Salı, Ocak 27, 2009

Düştüğü yerden bir avuç toprakla kalkan film kahramanı


Çocukluğumun, o hiç sıkılmadan her gece yeniden gidilen yazlık sinemalarında pek sık rastlanan bir sahneydi. O zamanlar hayatla filmler kadar ilgili değildik, biz. Filmlerden ezberlediğimiz hayatlara mahkum olmayacağımızı zanneder, neşelenirdik.

İyi ya da kötü, pek çok filmin kahramanı en az bir kez düştüğü yerden bir avuç toprak alarak kalkmıştır ayağa. Kahraman bu, adı üzerinde. Canı ne isterse yapar. Sinema perdesinden mamül kalın bir zırh var sırtında. Ayağı kayar veya çelmelenir. Düşüverir gözünüzden, yüzü koyun toprağa. Öyle soğuktur ki dokunsan yanarsın ve öyle kızgın bir ateş topu ki aynı zamanda, donarsın ilk dokunduğunda o toprağa. Meraklıları, ısrarcıları, alaycıları gözünü kırpmadan bekler, hepsi hayranı oldu sonra, kalkacak mı ayağa?

Kabukmuş, kılıfmış, zırhmış anlamam, kahraman işte. Boşuna almadı bu adı. Kısa bir tereddüt anı geçer. Kim bilir, aklından neler geçer. Yere düşen, bir an kaldırıp da başını göz ucuyla olsun bakmaz bulutlara. Bir sevdiği vardır, bulutlarda onun yüzünü ezber geçmekten korkmaktadır, belli ki. Biz de göz göze gelmek istemeyiz yerde yatanla, başımıza musallat olur belki, Allah muhafaza!

Filmlerin sonundan bodoslama daldığımız hayatlarımızda anladık ki; güvenli koltuklarımızda izleyici konumunda olmayacağız bir daha asla. Gülümseyişimizde saklı o bir avuç toprağı parmak uçlarımızdan süzülürken görmedik mi hiç? Hatırlasana! Var ile yok arasında durduğumuz zamanlardan hatıra değil mi, tırnaklarımıza musallat olan kahve-kara toprağın kiri?

Sonra..
Sonrası fazla bile!
Bundan sonrasını ancak bir duvara bakarak anlatırım.

.

Pazartesi, Ocak 26, 2009

Zeytinyağlı Pırasa


Gitmem gereken yeri tarif ederken, "hemen öğretmen evinin sırasında 3. bina" diyor, telefondaki ses. Öğretmen Evi. Tepebaşı. Taksi, yağmur izlerini takip ediyor, ben o günleri düşünüyorum. Beyoğlu Kız Meslek Lisesi. Benim okulum. Hani Gülcan gelecek diye bekleyip durduğum. Sene 1977 olmalı. Değilse de yakındır. 3 ay eksik, 5 ay fazlasıyla. Okul idaresi, havacı mavisi denilen bir renkte "özel" forma kumaşını metreyle veriyor, kayıt esnasında. Boyumu ölçüyorlar. 70 cm kumaş alıyoruz. Çift en. Etek payıyla bile bol bol yetiyor. "Cüce kalacaksın galiba..." diyor babam. Üzerimde bir beden de büyük dikilen o forma, içinde beyaz gömlek, siyah naylon çoraplar. Saçlar, derli toplu olmalı. Saçlarımın iki yandan sarkan örülmüş halini sevmiyorum artık. O zaman enseden at kuyruğu yapalım. Büyüyorum. Ama hâlâ defter-kitap kucakta değil, çantada. O kadar da büyümüyorum. Sınıfımız kırk kişilik. Kırk tane kız çocuğuyuz. Boy boy, huy huy ve rengarenk, kırk kız çocuğu.

