Çarşamba, Aralık 30, 2009

Badem Ağaçları








çoğalınca suçsuz olan
badem ağaçları
yanarlar




•• Yevgenizamyatin -3 Haziran 2008 Phnom Phenh

Kara Kış Bastırmadan Önce..

Efendim elimizde bir adet yavru kopek var. sokakta bulduk. veteriner hekime goturup ic - dis parazitlerini yaptirdik. temizledik. gupguzel oldu. saniyorum 2 aylik. nazli bir kopek. ismi yok. 5 gundur suruplarini ictigi icin bizde ama tez vakte ya sartlari kucuk kopekler icin oldukca kotu olan barinaga ya da buz gibi havada sokaga gidecek. tuvalet egitimini kolay alacak gibi. oyuncu, guzel bir sey ve artik kuru mamayi taniyor. uzatmayim daha fazla, gozunuzun icine bakiyor ya boyle melul melul, kiyamiyor insan. bir kopegin sorumlulugunu alabilecek birinin evine gitsin istiyor.

iletisim icin:
detayli_bilgi@hotmail.com
ya da
Ekşi Sözlük'ten "elxa"


.

Pazartesi, Aralık 28, 2009

Nejat İşler'e Dair...


Nejat İşler'in 1996 yılında Star Tv'de yayımlanan ve son iyi "Oya Yüce Senaryosu" olan Şehnaz Tango'da uzun saçlarıyla salındığı zamanları hatırlıyor musunuz? Beş yıl önce Atv'de parlayan 'Aliye' dizisi vesilesiyle gazetelere verdiği röportajlardan burnumuza sızan potansiyel "Independent Black Star" havalarını? Ben hatırlıyorum. Kalabalıklar adını öğrendikçe fısıltı gazetesinin de manşetlerini süslemeye başladığı o ilk zamanlarda hakkında anlatılanlara inanmıyordum. Cihangir sokaklarında, cafelerinde meslek büyüklerinin masasında her daim başı önünde uslu usul oturan, o mahçup adamın defosu ve defosundan mütevellit set huysuzlukları artık yüksek sesle dile getirildiğinde çoktan beri magazin basınının gözbebeği olmuştu. İtiraf edelim ki maaşlı paparazziler biraz da Teoman ve Nejat İşler'in peşine düşerek Cihangir Cafeleri'nin varlığını öğrendi. Neyse..

Nejat İşler başı dumanlı hallerini ilk kez Okan Bayülgen'in programına katıldığında kalabalıkların gözüne sokmuştu. Olay, PR bağlamında inkâr edilse de söz konusu programda içkili olduğunu az biraz 'ayık adam' görmüş herkes anlamıştı. İçki içince -ayıptır söylemesi- götü kaybedenler sınıfına dahil olduğum için o gece ekrana burun kıvırarak bakamamıştım. Ağzıma içemediğim için kaybettiklerimi, kırdığım insanları düşündüm. Sonra da uyudum. Unuttum. San'at ile iştigal edenlerin topluma model olma, duruş, vuruş, önden gidiş, halkı yukarı çekiş gerekliliği gibi zırvalara da kıymet vermem. Ekran ya da perdede gördüğümün bir illüzyon olduğunu bilirim ve onun arkasındaki adam ya da kadında var'olan kişilik özelliklerinin "örnek insan" kılıfına sığdırılması şartını saçma bulurum. Nefes alıp veren hiçbir canlının sırf "iyi oyuncu" olarak tanımlanıyor ya da tanımlanma ihtimali var diye "İyi huylu" olmak gibi bir sorumluluğu da yoktur. İnsan yetiştirmeyi beceremeyenler, avcuna bırakılan hayatın birey olmasını sağlayamayan keresteler de "Ama rol modelisin!" saçmalığıyla avunsun dursun.

Yetmezmiş gibi bana göre Nejat İşler, herhangi bir projesinde "iyi oynama hali"nin devamlılığını 3-5 sahneden fazla sürdüremeyen de bir oyuncudur, bunu da bir kenara koyalım isterim. Öyleyse niye laf salatası yapıyorum? Lafım kraldan çok kralcı olanlara. Haftalar önce piyasaya düşen, Ali Eyüboğlu'nun da -muhtemelen danışarak- bugün Milliyet Gazetesi'ndeki köşesine taşıdığı 'Kapalıçarşı'da işler karıştı' başlıklı haberden sonra ortalığa saçılıp, ah vah ederek "Nejat kendine yazık ediyor." diyenlere sormak istiyorum. İster yazık eder, ister kazık diker, sana ne? Bu piyasa heba olmayı taammüden seçmiş genç oyuncu kaynıyor. Sokaklar, kahveler, tek gözlü soğuk bekâr odaları, huzur evleri ve akıl hastaneleri musluk hep akacak, alkışlar her daim kulaklarını çınlatacak sanrısına kapılan irili ufaklı yıldızlarla dolu değil mi? Bu devran hep böyle dönmedi mi? Her insan evladı söz konusu olan kendi hayatı ise tasarruf hakkına sahip değil mi? Öyleyse rivayete göre "Aliye" dahil olmak üzere vazifeli olduğu her ekran setinden "bir sebeple" ayrılan, sıkılan, sorun çıkaran Nejat İşler gün gelir Erol Avcı'nın korunaklı kanatlarından ayrılmak zorunda kalırsa hayatını nasıl idame ettireceğinin hesabını da yapmıştır. Yapmamışsa da paşa keyfi bilir, bana ne? Üstelik mutfak tarihimin en kötü kıymalı karnabahar yemeğini yapmışım ve elimden çıkan yemeğin nasıl bu kadar sefil bir tadı olabildiğine hâlâ inanamamışım cinim tepemde!

Böyle yani..


•• Fotoğraf, www.idiletisim.com adresinden alınmıştır.

Gülümse, IP'ni yakaladım!


Sanal alemde serseri mayın gibi dolaşmak, önüne gelene girişmek eskisi kadar kolay değil. Çok uzun zamandır ilgili makamlara baş vurduğunuzda hem bir portal üzerinde barınan hem de münferit klavye pehlivanlarına ulaşabilmek bakkaldan ekmek almak kadar kolay, biliyorsunuz. O sebeple uzun zamandır "Ama kimliksizliğin arkasına sığınıp hakaret ediyorlar" serzenişlerine kıymet vermiyorum. Hakarete ve iftiraya uğradığınıza inanıyorsanız harekete geçer ilgili sözde sanal kimliği ensesinden yakalar, cezalandırırsınız. Bu kadar basit. Misal, en çok serzenişte bulunulan "Ekşi Sözlük" kendi içinde işlettiği sansür mekanizmasına rağmen yazarlarından biri fena halde canınızı mı yaktı? Yasal olarak hakkınızı aramanız mümkün yeter ki niyet edin.

Daha da ilginç olan sanal bir kimliğin ettiği hakaret, savurduğu iftira cezasız kalmazken, sanal bir kimliğe hakaret etmek de kimsenin yanına kâr kalmıyor. Geçen yıl, Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan gazetedeki köşesinde "Avasas nickini kullanan yüzsüz" dediği için Avasas'ın açtığı davanın muhatabı oldu. Avasas nickini kullanan arkadaşımız önce "Kimlik Tespit Davası" açtı. Ekşi Sözlük yazarı 'Avasas' olduğunu ispat etti ve Yusuf Kaplan'a "Basın yoluyla hakaret davası" açtı. O yüzden "sanal kimliklerin arkasına saklanıp saydırıyorlar!" cümleleriyle haybeye mızırdanıp, harekete geçmeyenlere kulak asmıyorum, ciddiye almıyorum. Neyse.. Asıl anlatmak istediğim ise bu sözde sanal kimliklere artık sıradan insanların yani senin benim de kolaylıkla ulaşabiliyor olmamızdır. Adamlar yapmış. İnanmayan taş olsun ki tam da tepeden takıntılının yaşadığı binayı bile görüyorsunuz.

