. Babam, kocaman ve sararmış bir haritada Arabistan'ı gösteriyor bana. İstanbul'dan karışlayarak ölçüyorum, gerçekten uzak. Turşu uzaklara gidiyor. Hayatta kalmak her zaman zor. Öyle diyor babam. Mektup arkadaşım oluyor Turşu. "Kapıyı açıyorum, sanki Menekşe plajındayım, her yer sarı sarı kum.."diye, dertleniyor her satırda. Kenar süsü olarak başına örtü sarılmış bıyıklı bir adamın fotoğraflarının basılı olduğu kağıtlara yazıyor mektuplarını. Çöpçülük yapıyor. Çok para kazanıyor. Çok para ne demek, biliyorum. Ne işini seviyor, ne de kumlu sokakları. Zaten ikinci mektubuma cevap bile vermeden geri dönüyor, bildiği sokaklarına. "Açlıktan öl, ama asortin sarsılmasın sakın.. Pavyon kapısında sabaha kadar sarhoş bekle!" diyerek, kızıyor, çok azarlıyor babam Turşu'yu. Hiç vazgeçmez babam. Biliyorum. Bir tek bana kızmaz. Unutmuyorum. Babam ve Turşu akşamları mutfak kapısını kapatıp, o ağır dumanlı sigaralarını içmeye devam ediyorlar. Babam, tanımadığım insanlara o sigaraların aslında esrar olduğundan bahsetmemi çoktan yasakladı. İlkokul ikinci sınıfa gidiyorum. Onlar kapalı mutfak kapısının arkasında kahkahalarla gülerken ben, yasakların can sıkıcılığını ezberleyip; hep susmayı, az anlatmayı ve hiç şikayet etmemeyi öğreniyorum. Büyüyorum.

Yoldan geçen bir taksiyi durdurup, biniyorum. Bu sabah da durakta araba yok. Taksici, dikiz aynasından bakıyor, ilk virajı döndüğümüzde. " Tanıdın mı beni Sirke?" diyor. Gülümseyişinden tanıyorum. Ön dişlerinin altın kaplaması matlaşmış ama, gözleri hala yemyeşil parlıyor. Saçları bembeyaz olmuş. Altın Diş Fevzi Abi'yi tanıyorum. Babamın durak arkadaşı. Ağır ağır gidiyor kısacık yolu. Sigaramdan bir nefes daha alamıyorum. Saygıdan olmalı. Elimde küçülüyor sigara, kültablasına da atamıyorum. Babamın cenazesiyle ilgili birkaç anekdot anlatıyor, gülüyoruz. Cenazede de çok gülmüştük. O, gözünü son kez yumduktan sonra da gülmüştüm, sabaha kadar. Ne garip..

"Turşu da öldü biliyor musun?" Öylesine, sıradan bir cümle gibi söylüyor. "Babandan iki ay sonra, Turşu da gitti.." diyor. Kendi griliğine boğulmuş, kendi içinde kaybolup gitmiş kaç cümle daha kuruyor, duymuyorum. Arabadan inip, yolun kenarına dikilip, avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum. Bağırmıyorum.


Turşuuuuuuuuuuuuuuuuuuu!





.
•• Vedat Ozan