"Ev idaresi ve yemek pişirme" isimli dersle başlıyoruz her haftaya. Üç gün, altı saat peşpeşe. Dersin ilk iki saati idareyle geçiyor son dört saati fiilen yemek pişirmeye ayrılmış. Okulun en üst katında mutfaklar var. Temiz, düzenli, donanımlı ama loş mutfaklar. Gıcırtılı basamaklardan çıkılıyor mutfak katına. İlk iki saatinde idareli ve besleyici menü hazırlamayı öğreniyoruz ertesi gün, o idareli menüyü hayata geçirmek için pişirmek için mutfağa çıkıyoruz. Listelere göre alınmış malzemeler tahta tezgahlara yayılıyor. Malzemeleri de kendi aramızda paylaşarak alıyoruz. Islak bırakılınca fena halde kokuyor bu tahta tezgahlar. Gruplara ayrılıyoruz. Gruplar sabit değil. Değişmeli. Diyelim, menüde Zeytinyağlı Pırasa var. Ben pırasaları doğrama grubundayım. Dört kişiyiz. Betül daha şanssız, pirinç ayıklama grubunda. Matem sessizliğinde, ibadet kutsallığında ve çok sıkıcı geçiyor yemek pişirme derslerimiz. Pırasaları ciddiyetle doğruyoruz. Ev kadınlığından nefret ediyorum ve o yıllarda çıkarıyorum, seçilebilecek meslekler listemden. Asık suratlarımız ve not kaygumuzla, sessizce, öğretmenin doğradığı ilk pırasa sapından dökülenlerin ebadını tutturmaya çalışıyorum. Gel zaman, geç be zaman! Geçmiyor...

Bu arada, pişirdiklerimizi "servis yapıp birbirimize ikram etmek" de dahil bu derslere. İlk ayın sonunda hayatımdan beziyorum. Anlıyorum ki hata yapmışım. Bu okula gitmek için diretirken bütün gün yemek pişirip, gömlek biçip, çiçek ütüleyip, çocuk bezi bağlayacağımı ön görememiştim. Böyle geçecek her günü, haftayı, ay ve yılı düşündükçe, daralıyorum. Bir gece cesaretimi toplayıp ayrılma fikrimi açıyorum babama, "Olmaz!" diyerek, kestirip atmıyor başka okula geçme meselesini. Uzun bir de ayar veriyor. "Sana kaç kere sormadım mı iyi düşündün mü diye, ne dedin bana? Evet baba düşündüm! O zaman mezun olacaksın burdan. Belki o zaman ağzından çıkanı kulağın duyar işkemben değil!" Allahım, 11 yaşındayım!

Annemim dayak fasılları yeni bir tema kazanıyor. Azıcık mızırdansam, gelsin sopa ve eşliğinde "oh olsun sana, ben seni damdösyona yollayacaktım, istemedin. oku bakalım!" yaveleri. Yave. Yeni öğrendim bu kelimeyi, yeri uydu da anlamı kaymamıştır umarım. Öğreten sağ'olsun. Babam zaten işin gırgırında. Temeli yeni atılan o büyük otelinin inşaat ustalarına parmakla gösteriyor beni. Okul dönüşü ne zaman durağa uğrasam komşu inşaatın, komşu ustalarıyla bir olup, "Hilmi Usta! Benim kız da burada aşçı olacak kısmetse... Aman mutfağa torpil geçin, tezgahı alçak, dolapları geniş tutun.." diyerek bezdiriyor beni hayatımdan. Öyle böyle geçiyor günler. Karanlık bir tüneldeyim. Hep esneyen kocaman karanlık bir ağızdan girip, hiç kırpışmayan aydınlık bir gözden çıkar gibi.

Dönem tatili geliyor. Tatil ödevim olan "truvakar kollu krep bluz" için kumaş alıyoruz annemle. Bir de pırasa. Zeytinyağlı pırasa yapacak annem. Mutfakta pırasaları gören babam, "sen yapsana?" diyor. Annem sigarasını alıp, Katina Teyze'ye çıkıyor. "Güneş var kemiklerim ısınsın" bahanesiyle ananem kapıya kaçıyor. Çaresiz, pırasaları seyrediyorum bir süre. Sonra başlıyorum doğramaya. Sıra pirinç eklemeye geldiğinde olay kopuyor. Bir avuç pirinç. Az oldu galiba. Ne bileyim az mı, çok mu? Ben sadece pırasa doğrama grubundaydım. O zaman bir avuç daha. Karıştır iyice. Oof off! Bu da az. Bir avuç daha. Hah! tamam. Kapağı kapa, altını kıs. Gözyaşlarım tencere kapağında tıslıyor. Çıkıyorum mutfaktan. Bekliyorum. Ama arada gidip kontrol etmeyi unutmamalıyım. Yanmasın, yemeğimin dibi tutmasın. Bir süre sonra tencerenin kapağını kaldırdığımda dev bir pirinç dağıyla karşılaşıyorum. Biraz daha pırasa doğramalıyım.