Blogunuza dadanmış sapkınlardan, mevsimsel manik krizleri esnasında nerede patlayacağını bilemeyen serseri mayınlardan, Google'a "bilmem ne" yazarak blogunuza ulaşan ve yolladığı galiz sözleri yayımlayamadığınız için blogu takıntı haline getirip yedi sülalenize sövenlerden kurtulmak için ne yapmanız gerektiğini merak mı ediyorsunuz? Buyrun buradan okuyun. Ellerine sağlık olsun ki Merope üşenmemiş, kendi tanımıyla "Anneye anlatır gibi" yapmanız gerekenleri tek tek anlatmış. Her adımın fotoğraflarını çekerek, en basit haliyle "ip" denilen nanenin nasıl tespit edilebileceğini bloguna dökmüş. Ancak "birinin maskesini düşürmeden önce yüzünü görmeye katlanabileceğinizden emin olun." atasözünü de unutmayın derim. Ah, son bir kıyak da bu çaresiz sanal pehlivanlara gelsin: Eğer dadandığınız blogda "counter" yani "Ziyaretçi Sayacı" varsa dikkatli olun, ip numaranız kayıt ediliyordur ve her an kapınız çalınabilir.

Böyle işte..


•• Photograph by Bill Curtsinger 2006

.

Pazar, Aralık 27, 2009

Fotoğrafın Arka Yüzü*


Gümüş bir çerçevede siyah beyaz bir fotoğraf var, camlı vitrinin üzerinde duruyor. Beyaz elbiseli bir kız çocuğu masanın üzerinde oturuyor. Fonda kesik bir el, kız çocuğunu kolundan tutuyor. Kınalı parmakların sahibini bilmiyorum ama fotoğraftaki çocuğu tanıyorum. Ağlamaya hazır gözlerini tek bir kez görmüşseniz siz de tanırsınız. Dudağının kenarında küçük bir yara izi var. Fotoğraftaki henüz yaşında değil. Fotoğrafa bakan on yaş civarında. Fotoğrafları anlattırmayı, anlatılanları dinlemeyi seviyor. Büyüyünce hayâlfürûş olmasından korkuluyor. Yine anlatıyor yaşlı kadın, tabağındaki yemeği nazlanmadan bitirmesinin ödülü olan fotoğraf hikayelerinden birini.

- Dudağımdaki uçuk çok ateşlendim diye mi çıkmıştı anane?
- Evet. Gece çok ateşlenince, sabah uçuk çıkardın sonra geçti.
- O el kimindi?
- Hatırlamıyorum kimindir.
- Niye tutuyor beni?
- Düşmeyesin diye... ama
Durup derin bir nefes alıyor ananem, rakısından da bir yudum ve devam ediyor.
- Düştün zaten o gün masadan. Dudağın da düştüğün için yaralandı.

Bilmiyordum. Belki yüz kere dinlemiştim bu fotoğrafın hikayesini ama hiçbirinde masadan düşmemiştim. Cuma geceleri ananem rakı sofrası kurardı, lakerda yerdik. Her cuma. Hep rakı , hep balık. "Rakı yalnız içilmez" der, beni eşlikçisi ilan eder, karşısına oturturdu. Kahve fincanına damlatılmış rakıyla eşlik ederdim, kendimce. Kahve içemezdim ama, arap olmayayım diye. Tabağımdaki balıklar, şişede rakı biterken babam eve geldi. Masada yer açtık ama babam sulu içmezdi, rakıya katılmadı. Balık yedi, bizi dinledi. Fincanımdaki rakıyı bitirdim ve eski fotoğrafın yeni hikayesini anlattım babama. Heyecanlıydım. Babam anlattıklarımı dinledi. Sakindi. Ananeme sordu. Ananem "Ama evladım on yıl oldu.." dedi. Babam, "Yalan, kalbine saplı paslı bir çivi gibi yakar insanı, çekip çıkarmadan huzur bulamazsın." dedi. Anlamadım. Ananem sofrayı topladı. Babam sigarasını sardı. Hiç kimse bir daha konuşmadı. Vakti gelince de yatağa gönderildim. Sabaha karşı alışkın olduğum bir gürültüye uyandım. Babam ve annem kavga ediyordu. Annemin o gece yine dayak yediğini sabah dudağındaki yaradan anladım. Sordum. "Uçuk çıktı" dedi.

Aynı sabah, dudağı uçuklu kız çocuğunun fotoğrafı gümüş çerçeveden çıkarılıp, siyah kapaklı büyük ve ağır albümün en arka sayfasına gömüldü. Ertesi cuma, rakı sofrasında yerimi aldığımda önüme bir bardak su koydu ananem, sebebini sormadım.


Böyle işte..


* Başlık, Melih Ergen'in aynı adlı romanından alınmıştır.
•• Yevgenizamyatin, Fındıklı Parkı 2008

.

Kısa Kısa: Yahşi Batı 1 Ocak'ta Vizyonda..



Cem Yılmaz'ın yazıp, Ömer Faruk Sorak'ın yönettiği Yahşi Batı, 1 Ocak günü vizyona giriyor. Filmin görüntü yönetmeni yerli izleyicinin "Mutluluk" ve "Ulak"dan hatırlayacağı Mirsad Herovic, müziklerini Ömer Özgür, kostümlerini Gülümser Gürtunca tasarlamış. Filmin ortalıkta dolanan fragman ve set fotoğraflarına bakınca iyi bir atmosfer kurdukları belli oluyor. Ocak'ta cümle sinemalarda. Detaylar için tıklayınız...

Bursa Kükürtlü Lions Kulübü kuruluşunun 12. yılı sebebiyle bir balo düzenleyip çeşitli meslek sahiplerine ödül dağıtmış. "Altın Aslan En İyi Meslek Ödülleri" adı altında düzenlenen törende, Helin Avşar 'En iyi röportaj' ödülünü almış. Hayırlı uğurlu olsun. Umarım, Helin Avşar'ı medyamızın daha güzide mecralarında baş köşelerde görmek hepimize nasib olur.

Fatih Akın, son filmi "Soul Kitchen"ın tanıtımı için dün gece Disko Kralı'na katıldı. Bu arada Washington Post gazetesi, Fatih Akın'a Cannes'da "En İyi Senaryo" ödülünü kazandıran 'Yaşamın Kıyısında' adındaki filmini son 10 yılın en iyi 10 filmi arasında göstermiş. Washington Post'un listesindeki diğer filmler ise "Finding Nemo", "You Can Count on Me", "The Lives of Others", "The Hurt Locker", "Y Tu Mama Tambien", "Pan's Labyrinth", "A Mighty Wind", "Eternal Sunshine Of The Spotless Mind" ve "There Will Be Blood" var. Aynı gazete son on yılın en kötü filmi olarak da "Star Wars: Koloni Savaşları"nı işaret etmiş.

Disney Live İstanbul'a geliyor. TT Çocuk Kulübü'nün sponsorluğunda ülkemize gelen “Mickey’nin Masal Dünyası” müzikali için biletler aylar öncesinden satılmaya başladı. Toplam 48 gösteri için İstanbul'a gelen müzikal, İstanbul Haliç Kongre Merkezi'nde sahne alacak. Biletler için tıklayınız.

Ezel ve Eyşan İstiklal Caddesi'nde öpüşmüş. Hayranlarının gözü aydın olsun. Umarım bu kez sahneyi "Ezel ve Eyşan'ın doyumsuz öpüşmesi cebinde 97 85'e mesaj at" içerikli bant reklamlar eşliğinde izlemeyiz. Ah, unutmadan Cansu Dere ve Kenan İmirzalioğlu arasında gelişecek muhtemel bir "set aşkı" hikayesi bekleyenler de umut sandalını acele tahliye etsinler derim.Olmaz öyle bir aşk!