Hangi yara izinizi daha çok seversiniz? Görünenleri mi, kimsenin kolayca göremeyeceklerini mi? Sevilen yara izleri. Zamanla şehrin içinde kalmış sayfiye yerlerine benzeyen izlerdir. Kurşun kaplı çatılar, ince zarif bacalı evleri sarar sarmalar. Hatta boğar. Sonra boyalı parmakları bezir yağı kokan biri peydahlanır. Toplayıp anıları ve sırları bahçe duvarına çakılan bir tabelayla müzeye dönüştürür yaranızı. Pırasa doğrarken parmağımı kesiyorum. Çok acıyor. Pirinç. Su. Pırasa. Derken bir tencere pırasalı pirinç lapasına bakarken buluyorum kendimi. Dökmek isterken yakalıyor babam. İzin vermiyor.

Sofraya tenceresiyle birlikte geliyor pırasa dağı. Perişanım. Utanç içindeyim. En çok da parmağım acıyor. O zamanlar dil yaresi nedir, bilmeyenlerdenim. Evin deneyimli kadınları sofraya bile oturmuyorlar. Babamdan başka kimse yemiyor pişirdiğimi. Ben bile. Yalvaran gözlerle bakıyorum babama. Belki bu faciadan sonra beni alır o okuldan. Tabağında son kalanı kaşığına alıp, gözlerini gözlerime dikip, "Seni hayatta işe almazlar o kocaman turistik otelde. Belki Trakya Muhallebicisi'nde bi iş bulursun, sahibi arkadaşım" diyor. Kız Meslek Lisesi macerası hayatımdan çıkana kadar, üç yıl boyunca, öğrendiğimi sandığım her yemeyi pişirtiyor ve usanmadan hiç sızlanmadan yiyor, babam. Sevilenlerin o kısacık listesinde yerini böylelikle sağlamlaştırıyor.

Böyle işte...



.

Cumartesi, Ocak 24, 2009

Geç Gelenlere Dair...



Küçük bir cafede. Parmak uçlarımda alfabe. Bir şarkı çalmaya başlıyor. Taammüden gözümü yaşartan bu sözlere hiç bu kadar aniden yakalanmamıştım. Her gören göğsüme taksam seni der. Ne derin bir sızıdır. Hayatı ağır aksak ama yine de adımlarken duyduğun ağrının tanımıdır. Bir şarkıyı dinlerken misal, batıl itikatlerinizden, takıntılarınızdan, sosyal hayatın gereklerinden, ilimden, bilimden ve dostlarınızdan kurtulur musunuz? Dolayısıyla da hayatınızda, "yürekten istersen, verir." , "ben sevdim de n'ooldu?", "bana çıkmaz..", "kara basma iz olur.", "bir tek seni sevdim!", "soğuk içiniz." ve benzeri ehil cümlelerin azaldığını görür, huzur bulur musunuz? Artık nedenini niyesini sorgulamaz, olmuşla pişmişle hesaplaşmaz mısınız? Kimi ateş gibi yaktın beni der. Bazen kelimeler ses vermez. Kağıda yazarsın kalemle, yazgının kirpiklerini ayırırsın. Dünyayı ikiye bölersin. Sonra kavga edersin kuzey ve güney için. Karalar ve denizler için. Yeryüzü ve gökyüzü için. Büyük ayı ve küçük ayı olmak için. Kimi billur bakışından söz eder. Oysa en vefalı mütemmim cüzümüzdür gölgeler. Ayak altında ezilmeye razı gelir, ses etmezler. Kimbilir hangi gönüldür durağın. Gönül dediğin nedir ki, kapısından girdiğimizde başımız tavana çarpacakmış, her bir penceresine ancak bir gözümüz sığarmış gibi görünen minik minik evlerden oluşan minyatür bir ülkedir. Herkes biletli ziyaretçisiyken, sen taşınmaz yük sahibisindir, o ülkede. Yalnız evler gibi beklersin, haylaz çoçuklar kırsın diye camlarını. O zaman ruzgâr dolaşır sofalarında, odalarında da dindirir belki yalnızlığını.

Günah, kalbin pas tutmasıdır.



Böyle işte...
.

Beste: Amir Ateş, Güfte: Melek Hiç, Muhayyerkürdi
•• ® Yeniköy 2008



.

Cuma, Ocak 23, 2009

Hatırlamalı: buda as sharm foru rikht


İranlı yönetmen Mohsen Makhmalbaf'ın 1988 doğumlu, 5 yaşındayken babasının okulunda sinema eğitimi almaya başlayan, ilk kısa filmiyle 8 yaşındayken Locarno Film Festivali'nde ödül alan kızı Hana Makhmalbaf'ın ilk uzun metrajlı filmi. 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde "Genç Ustalar" kategorisinde gösterime girmişti. Buralara gelmeden evvel San Sebastian Jüri Özel Ödülü, Roma Unicef Özel Mansiyon, Montréal Yenilik Ödülü ve Berlin'de Kristal Ayı almış.