Böyle yani..


•• Fotoğraf ilgili filmin resmi web sitesinden alınmıştır.

.

Cumartesi, Aralık 26, 2009

İki Dünyada da Ezel İzleyenler!


Yaklaşık 3 yıldır Second Life'da yaşadığımdan zaman zaman bahsetmiştim. Eski takipçiler bilir. Second Life'a ilk girdiğim sene Sony Vario promosyonundan ücretsiz edindiğim bir televizyonum vardı. Sadece SL içindeki yerel yayınları gösteriyordu. RL'daki işlerin yoğunluğu sebebiyle 5-6 ay ara vermiştim. Geri döndüğümde teknolojinin nasıl da hızla basamak atladığına şahit oldum. Gördüm ki artık 'youtube' araması yapabildiğiniz gibi kendi DVD ya da videolarınızı televizyonunuza yükleyip izleyebiliyorsunuz. Eh, insan evladının benim mensubu olduğum türü her iki dünyada da aynı huya suya sahip olunca göt kadar evin içine hayvan gibi bir LCD ekran takıyormuş, gördüğünüz gibi. Aslında teknoloji özürlü olduğum için SL'deki televizyonumu ancak bu kadar küçültebildim. Neyse.. Yolu SL'den geçenleri kahveye beklerim.

Unutmadan, aşağıda fotoğrafını gördüğünüz dana kuşu sahibine kavuşmuş. Adı da 'Karam'mış.

Hepimize iyi tatiller diliyorum.

Böyle yani..





•• Caribbean isle (mature) Shire Isle (238, 219, 21)


.

Cuma, Aralık 25, 2009

Kayıp Labrador


Cumartesi günü Teşvikiye'de yolda bulmuşlar, tasmasız künyesiz ama chipi var (chip no: 945000000455715) Bölgedeki tüm veterinerlerin çoğuna, polis karakollarına ve belediyeye haber verildi ancak hiç bir şey elde edilemedi. Çok eğitimli ve sağlıklı 1,5 yaşlarında, erkek bir labrador.

Olur da tanıyan, bilen çıkarsa diye..


Böyle yani..



.

Unutmamalı: Mustafa Bulut


Kanal D'nin geçen sezon başlayan dizisi 'Bir Bulut Olsam' dün gece yayımlanan final bölümüyle ekrana veda etti. Ticarettir, ekrandan nice diziler gelir geçer elbette. Üzülmeye değmez, yeni işlere bakmak lazım. Hoş, perşembe gecesi zaten toplam pastanın % 40'ını Aşk-ı Memnu, %30'unu Kurtlar Vadisi alırken geriye kalan %30'un 16-17'ini alan bir dizinin yayından kaldırılmasındaki matematik gerekliliği anlamam mümkün değil. Anlasam adam olurdum. Neyse... Derdim bunu sorgulamak değil, konumuza döneyim. Mustafa Bulut, kişisel ekran tarihime adını altın harflerle yazan çok iyi tasarlanmış bir karakterdi. Yokluğunu sahiden hissedeceğim. Dizi yayıma girdiği ilk andan beri hikaye ile sorun yaşasam da 'Mustafa' ekranda göründüğü ilk andan itibaren kalbimin hızla çarpmasını sağlayan, uzun zaman sonra keyifle, zaman zaman gözlerimde yaşlarla izlediğim iyi bir karakterdi.

Yazar ekibi son zamanlarda yaratılmış en iyi erkek karakterlerden biri olan Mustafa'yı sağaltarak hikayeyi bitirmeyi tercih ettiler. İyi de ettiler. Bazı karakterler o kadar oyuncaklıdır ki kim girse içine canlanıverir ve izleyicinin kalbini çalar. Bazılarının hayat bulması için ise iyi oyunculara ihtiyacı vardır. Mustafa Bulut, ikinci türden karakterdi. Karikatür olmanın sınırında duran bir karakterdi ama Engin Akyürek onu hizaya getirdi, can verdi. Gönlüne sağlık olsun. Engin Akyürek 12 Ekim 1981 yılında Ankara'da doğmuş. Show Tv'de yayımlanan 'Türkiye'nin Yıldızları' yarışmasından kazandığımız pırıltılı bir oyuncu, yolu açık olsun. Unutmadan, aynı dizide 'Asiye' karakterini canlandıran genç oyuncu Aslıhan Gürbüz'den de gözünüzü ayırmayın derim..

Diziye emeği geçen herkesin yolu bereketli olsun.


Böyle yani..




•• Fotoğraf dizinin resmi web sitesinden alınmıştır.

.

Çarşamba, Aralık 23, 2009

Unutmamalı: Acun Ilıcalı


Bir ekran figürü olarak Acun Ilıcalı sempatik görünümlü genç bir adamdır. Hafızalarımıza adını yazdığı ilk yıllarda yedi mahalleyi gezip, dünyanın sıcak memleketlerinde yarı çıplak kızlarla röportajlar yaparak dikkatimizi çekmişti, hatırlar mısınız? Hayatının detaylarını, yükselme öyküsünü defalarca anlattı, okuduk, dinledik. Sevdik ya da sevemedik. Ancak kabul edilmesi gereken tek gerçek medya yolculuğunda başarılı bir rota çizmiş olmasıdır. Ekran eleştirisi yazdığım zamanlarda da Acun Ilıcalı ve formatları hakkında iyi niyet gözlüğümü takarak birkaç yazı yazdım çünkü yolculuğunun her aşamasını başarılı buluyordum. Bugün de aynı fikirdeyim. Ekranda defalarca denenmiş ve batmış bir Endemol formatı olan "Var mısın Yok musun?" namlı yarışmanın da bu sefer tutunma sebebinin Acun'un yarattığı pozitif enerji olduğuna inandım. Bugün de inanıyorum. Milyon dolar alacağı olduğu ve tahsilat sorunu yaşadığı halde başka kanallara gitmemesini, "ağabeyim" diye tanımladığı Saner Ayar'a saygı/ sevgi göstererek Show Tv'de kalmaya ısrarla devam etmesini de yaşlı gözlerle izledim. İhtiyarım ya, fena halde duygusallaşıyorum böyle vefa kokan hareketlerden...

Geçtiğimiz günlerde gazetelerden birine verdiği röportajda, "Reytingimi sözlükteki zavallılardan anlıyorum." demesini de talihsiz bir beyan olarak değerlendirmiyorum. Açıkçası bu tanımlama ve beyan biçimi Acun'un ağzına çok yakışmış. O değil de, umarım yaptığı işleri eleştiren insanları "zavallı" olarak tanımlayan Acun Ilıcalı, kişisel gelişimini ve dünya üzerinde kapladığı yeri yaşadığı evin büyüklüğü, kullandığı arabanın markası ile ölçmekten başkaca kriter bilmeyen diğer ham yolculara da iyi bir örnek olur. Benden size söylemesi, eğer bu şirinlik muskası abinin ve benzerlerinin yükseliş rotasını taklit etmek ister ve sergiledikleri tavırlarını örnek alırsanız, biliniz ki çapınız genişlese de o çok istediğiniz "Yıldızlar Klübü"ne üye olamayacaksınız. Belki parlak etiketler edineceksiniz ama hiçbir zaman "A sınıf" bir ekran figürü olamayacaksınız. Ve bu "sokaktan gelen başarılı çocuk" etiketi günün her saatinde canınızı çok yakacak. Bu yola baş koymaya niyet edenler, sözüm size: Paranın neleri satın alamadığını öğrenmek için Acun Ilıcalı ağabeyinizi dikkatle gözlemeniz yeterlidir.


Böyle yani..


.

Cumartesi, Aralık 12, 2009

Sevgili Babam Şehrazat'a...


Rahmetli ananem, "Bir çift kömür parçası gibi doğarız. Eğer kendini eğitir ve güdülerini islah etmeyi becerirsen yaşlandığında bir çift elmas gibi parıldarsın" derdi. Bu ağır anlamlı sözü kimin atasından devşirdiğini de hiç bilemedim. Aramaya inandım ama, kaynağını bulamadım. Ananemi çok az hatırlıyorum. Çok güzel, çok uzun boylu, çok yeşil gözlü, bir metre civarında dolanan diğer aile fertlerimle kıyaslandığında dev gibi bir kadındı. Sık sık öksürük krizine tutulurdu. Hap içerek öksürüğünü durdururdu. Babam, "Hapçı siyonist.." diye dalga geçerdi, kendi bağımlılığını görmezden gelerek. Dayak yemediğim zamanlarda ananem ile babam arasında hiç bitmeyen kanlı bir it dalaşının kurbanı olurdum, onların laf sokuşturmalarının arasında kalırdım. Ananem, kızının meftun olduğu uğruna din değiştirdiği bu garip adamı beğenmezdi. Eleştirirdi. Hapçı ananem, esrarkeş babam ve dayakçı kleptoman annemle birlikte sürdürdüğümüz çok renkli bir hayatımız vardı. Sahiden. Annemin dayaklarını, babamın tuhaf ve büyülü sözleri sağaltırdı. Ananem de pek leziz kuru fasulye yapar, anılarını anlatırdı. Bir çocuk daha ne ister?

Hiç masal dinlemeden büyümüş çocuklardanım. Herhangi birini tanıma imkanınız oldu mu? Masal niyetine anlatılan insan hayatlarını biriktirerek büyüdüm. Müflis bir ailenin sokakta yatan oğlunun karşılıksız aşkını, kocasını aldatan kadınların dramını, annane sözü dinlemeyen çocukların sonunu, kocaya kaçan kızların sefaletini dinleyerek büyüdüm. Yattığı odanın duvarından gelen tuhaf seslere dayanamayıp duvarı yıkan ve içinde hazine bulan adamın hikayesini saymazsak, çocukluğumda anlatılan hayatlar 'mutlu son'la bitmezdi, duvarın içinde hazine bulan adam da çok mutlu olur ama o mutlulukla hazineyi savurur, sıfırı tüketirdi ne hikmetse. Mutluluğun yolu mutlaka acıdan geçerdi. Olmak için önce yanmak gerekirdi. Eskiler, kaybedenlerin hikayeleri üzerinden hayatı öğretmeye çalışırdı yenilere ya da bu sadece bizimkilerin yöntemiydi, bilmiyorum. Doğuştan mes'ud insanlar, sebepsiz kahkahalar atan çocuklar ve onların hayatları bana çok uzaktı. Kan çıkmazsa para yok!

Dinlemekten okumaya geçtiğim ilk yıllarda annemin, 'oku da hayatını kurtar' gazıyla getirip önüme attığı Kemalettin Tuğcu kitapları da kahır ve acı doluydu. Yine de okurdum. Okumak için sağlam sebeplerim vardı. Önüme konan havuç, 'hayat' olunca, kurtulmak için can havliyle okumaya sarıldım. Göze batmamak, annemin öfkesine daha az hedef olmak için de iyi bir yöntemdi kitap okumak. Önce derslerimi bitirir sonra da cumbaya kıvrılır, kitap okurdum, ağlardım. Babam, bu okur-ağlar halimle fena halde alay ederdi. Alay etmekle de kalmaz, kitabı elimden alır, fırlatır atar 'okuma bunları!' diye tembih eder, annemi de azarlardı. Azarı ve tembihleri kâr etmeyince Kemalettin Tuğcu kitaplarının eve girişini yasakladı. Babam, kurtulmamı istemiyor olmalıydı. Sordum elbette. Esrarlı sigara eşliğinde okuduğu kitabını kapattı, masanın üzerine bıraktı. Baktım. Kitabın kapağında karla kaplı bir evin damı ve sırtında küfesiyle başı kapalı bir kadın vardı. Okudum. "Bizim Köy.. Hayal Ve Gerçek.. Mahmut Makal" Sordu. "Anlatmamı ister misin?" Anlat, dedim. İşte o gece aniden ve uzun sürecek yeni bir oyun oynamaya başladık. Babam okuduğu her kitabı bitirdikten sonra bana anlatmaya başladı. İyi ve istikrarlı bir okurdu. Annemle kavga etmediği, onu dövmediği ve çalışmadığı zamanlarda hep kitap okurdu. Odasında kimsenin el süremediği dev bir kitaplığı vardı.

Kısa zamanda bu neşeli oyunun bağımlısı haline geldim. Babam yeni bir kitaba başladığında heyecanla bitirmesini ve bana anlatmaya başlamasını beklerdim. Bazen anlatmasını istediğim kitapları seçmeme izin verirdi. Önceden okuduğu bir kitabı seçmişsem, bardağındaki çay bitene kadar izin ister, hızla yapraklarını karıştırır sonra da anlatmaya başlardı. Kitap anlatma oyunu yüzünden işe geç gittiği ya da hiç gitmediği geceleri hatırlıyorum. Yeni bir kitaba başlamadan önce birkaç akşam sohbetini bitirdiği kitabı anlatmaya ayırırdı. Uykudan önce yatakta değil, yemekten sonra masa başı sohbetlerinde anlatırdı okuduğu kitapları. Babama göre kitap okumak, özel olarak vakit ayrılması gereken ve sonu uykuya bağlanamayacak kadar ciddi bir işti. Babamın kitap anlatma seanslarını çocukluğumun en neşeli zamanları olarak hatırlıyorum. Sonra bir gün babam kitap anlatmaktan vazgeçti. Aniden. "Elin kitap tutar hale geldi" dedi, boy versem boğulacağım kadar çok kitap olan, raflarına bile el sürdürmediği kitaplığını hizmetime açtı ve yolumdan çekildi. Tek başıma kaldım. Birkaç ay kitap okumadım. Ne okuyacağıma bir türlü karar veremedim. Okumaya başladığımda babamın hırıltılı sesinin eşliğini aradım.

Babam, atlatmaya çalıştığım bu zorlu aşamayla da pek ilgilenmedi. Bekledi. Ben de bekledim. Azra Abla'nın doğum günümde hediye ettiği kitap, baş ucumda duran bit pazarından aldığımız 3 raflı, yerden az yüksek ahşap dolabın ilk ve tek misafiri olarak aylarca yan geldi yattı. Yeniden okumaya başladığımda ise babam asla kitap tavsiye etmedi. Şunu oku, bunu okuma demedi. Hiçbir zaman kitap hediye etmez, kendisine de hediye edilmesini sevmezdi. Hediye kitabın samimiyetsizlik beyanı olduğunu iddia ederdi. Kitaplarla ilgili talimatları daha çok, 'Şu yaprakları katlama demedim mi sıpa!', 'Yalamadan çevir lan şu sayfaları', 'Benim kitaplarımın içine kalemle not alma' tadında olurdu. Yıllar içinde babamın kitaplığı taşındığımız her yeni evle birlikte büyük ve sarı kolilerden oluşmaya başladı. Evden ayrılırken küçük bond çantasıyla birlikte kitaplarını da götürdü. Ne tuhaftır ki ölene kadar yaşadığı bekâr evindeki odasında tek bir kitap bile yoktu. Babama ' kitap anlatma oyunu'nu neden aniden bıraktığını soramadığım gibi kitaplarının akıbetini de sormaya cesaret edemedim. Bana okuma alışkanlığı kazandıran o adamdan geriye tek bir kitap bile kalmadı. Tuhaf bir iç güdü ile yıllar içinde gördüğüm her ikinci el kitabı karıştırma alışkanlığı edindim. Ne dersiniz, birgün arka kapak içinde "İsmet" yazan o kitabı bulabilecek miyim?