Bir de ablası var, o da yönetmen: Samira Makhmalbaf
Bir de küçük kardeşi var, o da fotoğraf sanatçısı: Maysam Makhmabaf

Sinema gönüllüsü her genç insanın bu filmi izlemesi şiddetle tavsiye edilir.



.

Bir Dilim Piramit Pasta...


70'li yıllara nazaran da ortalamanın ve dahi fakirlik sınırına yakın insanların yaşadığı muhitlerde yaşadım, büyüdüm. Ailemizin Pera'da yaşama alışkanlığı sebebiyle de oralardan hiç ayrılamadım. Özellikle annem ve ananem "yokluk" gördükleri için tedbir sever insanlardı, her zaman. Babam da aynı yaşlarda olmasına ve "yokluk" görmüş olmasına rağmen daha çok işin "görgü" kısmıyla ilgilenirdi. Göstermenin adabından bahislerdi çok zaman. Belki de bu sebeple çok yakınlarım bile ne zaman açım, ne zaman tokum hiç fark edemediler. Neyse, konumuz bu değil.

İşte bu ahval ve şerait içinde büyürken etrafa karşı hassas davranmayı da öğrenirdik biz çocuklar, bir zamanlar. Fazladan giysilere sahipsek bile, belli etmezdik. Turfanda meyva sebze yerdik ama kimselere göstermezdik. Kibir kokan bir gizleme çabası ya da ikram edememe garabeti değil elbette anlatmak istediğim, başka bir nezaket halidir. Bütün bunlardan sebep olsa gerek, benim hiç doğum günüm kutlanmadı, kalabalık partiler düzenlenmedi. Ama hiç. O zamanlar okullarda kutlama yapma modası da icad edilmemişti, edildiyse bile bizim mahalleye gelmemişti kokusu.

Zaten yaz aylarına denk gelen doğum günlerimde annem elimden tutar, İnci Pastanesi'ne götürürdü beni sessizce. Kimselere ilan edilemeyen doğum günümü bir dilim piramit pasta ve limonata eşliğinde kutlardık. Dondurma yememe de izin verirdi. Ne garip! Biliyor musunuz, tam bunları yazarken farkına vardım ki, benim babamla birlikte hiç doğum günü hatıram yok. Tuhaf. Hem de çok tuhaf. Bu konuyu evvelce hiç düşünmemiş olmam da tuhaf. Eğer düşünmüş olsam yoktan bir hatıra da uydurur, çoktan kalbimi ferahlatırdım.

Yok. Hatırlayamıyorum. Babamla birlikte bir tek doğum günü hatıram bile yokmuş benim. Bu cümleyi bitirdikten sonra yazıya ara verip annemi aradım. Niye babamla ilgili doğum günü hatıram olmadığını sordum. Aramızda geçen konuşmayı olduğu kadarıyla aktarıyorum. Buyrun!

- Anne, müsait misin bişii sorcam?
- Sor..
- Yaa, ben küçükken babam benim doğum günümü kutlamaz mıydı?
- Kutlamaz mı ayol! Ben seni alır inci pastanesine götürürdüm arkadaşlarına hediye masrafı çıkmasın diye.
- Onu biliyorum anne. Ben babamı soruyorum..
- Ruyanda mı gördün babanı?
- Ay yok! Şu telefonu sağlam kulaana alsana sen!
- İki kulaam da sağlam benim!
- Tamam özür dilerim. Babamı soruyorum. Sen beni götürürdün onu hatırlıyorum ama babamla ilgili hiçbir şey hatırlamadım. Garip geldi..
- Hayır olsun inşallah! Durup dururken nie hatırlıyorsun böyle şeyleri evladım??
- Ne biliim öyle hatırladım işte..
- Gündüz uyurdu baban ya gece çalıştığı için..
- Ee?
- Eesi akşam olunca alır götürürdü arabayla seni bir yerlere..
- Nereye?
- Ne biliim ayol, hiç anlatmazdınız.
- Alla alla...
- Alla malla yok.. Bir keresinde hatta ben seni dövdümdü...
- Eeee...
- ...
- Aloo anne
- ....
- Ahahahahhahahahhaaha
- Gülünecek bişii yok bunda ama!
- Ahahahhaah dur dur gülmiicem. Doğum günü gecemi merak ettiğin ve laf alamadığın için dayak mı yedim ben?? E çüş valla ama!
- Tam öyle sayılmaz..
- Tam nası sayılır?
- Portakal da sizinle geldi mi diye sordum sana
- Ee..
- Cevap vermedin...
- Babama niye sormadın?
- Aferim bak çok iyi akıl ettin bunu. Babana soraydım da bi temiz döveydi beni di mi?..