Umut dünyası işte...


•• yevgenizamyatin, İşçi Partisi Ve Çocuklar,

.

Salı, Aralık 08, 2009

İhanet ne kadar anlatılsa taraflıdır...


Tüketenin, üretene ihaneti nerede başlar? Ne olur da üretenin samimiyetini sorgulamaya başlarız? İstiklal Caddesi'nde yağmurla yarışıyorum. Az önce Yılmaz Erdoğan'ın son sinema filmi Neşeli Hayat'ın 14.20 seansından çıkmışım. Aklımda belirme sebebi gayet aşikar olan sorular eşliğinde hızlı adımlarla yürüyorum. 5 lira verip aldığım yeşil şemsiye açar açmaz kırılıyor. Basıyorum küfürü! Neşeli Hayat'ı izleyen dayımgilin büyük oğlan, "Çok tatlı bişey olmuş oolum" dediydi ya, az söylemiş. Neşeli Hayat iyi bir film ve iyi bir hikaye olmuş. Yılmaz Erdoğan, herkesin her gün gördüğünü ama kimsenin durup bakmadığını onca kalabalığın içinden cımbızlamış ve önümüze bırakmış. Sinema, müzik, edebiyat ya da her ne halt ise san'at üreticisini yaratıcı yapan da tam olarak işte bu eşiği atllayabilmesi yani bir fikir sahibi olabilmesi değil midir? Neşeli Hayat filmi için her şeyi söyleyebilirsiniz ama tüketenin ufkunu açmadığını iddia edemezsiniz. Taş olursunuz aksi halde. Taş kafa olursunuz. Bugün nefes alan ve hızla çoğalan 'Yaprak Dökümü'nün de kitabı çıkmış hacı' topluluğunun her üyesi acilen birleşip Yılmaz Erdoğan'ı ziyarete gitmeli ve teşekkür etmeli, yetmez bir de elinden öpmeli...

Neşeli Hayat, insanın göğsünü gere gere, 'ben yaptım ulan' diyebileceği kadar sağlam bir hikaye, yazanın ellerine sağlık. Uğur İçbak'ın ustalığından, sanat grubunun nefasetinden, mekan koordinatörlerinin özenli çalışmasından, Yıldıray Gürgen ve Deniz Erdoğan'ın müziklerinden fena halde etkilendim. Her birinin emeğine sağlık. Gel gör ki filmin bana göre en zayıf halkası varlığından ve var'olduğu iddia edilen yeteneğinden özür dilerek söylemeliyim ki Ersin Korkut olmuş. Bu oyuncunun, -kime yetenekli geldiğini bilemediğim için öküz olmalıyım- o basma kalıp itici hali, Erdoğan'ın düşlediği efekti yaratmaktan çok hikayenin içinde tipik bir 'gişe kaygusu' gibi duruyor ki sahiden de yakışmamış. Filmin ana kahramanı Rıza'ya fena halde inandım. Üstelik her hafta ekranda görmeğe alıştığım bütün genç BKM oyuncularına ve dahi Cezmi Baskın'a bile inandım ama Ersin Korkut'un sahnelerine bir türlü inanamadım. Olmadı. Her kapılışımda kolumdan çekip, beni hikayenin dışına savurdu adamın varlığı. Üzgünüm.

Perdeden geçmeye başladığı ilk kareden itibaren samimiyetle akan film, sonlarına doğru küçük bir tereddüt geçiriyor. sebebini tam anlayamadığım bir kararsızlık haliyle yalpalıyor sonra da bıçakla kesilmiş düz bir çizgi üzerinde bitiveriyor. İşbu yalpalama anında hikayede beliriveren Rıza'nın kayın biraderinin tırnakçı arkadaşı, köfte adam ile kasiyer kızın aşkı, oyuncakçı dükkanının müdürünün yelkenleri suya indirişi es geçiliyor, Avm'nin ortasında yeni yıl şarkısı söyleyen çocuk korosu da öyle pat diye önünüze bırakılıveriyor. Haliyle izlerken, 'Aa e ne güzel izliyorduk ne gerek vardı şimdi böyle yarım yamalak hareketlere' diyorsunuz. Sanırım bu kararsızlık ve havada kalmışlık hali de senaryonun açığından değil yine eldeki malzemenin bağlanmaya uygun olmamasından ya da 'herkese bir rol vardır' uygulamasından ortaya çıkıyor. Affına sığınarak, Yılmaz Erdoğan'ın bir hikayeci olarak zaaflı olmayacağını, bu günlere gelene kadar binlerce skeç, onlarca oyun, yüzbinlerce cin fikirli cümle üreten bu adamın kelebek kanatlı kalemine duyduğum derin saygı sebebiyle boku yönetmen Yılmaz'a atmayı uygun buldum. Affola!

Emeği geçen herkesin ellerine sağlık olsun. Filmin yolu açık ve bereketli olsun. Son olarak, 'ho ho ho sonunda bizim de bir noel baba filmimiz oldu' diyerek Neşeli Hayat'ı yorumlayan sünger kafalara: Boşa işgal etmeyin lan bu hayatı!


Böyle yani..





••
Fotoğraf filmin resmi web sitesinden araklanmıştır.

Tiksinti...


Kapalı mekanda sigara içme yasağı başladığından ve havalar soğuduğundan beri evden çıkasım gelmiyor. Sigara yasağından sonra arsızlaşıp, edepsizleşen, ahir ömründe tek bir nefes dahi olsa zehirli dumanı taammüden ciğerine çekmemiş kimi insan evlatlarının saldırgan tutumlarından şikayetçiyim ama ne fayda? Maça mağlup çıkıyoruz. Hatamız sevabımızdan baskın. Evvel ezel sigara içmeyenlere karşı katıksız saygılı davranmış bir insanım, şimdi bu türe rastgeldiğimde dumanı burnundan içeri kusmak istiyorum. Sosyal olarak zulm'ettikleri yetmezmiş gibi sigara içmedikleri halde inatla dışarıda oturmak isteyen ve yüzünüze tiksinerek bakanlar var. Dışarıda boş masamız yok! Hava 6 derece. Benim kıçım donuyor. Müptelayım. İçeride oturup, bacak titretiyorum. Gergin değilim. Sabahları gergin değil, bulanık uyanıyorum. Az evvel 34567 kez yatağından kalkan ve 'püsküüt alabilir miyim?' diye soran annemden kaçasım gelince, nereye gitsem sigara içemeyeceğimi hatırladım ve balkona kaçtım. Neyse..

Tuna Kiremitçi'nin filmi 'Adını Sen Koy'u izledikten sonra dün de 'Neşeli Hayat'ı izlemek niyetiyle evden çıktım ama, pazartesi günü öğle seansında filme bilet bulamadım. Söylemiş miydim? Sinemaya giremeyince iki adım daha yürüyüp, Balıkpazarı'na gidip hamsi aldım. Hamsinin kilosu hâlâ 10 lira. Gece, Ezel izlerken hamsi ayıkladım. Muhabbet Kralı esnasında da ayıkladığım hamsileri pişirdim. Çocukluğumun geçtiği İstiklal Caddesi'nden de tiksiniyorum çok zaman. Bu aralar hissettiğim en baskın duygu 'tiksinti', hayr'olsun. Önceki günlerin birinde evinin eşyalarını toptan yenilemeye niyetlenen bir arkadaşıma eşlik ederken, Teşvikiye Saray'da mola verdik. Karnımız aç. İşte o gün önümüze sürülen Tavuklu Pilav'dan da tiksinmiştim. İkimiz aynı anda tavuklu pilavdan bir çatal alıp ağzımıza götürüp senkronize tiksinmiştik. Tavuktan taşan ağır metal tadı eşledikten sonra garsonu çağırıp tavukları şikayet ettik. Sonuç? Sıfır. Ben dersimi aldım, önümdeki yoğurta ekmek bandım, arkadaşım ders almadı su böreği söyledi. Sonuç aynı. Hesap pusulasını sırıtarak önümüze sürerken, fısıltı tadında kurduğu ' Yine de tavuklu pilavları hesaba koydurmadım' cümlesinden de tiksinmiştim.