.

Bütün Babalar Icin...


Raninim,

Çok güzel bir fotoğraf. Belki blogda kullanırsın diye gönderdim.

Gönderen: Komikhobbit



Fotoğraf net yorgunudur. Kaynağına ulaşamadım. Bilen. gören varsa iletsin ki sahibini de belirtebilelim..



.

Bugün karne günüymüş. Yarı yıl tatili başlıyor. Lütfen ne evlatlarınızı, ne de kendinizi hırpalamayınız. Çocuklarınızın zayıf olan yönlerine dertleneceğinize, kuvvetli olduğu yönü görüp, seçip onları geliştirmesine destek olunuz.



Böyle yani...


•• Fotoğraf: hmtsecil

.


Salı, Ocak 20, 2009

Natalie Cole Söyledi



Ayak üstü geceyi özetleyeyim, çok yorgunum ve birkaç gün sonra da anlatmaktan vazgeçebilirim. Natalie Cole konserinin esbab-ı mucibesi Koç Holding'in Sigortacılık sektöründen çekilmesiyle Türkiye pazarına "Allianz" markasıyla yalnız başına devam edecek olan firmanın lansmanıymış, öğrendik. Four Seasons Bosphorus gerek bulunduğu lokasyon, gerekse iç ve dış dekorasyonuyla şimdilik güzel bir otel. Caddenin geliş ve gidiş yönünden itibaren şık, küçük ama dikkat çekici mavi-beyaz "Allianz" yönlendirmeleriyle kaybolma ihtimalinizi sıfıra indiren titiz bir organizasyon anlayışı gecenin tamamına hakimdi.

Yer gök, mavi beyaz olmuş. Şık bir kokteyl alanı tasarlanmış. İkram nezih. Ortanın üzerinde bir kalabalık var, her anlamıyla. Şık ve modern bir pleksiglas ya da bilmediğim bir maddeden kalıplanmış mavi davetiyi eşliğinde gecenin kapı girişi sağlandı. Güvenlik özenli ama kuş uçurtmazlar ekibinden kurulmuştu. Tebrik ederim. Davetiyede "koyu renk takım elbise" uyarısı vardı. Bu uyarıyı dikkate alarak koyu renk giyerek icabet ettik davete. Four Seasons'ın balo salonu Lounge haline getirilmiş. Şık ve büyük bir sahne kurulmuş. Kaymak tabaka sushi yiyor. Aklıma gelen ilk başlık bu oldu. Samimiyetle söylemeliyim ki tatlı ikramı anlatılamaz kadar eksiksiz ve nefisti...



Saat 21.30 civarında salona o ana kadar hakim olan müzik ve ışıklar değişince olayın başladığını anladık. Ben en yakınımdaki beyaz puf'a doğru ilerledim ve oturdum. Yerim iyi. Bütün geceyi radarlayabilecek bir konumdayım. Önce sahneye mükemmel bir siyah-beyaz tuvaletle MoC Jülide Ateş çıktı. Kısa bir akış ve durum özeti geçtikten sonra sahneye Allianz Se Yönetim Kurulu Başkanı ve Ceo'su Michael Diekmann'ı davet etti. Ve gece, benim için o noktada bitti. Bir insan evladı bu kadar mı Ceo olur? Oluyormuş. Diekmann, 50'li yaşlarının son demlerini yaşadığını tahmin ettiğim, bronz tenli, kapılar gibi uzun boylu, şakülü pek dik bir adam. Pardon, yakışıklı bir adam. O kadar güzel ve şirin bir alman aksanıyla konuşuyor ki ölene kadar dinle adamı, ne anlattığı mühim değil. Sesinin rengi kadifeden hallice ama inceden çelik bir tınlama da duyuyorsun cümlelerin gerektirdiği yerlerde.

Ben diyeyim yüz dakika kadar konuştu Diekmann. Anlattı da anlattı. Neler olacak, neler oldu, Rahmi Koç ne kadar harika bir ortaktı ve onu ne kadar çok özleyecekmiş filan, döktürdü durdu. Michael Diekmann, geçtiğimiz yıl çok kıranta bir ekonomi dergisi tarafından "Dünyanın En İyi Ceo'su" ödülünü kazanmış. Adam bildiğin Ceo. Yani pek fazlaca "Ceo" bilmem tanımam diyemeyeceğim, o sebeple bizimkilerin çoğu bu adamın yanında yemin ederim manav Şerafettin Amca gibi kalırlar. Tatilini yarıda kesip, özel jetiyle gelmiş iki gece önce İstanbul'a. Beğenmiş. Şiş kebab filan demedi, tevekkelli yedirmemiş olabilirler. Nuran Sultan filan da raks etmemiştir karşısında. Üstelik evli. Beş çocuk, sekiz torun vardır, bildiğimden değil, sallıyorum. Neyse.. Diekmann o mükemmel akıcılıkta sürüp giden kısacık konuşmasını maalesef bitirdi. Arkasından aynı firmanın iki önemli adamı daha (George D. Sartorel/ Enrico Cucchiani) ve Rahmi Koç konuştu. Sonra da Nathalie Cole şarkı söylemeye başladı.


İşte böyle!

Yakında yine görüşmek üzere



.

Pazar, Ocak 18, 2009

Götümüze Girebilir*


Blog okurlarına ve yorumcularına yeri gelmişken önemle duyurulur!

Lütfen yorum yaparken, blogda yazı konusu olmuş kişi ve kurumlar hakkında yasa ve edeb sınırlarını zorlayan, dolayısıyla da doğrudan beni güç durumda bırakacak tanımlar ve cümleler kurmamaya özen gösteriniz.

Bu ve benzeri küçük kuralları ihlal eden yorumları maalesef yayımlayamıyorum, kırılmayınız. "Ne tür yorumlar götümüze yani aslında doğrudan senin götüne girebilir ranini?" diyenler, Ekşi Sözlük'te ilgili başlığı okuyarak bilgilenebilir, ferahlayıp aydınlanabilirler. Okumadan aydınlanmak isteyenler için de en kısa zamanda bir alet keşfedilmesini dilerim.




*Bu kavram, Ekşi Sözlük'ten ödünç alınmıştır.



.. Photo by yevgenizamyatin, İstanbul Daily Photo



.

Unutmamalı: Giordano Bruno


Onbir yaşında mantık ve diyalektik öğrenimine başlamış. O yaşlarda Aristo'nun eserlerini arkadaş toplantılarında okuduğu rivayet edilir. Daha on beş yaşına yeni vardığında engizisyona hakkında yüz elli'yi aşkın suç duyurusunda bulunmuştu bile. Kırk beş yaşına geldiğinde dostlarından birinin ihanetiyle yakalanmış, 2555 gün ve 2555 gece sular altındaki bir hücreye, kurşundan "I Piombi" zindanına konulmuş sonra da Roma'nın ünlü meydanı Campo De Fiori'de yakılmıştı.


.

Pazartesi, Ocak 12, 2009

Üç Maymun'u İzledim.


Dün gece, Üç Maymun'u izlerken beni en rahatsız eden durum Hatice Aslan'ın filmin içinde sadece iyi bir fotoğraf olarak var'olma haliydi. Bütün film boyunca abartının sınırında gezinen ve beni rahatsız eden performansından tedirgin oldum. Bunu bir kenara koyalım. Zaten fazlaca da önemli bir durum değil, sadece beni tedirgin etti.

Filmin hikayesi, son derece sıradan ve hiç sürprizi olmayan bir olağanlıkla sergileniyor. Yönetmenin kişisel tercihleri hep bu doğrultuda, bilen biliyor. Herşey tahmin ettiğiniz gibi gelişip, bitiyor, şaşırmıyorsunuz. Çünkü sizi şaşırtmak değil yönetmenin amacı, sıradanlığın arasındaki tuhaf halleri ve detayları seçebilmenizi sağlamak. Hayatın bizi nasıl sağaltabildiğini, neler dayatarak var sandığımız şeyleri bir çırpıda kaybedebileceğimizi seçebilmemize olanak sağlıyor bu yöntemle. Yani fazla gerçek bütün yaşananlar, çok gerçek ama oyuncular yalan. Taammüden sıradanlaştırılmış bir hikayeyi, bu yalın anlatım biçimiyle ama bilindik yüzlerden yardım alarak seyirciye aktarma denemesini görmek beni rahatsız etti. Çünkü bilindik yüzlü seçilenlerin hiçbiri o kadar da iyi oyuncu değildi. Bu anlamda filmi çok beğendiğimi söyleyemem. Pek çok açıdan etkilendim, bir o kadar da rahatsız hissettim kendimi.