Neşeli Hayat'ı izlemek için evden çıkmaya neden üşeniyorum? Bu üşengeç halimden de tiksiniyorum. Bu sabah, Hakan Günday'ın son kitabı 'Ziyan'ı bitirdim. Elime yapıştı kitap. Bitmek bilmedi. İçim bayıldı. Hakan Günday'ın ilk kitabı Kinyas ve Kayra'yı da fazla beğenmemiştim ama umutlanmıştım, pırıltılı bir yazar kazanacağımızı düşünüyordum. Kaç kitap oldu, hâlâ kendini tekrar ediyor. Yazmak kimsenin tekelinde değil. İsteyen her cin fikirli insan evladı yazmalı, yazabilmeli. Okuyan düşünsün. Ece Vahapoğlu'nu 'Öteki' ile yere göğe sığdıramayan sonra da 'avekdölo' dediği için yıkılan kitleden de tiksiniyorum, Hakan Günday'ı okuyup 'hayat ölüm nihilizm anarşi suç suçlu ceza psikoloji' üzerine yeni bir söz söylendiğini düşünenlerden de... Ama bana ne? Bilmiyorum. Benimki züğürt tiksintisi! Son olarak, Enis Batur'dan başta dayımıngilin büyük oğlan olmak üzere, nefes almayı katlanır hale getirenlere gelsin: 'Yıllarca zihninizde gezdirip de yazmadığınız bir kitabınız varsa üzülmeyin. O artık yazılmış bir kitaptır. Sadece biz okuyamıyoruz o kadar."


Böyle yani..



•• yevgenizamyatin, Kasım 2009 Casablanca/ Morocco



Cumartesi, Aralık 05, 2009

Sen yaşamıyorsun ki intihar edesin!


Uzun zamandır niyetleniyordum. Sabah ilk iş olarak bilgisayarımı açıp, maillere bakıp, işlere gömülmekten vazgeçmeyi becermeye çalışıyordum, bugüne kısmetmiş. Öğlene doğru yataktan kalkıp, çay için su ısıtıp, banyoya girdim ve bilgisayarımı açmadan da evden dışarı çıktım. Sinemaya gittim. Tuna Kiremitçi'nin ilk uzun metrajlı filmi 'Adını Sen Koy'u izledim. 14:10 seansında, Fitaş Sineması'nda. Tuna Kiremitçi evvel ezel iyi bir proje adamıdır nazarımda. Roman yazmayı bırakma kararına en çok sevinenlerdenim. Kendini bilen aydınlanırmış, Tuna Kiremitçi roman yazmasın. Film çeksin. Samimi fikrim budur. Evet, Tuna Kiremitçi hemen ve hiç vakit kaybetmeden bir film daha yapsın. Adını Sen Koy, kusursuz bir film değil. Ama bütün kusurlarıyla, öylece kabul edilmesi gereken samimi bir film. Hoş, eğer muhatabınız akli melekeleri yerinde bir üretici ise işinin aksaklıklarını, topallayan yerlerini tüketiciden evvel ve çok daha iyi görür zaten. Bu sebeple 'Adını Sen Koy' fazlaca didiklenmemesi, aksine emeği geçen herkesin sevgiyle ve hoş görüyle desteklenmesi gereken iyi bir hikaye olarak kişisel tarihimde yer alacak. En başından söylemek gerekirse filmin müziğinin ve müzik kullanımının da çok başarılı olduğunu düşünüyorum. Özellikle Tamer Çıray ve tuhaf bir şekilde hemen dile dolanıveren şarkının sahibesi Demet Sağıroğlu'nun ellerine sağlık olsun.

Filmin küçük, sıradan, şaşırtmasız ve önemsizmiş gibi görünen ama çok güçlü bir hikayesi var. İnsanda yaşanmışlık hissi uyandırıyor. Film, hikaye sahibinin iddia ettiği gibi 'erkek dünyasına' bakamasa da, eleştirenlerin aksine sarkan yerlerinin senaryo boşluklarından değil, eldeki çekilen malzemenin değerlendirme süzgecine takılmasından doğduğunu düşünüyorum. Yazanın ellerine sağlık. Tuna Kiremitçi'nin yönetmen olarak kendini kontrol edebilmesinden, görsel olarak 'yeni bir söz söyleme' denemelerinin dozunda olmasından da etkilendim. Eldeki görüntülerden bağlayabileceği en iyi filmi yapmış. Ama Allah da biliyor ya, şunu söylemezsem içim şişer; sinema perdesinde oyun veren yerine, dikilip duranın götünü izleme meselesine alışamadım bir türlü. 'Konuşanı göstermek zorunda değilim' mottosu eğer filmin geneline yansımaz da birkaç planda kalırsa fena halde sırıtıyor. Buna rağmen Tuna Kiremitçi'yi yönetmen olarak özellikle de ilk filmi olması açısından başarılı buldum. Ah, bu filmin bir de finali olaymış...

Gelelim oyuncu kadrosuna... Melis Birkan'ı yetenekli bulan ve onun oyunculuk serüvenine umutlu bakanlardan değilim. Sevmediğim bir tarzın yani 'kaşlarıyla oynayanlar ekolü'nün Türkiye'deki sayısız temsilcisinden biridir ve bunu düzeltebileceğini sanmıyorum. Çünkü Melis Birkan'ın kişisel serüveni boyunca doğal oyunculuk denilen nanenin aslında ölümüne bir 'kontrollü olma hali' olduğunu idrak edebilmesi mümkün olmayacak, bu filmi izleyince emin oldum. Bütün bunlardan da önemlisi sanırım hiçkimse bu gerçeği Melis Birkan'a söylemeye cesaret edemiyor ama, acilen sesini kontrol etmeyi öğrenmesi gerekiyor. İzleyemiyorum. Özellikle de çok lafı olan senaryolarda hikayeden kopmamı sağlıyor. Her oyuncunun da kadife sesli olması gerekmiyor ama, Melis Birkan sesinin ne kadar kötü tınladığını duyup, anlayıp acilen sesini eğitmeli ve kullanmayı öğrenmelidir. Bu işin hocası okulu da var, 6 ay New York'a gitmeye ama öncelikle de bu gerçeği kabul etmeye bakar. Sonuç, hikayenin en önemli karakteri, bana göre en zayıf halkasıydı. Üzgünüm... Ali İl, açıkçası filmin beni en çok şaşırtan oyuncusu oldu. Ekran esaretime veriyorum bu şaşkınlığımı. Küçük Kadınlar'ın daracık kadrajına sıkışıp kaldığım için bu yetenekli adamı es geçmişim, özür dilerim.