Filmin neden zaman zaman renk değiştirdiğini yeşerdiğini ya da karakalem çizim haline gelecek kadar sarardığını anlayamadım. Daha doğrusu bu görsel ipucunu çözemedim diyeyim. Zaten bu tür üst düzey sembolik göndermelere oldum olası basmaz kafam. Sıradanlığın olağanüstü teknik bir donanımla ve bilgiyle birlikte sergilenişi de izlediğim fotoğrafları "film" tanımına sokan tek durumdu. Ama çok meraklandım. "Acaba şimdi ne yapacak?" merakını bende taze tutmayı yine başardı, Nuri Bilge Ceylan. Filmi izlerken evin ölen küçük çocuğu benmişim gibi hissettim çok zaman. Olayları gözetlerken, akışın yönünü değiştiremeyen bir çaresizlik giyiyorsunuz üzerinize, çok lazımmış gibi...

Filmin senaryosu hakkında pek konuşmasam iyi olacak. Yönetmen bir röportajında "Bitmiş senaryoyla sete çıkmayı sevmem. Boşlukları sette doldurmayı tercih ederim." demiş. Bence bir sefer de bitmiş bir senaryo ile film çekmeli. Çok parlak fikir sahibi olmak ve bunu çekim aşamasında sahnelere yedirmek başkaca delikler açabiliyor hikayeye. Bütün bunların yanı sıra mükemmel diye tanımlanabilecek kadar kusursuz bir sanat yönetimi vardı. Mekanlar, dekorlar, aksesuarlar, kılık kıyafet on numara başarılı olmuş. Sesler güzel, kurgu güzel ve elbette her şey çok kişisel. Bu bir tercih ve ilk değil elbette onlarca yönetmen var bu yolu tercih eden ve çok başarılı olan, NBC da onlardan biri elbette. Bu anlamda laf eden taş olur.


Kısacası emeği geçen herkesin eline sağlık!



.

Perşembe, Ocak 08, 2009

Hatırlamalı: Marin Karmitz


1938, Bükreş doğumlu fransız sinemacı, yapımcı ve sanat adamı. Yeni Dalga hareketi esnasında çektiği kısa filmlerle ünlendi. 60'lı yılların sonunda, "Sept jours ailleurs", "Les Idoles" gibi politik filmler çekti. 1971 yılında "Coup Pour Coup"u çektikten sonra ani bir kararla sinemayı bıraktı. Şirket kurarak sanat yanı ağırlıklı, bağımsız sinemanın dağıtımcılığını üstlendi. Sürü ve Yol filmlerinin de dağıtımcılığını yaptı. "Merci Pour Le Chocolat", "Trois couleurs: Bleu/ Rouge/Blanc" gibi önemli sinema filmlerinin de yapımcısıdır. MK2 adı altında, bağımsız bir "Sinema Evi" zincirinin sahibidir.

Son olarak Mel Gibson'un yönettiği The Passion of The Christ 'in dağıtımıyla ilgili gündeme geldi. "Hayatım boyunca faşizme karşı savaştım." diyerek filmin dağıtımcılığını yapmadı ve kendine ait sinema salonlarında gösterimini engelledi.


.

Pazartesi, Ocak 05, 2009

"Dün erkendi, yarın çok geç olacak..."

Ah arkadaşım... Ah bizim oğlan... Ah! Canım yandı. Sofralar kurduk, içtik ağlaştık, güldük dertleştik, yaşadık çok güzel yaşadık da o ecdadını siktiğimin virajını alamayıp hayattan koptun, kolumu kanadımı kırdın be arkadaşım!

Neyle avunacağım? Nasıl gülümseyeceğim? İstanbul Ağrısı'nı nasıl dinleyeceğim be sensiz? Ah be arkadaşım... Ah be güzel arkadaşım.. Ne güzel teşekkür ederdin. Gönül almayı, kalp onarmayı en iyi bilendin. Çok emeğin var üzerimde, çok hakkın var. Yeterince teşekkür edebildim mi bilmiyorum bile.. Yolun açık olsun, uğurlar olsun benim canım arkadaşım...



"Kanatları parça parça bu ağustos geceleri/ Yıldızlar kaynarken/ Şangır şungur ayaklarımın dibine dökülen/ Sen/ Eğer yine İstanbul'san/ Yine kan köpüklü cehennem sarmaşıkları büyüteceğim/ Pançak pançak şiirler tüküreceğim."**



* Adnan Önder
** Attila İlhan

Perşembe, Ocak 01, 2009

Giderayak..