Cemal Toktaş, bana göre bazı sahnelerde yanlış oynatılmış/ yönlendirilmiş olmasına rağmen çok zor bir rolün altından kalkmış ve iyi bir performans sergilemiş. Ahmet Mümtaz Taylan gibi sağlam bir oyuncunun karşısında dimdik durmuş. Bu bile büyük başarı. Gönlüne sağlık. Bir de o saçlarına çözüm bulursa Türk Sineması çok ışıklı, değişebilen, esnek ve iyi kalpli bir oyuncu daha kazanacak demektir. Neden yanlış oynatıldığı/ yönlendirildiği kanısına vardığımı merak ediyorsanız, izah edeyim ama filmi izlemeyenlerin affına sığınarak. Bazı hikayeler vardır ki taşıdığı sürpriz ile ilgili hiçbir ip ucu vermeden ilerler. Aniden biri kutunuzu açar ve karşınıza çıkan şey dudağınızı uçuklatır. Aynı filmi başa sarar, yeniden izlersiniz. Artık sürprizi de biliyorsunuzdur. Filmi yeniden izlerken fark edersiniz ki aslında o sürprizin bütün ipuçları siz fark etmediğiniz halde oyuncu tarafından perdeye yansıtmıştır. Çok mu karışık anlattım? Elimden bu kadarı geldi. İşte tam bu örnekte olduğu gibi Ilgaz'ın kalbinde yatan aslanı gördüğünüz andan geri gittiğinizde yanlış oynadığını ya da oynatıldığını anlıyorsunuz. Aksini iddia eden varsa o zaman, "e-maille yolladım sana Aybige'nin fotoğrafını bakmadın mı?" lafının geçtiği sahnedeki Ilgaz'ın oyununun gerekçelerini açıklasın. Yine de bu kadar aydınlık bir adamı perdede görmekten dolayı mutlu oldum. Emeğine, gönlüne sağlık olsun.

Gelelim Harun'a... Ilgaz'ın, bipolarına kurban olduğumun ağabeysini oynayan Ahmet Mümtaz Taylan'ın oyunculuğunun kalibresini ölçmek, tartmak gibi bir edepsizlik yapmaktansa gözlerimi yaşartan başka bir durumu aktarmam gerektiğini düşünüyorum. Ahmet Mümtaz Taylan, bu filmde başta Cemal Toktaş olmak üzere diğer genç oyuncuların hepsini sahiden sevmiş, onları gözünden bile sakınmış, koruyup kollamış. Kendi performansını sergilerken, yeteneğin ve oyuncularda var olduğu rivayet edilen o arsız egonun bütün sinyallerine kulağını kapamış, kendinden çok sahnedaşlarını gözeterek, onlara imkan tanıyarak oynamış. Finale yürüyen en önemli sahnede Ilgaz'ın gözbebeklerinden çıkıp doğrudan beynime saplanan, ' Ulan kısa kesin, az kaldı birazdan düşüp beynimi patlatacağım' tadındaki tedirginliği bile savuşturmaya çalışmış. Gel gör ki 'Harun' rolü çok dişi bir karakter, oyuncu ne kadar küçültse de, karakterin doğası gereği kulakları sağır edecek kadar güçlü, gürültülü bir yapısı var ve doğruyu söylemek gerekirse Harun aradan sıyrılıp, gelip hikayenin taa merkezine oturuyor. Bana sorarsan çok da iyi yapıyor. Can verenin gönlüne sağlık olsun, ömrü bol olsun. Zaten bir yönetmeni 'iyi' yapan da filmin ve hikayenin gereği olan bu ve benzeri dengeleri doğru kurabilmesi değil midir? Öyledir.

Görünen o ki Tuna Kiremitçi de önümüzdeki on yıl içinde iyi bir yönetmen olacak, ömrümüz yeterse hep birlikte göreceğiz. Velhasılıkelam, Adını Sen Koy'u izleyiniz. İzleyiniz ki yapımcısı para kazansın, Tuna Kiremitçi yeni projelerini çekmek için para bulabilsin ve yönetmenlik yapmaya devam etsin. Bu filme emeği geçen bütün teknik ekibin, sanat yönetiminin, mekan koordinatörlerinin ve Mehmet A. Öztekin'in ellerine sağlık olsun.


Böyle yani..

Pazartesi, Kasım 30, 2009

Yerli Arama Motoru


Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu'nun mümtaz Başkanı Tayfun Acarer, yerli arama motoru kurulmasına yönelik çalışmaları 2010 yılında tamamlamayı hedeflediklerini açıklamış. Medya günlerdir bu haberi yazıyor. Doğar doğmaz nüfusuna e-mail adresi eklenecek olan yeni nesili kenara koyarsak, Tayfun Acarer ‘Youtube’ ve ‘Google’ başta olmak üzere mevcut arama motorlarının yabancı kaynaklı olduğunu hatırlatarak, “Bu nedenle, internet yoluyla yapılan her türlü haberleşme yabancı ülkelere gidiyor, oradan geri geliyor. İşin bu açıdan bir güvenlik tarafı var.” diye buyunmuş. Sayın Acarer'in anladığı güvenliğin yolu sakın ola sansürden geçmesin? Baktınız yasaklar, site kapatmalar yeterli olmadı, cin gibi çocuklar gerekirse DNS değiştirip yine de giriyorlar yasakladığınız sitelere, o zaman çözümü kendi kontrolünüz altında "ne aranıp ne bulunacağına" müdahale edebileceğiniz bir arama motoru kurmakta buldunuz, öyle mi? Kulbunu da "güvensizlik" olarak buldunuz. Google, kökü dışarda bir oluşum ve güvenli değil. Vatandaşın yazdığı her elektronik posta Amerikalıların önüne gidiyor da o halde niye sizin önünüze gelmesin? Tebrik ederim. Şeytanın bile aklına gelmezdi.

Bu haberin alt yazısı ise "Gariban halkı yine korkutarak deveyi hamuduyla götürmenin hazırlıkları başladı." olmalıydı. BTK Başkanı ve akıl vericilerinin ağzını sulandıran Türkiye'den aldığı reklamlara karşılık Google'a kesilen 71 milyon liralık vergi cezası olabilir mi? Yerli bir arama motoru oluşturarak pastayı iç etmeyi ve kimin hangi sitelere ulaşıp, hangilerine ulaşamayacaklarını da kontrol etmeyi düşünmüş olabilirler mi? İmkansız mı? Bilmem. Bana o kadar da imkansız gelmedi ama düşüncesi bile korkutucu geldi.

Böyle yani..





.

Çarşamba, Kasım 25, 2009

Hatırlamalı: August Wilson


Tam adı, Frederick August Kittel'dır. Alman kökenli fırıncı bir baba ile afrika kökenli bir annenin sekiz çocuğunun dördüncüsü olarak 1945 yılında Pittsburgh, Pennsylvania'da doğdu. Yazarlık kariyeri boyunca annesinin soyadını kullandı. Fence (1987) ve The Piano Lesson (1990) adındaki dramalarla Pulitzer kazandı. Ölümünden sonra Broadway Theatre'a adı verildi.





•• google earth, 2008

Tak mobil modemi bitir işi!


Aylar önce Vodafone 3G lansmanına davet edilmiştim ve her davetli gibi bana da kapıdan çıkarken şirin bir kutunun içinde siyah mobil modem armağan etmişlerdi. Kutuyu da evin bir köşesine atıvermiştim. Teknolojinin insanı köleleştirdiğinden artık eminim. İki gün önce taksi ile 4. Levent'e giderken kucağımdaki laptopu açıp, mail yollardığıma kendi gözlerimle şahit olunca bu kölelik meselesine ikna oldum. Oysa sadece 2 gün önce çalan telefonuma, "ay valla evde değilim düzeltmeyi ancak gece yapabilirim" demiştim. Artık öyle bir özgürlüğüm de yok. Age verification işlemini beceremediğim için aylardır ikinci hayatımı yaşayamayan ben (Second life) kucağımda laptop, acil düzeltmeleri yapıp yolladım. Kucağımda laptopla yaşamadığım eksik kalmıştı, tamam oldu. Mutluyum. Bu arada sadık bir Turkcell kullanıcısı olarak telefon bağlatısı ne durumda bilmem ama Vodafone 3G mobil modem sahiden süratli ve sorunsuz çalışıyor. Ben de... Biyoljik saatim tersine döndü. Gündüz uyuyup, gece çalışıyorum. En son ne zaman avarelik etmek için sokağa çıktığımı hatırlamıyorum. Ah evet, hatırladım. Bu pazar. Kurban tatili öncesi beni sokağa çıkaran Yevgeni sayesinde insan içine çıktım. Çenem düştü. Bu pazar Kahve 6 denilen mekanda kahvaltı yapmaya gittiyseniz ve hiç susmadan şikayetçi olan bir kadın yüzünden tadınız kaçtıysa, üzgünüm.