Oldum olası bu fal, astroloji, gaipten haber alma işlerini sevmem. Üstelik inanmam da. Sahtekarın hasına denk geldiğimde de, laftan anlamayanı yüzümden anlar ve bir türlü sıralayamaz palavralarını, susar kalır. Çok yaratıcı olanları da, "fincanda put çıktı, bakamam!" diyerek kestirip atar fincanımı, alışkınım. Bu sefer öyle olmuyor. Saçlarını usturayla kat kat kestirmiş, koyu kumral, boyasız, krişna meraklısı genç bir kadını çağırıyorlar masamıza. Yorgunum. Uykusuzum. Yılın son günü. Üstelik kahve ülserime de hiç iyi gelmez. Karmaşanın arasında ricayla bana da bir kahve içiriyorlar. Çünkü hanım kızımız 5 kişi olmadan göremiyormuş geleceği. Beşinci olarak kahveyi içiyorum. Yeni yıl hasebiyle oyuna katılıyorum.

Sıra en son bana geliyor. Gözleri kömür karası, teni kar beyaz, benden kısa boylu yani bildiğin cüce ve elinde fincanımı evirip çeviriyor. Profesyonel delisin sen, diyor. Ses etmiyorum. Alışkınım bu türden tanımlara. Annen çok canını yakmış, çok dayağını yemişsin, diyerek devam ediyor lafına. Ya sabır çekip bir sigara yakıyorum. Kah az geçmişten, kah çok geçmişten yuvarlak laflar edip duruyor. Az buçuk insan psikolojisi bilen herkesin edeceği tür laflardan farklı değil söyledikleri. Elini masanın üzerinde duran sigara paketime uzatıyor. Sinirleniyorsun sigaranı içtiğim için, diyor. Bak bu sefer tam isabet! Gerçekten de tanıyanlar bilir, çok zor bulduğum için sigaramın içilmesine hatta yaktıktan sonra hafif geldiği için ziyan edilerek söndürülmesine de çok sinirlenirim.

Bir adama aşıksın, çocuk gibi ama bu adam, diyor. Kimseye zararı yok, kendinden başka. Kafası ne zaman dumanlansa aklına seni getiriyor ama, sabah olunca unutuyor, diyor. Bazen fincana bakarak, bazen yüzümü izleyerek devam ediyor. Sıkılıyorum. Sadece köpeğinle mutlusun. Çünkü yemek yediği kap belli, su içtiği kap belli, sıçtığı yer de, diyor. Susuyorum. Onun da çözemediği güçler tarafından korunduğumu, bulunduğumuz cafede mesela bomba patlayacak olsa benim o gün oraya gelmeyeceğimi, köşe başında bıçaklı adam yolumu beklese benim iki adım evvel taksiye bineceğimi, yukardan taş yağsa beni es geçeceğini filan anlatıp duruyor. Elimin şifalı olduğunu, ama inanmadığım için kullanamadığımı, mutlaka bir fırsat bulup Mısır'a gitmem gerektiğini, arada fal baktığımı ama bir falda anlattıklarım çıktığı için arkadaşımı küstürdüğümü artık elime fincan almadığımı söylüyor. Benim dışımda bütün dinleyenler şaşırıyor. Hep olduğu gibi benim paketimden yaktığı sigarayı yarıda söndürüp arkasına yaslanıyor.
- Babanın adını söyle bana..
- İsmet
- Bak, o da çocuk gibi bir adammış. Garip bir bağınız var. Bazen olmadığı gibi anlatıyorsun onu başkalarına. Ve sana bir şey söylemek istemiş ölmeden evvel. Söyleyememiş, bilinci kapalı olduğu için... Mezarına da gitmiyorsun. Git.
Artık bu noktada gözyaşlarımı tutamıyorum. Tuhaf bir ürküntü geliyor içime. O da ağlıyor. Masadan kalkmaya yelteniyorum. Kolumu tutuyor. Garip bir tonlamayla konuşuyor.
- Ağlama! Sana ağlama demedim mi?...

Hepimiz donup kalıyoruz. Gündüz vakti, İstanbul'un orta yerinde, yılın son gününde, sıradan bir cafe'de bir kadın, bana babamın sözleriyle hitab ediyor. Gözlerinin yaşını siliyor. Babanın sana söylemek istediği son sözünü de söylemek isterdim ama o başka bir trans hali gerektiriyor ve girdim mi çıkamıyorum, diyor. Yerinden kalkıp cafenin tuvaletine gidiyor. Masaya döndüğünde hasılatı topluyor. Bir tek benden para kabul etmiyor. Hemen yan masada oturan iki sarışın kızın yanına çöküp onların fincanlarını okumaya başlıyor. Birbirimizle hiç konuşmadan cafeden çıkıyoruz. Saat dokuz buçuk civarı olmalı...


.