Annem mi? Ah, istem dışı edindiği bipolar kişilik bozukluğu armağanı sayesinde dünyevi dertlere siktiri çekerek mutluluğun şifresini kırmayı beceren annem, huzur içinde benim yatak odamda uyuyor. Dün akşam üzerine doğru "Kendimi camdan aşağı atıcam" diye haber verdi, koşarak gittim. Trafik tıkalıydı. Evine varmam oldukça zaman aldı ama annem sapasağlamdı. Çantasını toplamış, giyinmiş, saçını taramış, beni bekliyordu. Geçen iki hafta boyunca, "Anne gel biraz bende kal" dediğimde, "Ay yok gelemem köpeğin düzeni bozuluyor yazık" diyerek yan çizen annem sahiden de kendini camdan aşağı atmayı düşünmüş. Sonra da atılacağı mesafenin ölmeye yeterli olmadığına ve denerse sakat kalacağına kani olarak, vazgeçmiş. Allah razı olsun! Haa, bir de sıkışan pimapen pencereyi açmayı becerememiş. Annemi bu haliyle kabul edecek güvenli bir "Huzur Evi" bulamıyorum. Torpil de çalışmıyor, elim kolum o kadar uzun değil. Paralı yerler ise çok paralı olmalarının yanı sıra, "Ee, şey bi de bizimkinde bipolar disordır karater bozukluğu teşhisi var" dediğimde, "Yok ebenin damı!" tadında bakıyorlar yüzüme ve donanımlarının bu tür hastalara uygun olmadığını söylüyorlar. Laf aramızda Darıca'da mukim huzurevine de hasta oldum, birara uzun uzun anlatacağım.

Özetle, her şeye rağmen iyiyim. Keyfim yerinde, sağlığım da.. Bir derdim varsa, o da Dayımgilin büyük oğlandan ses çıkmadı onun telaşesindeyim.

Böyle yani..





•• yevgenizamyatin, Burgazada 2008

Cumartesi, Kasım 14, 2009

Ömre Bedel Yumruklaşmalar



Ezel ebed anlatılan bir cehennem fıkrası vardır, bilmeyen var mı? Yoktur. Hani, cehennemi ziyarete giderler de bütün ülkelerin kazanı kaynamakta, kazanların içindeki insanlar can havliyle dışarı fırlamaya çalışmaktadır da bir tek benim mümtaz memleketimin kazanına huşu içinde bir sessizlik sinmiştir. Hah, o fıkra vesilesiyle geçtiğimiz günlerde basına yansıyan "Ömre Bedel" dizisinin setinden yükselen kavga seslerini yorumlamak geldi içimden. Daha doğrusu yükselen sesler içimi acıttı. Ömre Bedel, Gold Film'in 'Fox Tv' için ürettiği yeni sezonda başlayan projesinin adı. Murat Han, Begüm Birgören ve Mehmet Ali Nuroğlu'nun başrollerini paylaştığı diziyi Nihat Durak yönetiyor, Deniz Akçay ve arkadaşları yazıyor. (Fox'un resmi sitesindeki künyede sadece Deniz Akçay'ın adı var, diğer arkadaşlar jenerikte yazıyordur. Jenerik yakalayabilirsem onların da isimlerini eklerim.) Ömre Bedel, Fox'un izlenme oranlarına göre total'de oldukça yüksek skor yakaladı. Üçüncü bile oldu. Yani başarılı bir proje, emeği geçen herkesin ellerine sağlık.

Nihat Durak bu sezon ekrana veda eden 'Son Bahar'ı geçen sezon sonunda bırakmıştı. Geçen sezon boyunca 'Son Bahar' için yazdığım her eleştirinin istisnasız övgü alan tek teknik ismiydi. Diziye, daha doğrusu hikayelere katkısı tartışılmayacak, iyi bir yönetmendir. Aslen de hikayeci olduğu için elindeki oyuncuyu ve hikayeyi 'severse' cilalamayı başaran, hikayenin ve oyuncunun başarısını yönetim becerisiyle perçinleyebilen, parlatan nadir yönetmenlerdendir. Hiç tanımam, yolda görsem elimle gösteremem (çünkü ayıp) ama çok kıymet verdiğim ekran emekçilerindendir. Ancak Nihat Durak'ın işine titizlendiği için de zaman zaman çalışma şartlarını zorlaştırabildiği, huysuzlandığı da dillere destandır. Murat Han ise Abdullah Oğuz'un unutulmaz filmi 'Mutluluk'ta dikkatimizi çekmiş, o dakikadan sonra ve henüz perdede ya da ekranda ilginç bir tipleme, performans gösterme şansını yakalayamamış lakin nazarımda çalışarak yaşlanırsa iyi oyuncu olmaya aday genç bir adamdır. Tanımam. Amerikalardan kalkıp memleketimize geldi. İyi bir eğitim aldığı, kendini oyunculuk anlamında ehil olmaya adadı, çalışkanlığı da kulağımıza gelen fısıltılar arasındadır. Fısıltıya da gerek yok, Uyanık Bar'a konuk olmasından vefa sahibi, arkadaşlığa önem veren "iyi" bir adam olduğunu da anlamıştım.

Açık söylemek gerekirse gazetelere yansıyan 'Sette Yumruklaşma' haberine prensipte şaşırmadım ama, çok üzüldüm. İki gündür bu haber sebebiyle bir yazı yazmak istiyordum. Çünkü iyi giden bir projenin içinde huzursuzluk olması önünde sonunda maalesef o işin kaderini etkiler, biliyorum. Yazılanlara göre, Murat Han ve Nihat Durak bir süredir gerginmiş. Ömre Bedel'in ilk bölümünü izlemiştim sonra fırsat bulup bakamadım. Olaylar nasıl geliştiyse gelişti, sonunda basına kadar yansıyan bir tartışmanın fitili ateşlendi. Medyaya yansıyan bu tatsız olayların abartılmış olduğuna samimiyetle inanmak istiyorum. Aksi halde kıymet verdiğim iki adamın gönül hanemdeki yıldızlarının pırıltısı mahzunlaşacak. Film ya da sinema setinin patronu yönetmen ise nazarımda da görevi tebasını korumak, gözetmek ve onları kanadının altına almaktır. Oyuncunun da çapı kaç olursa olsun yönetmene sesi yükselmez, eli kalkmaz. Kalkmamalıdır. Yorucu bir tempoda her hafta 90 dakika iş yetiştirmek herkesin sinirlerini bozar. Ancak Murat Han'ın 2 ayrı projede yer alarak sinirlerinin 'Ömre Bedel' setinin çalışanlarına göre iki kat hırpalandığı da benim için makbul gerekçe değildir, bunu da kenara koyalım. Murat Han'ın aile terbiyesi almış pırıl pırıl genç bir adam olduğuna, bu sebeple de Nihat Durak üzerine çıkıp tepinse, yerden göğe kadar haksız bile olsa ses çıkarmayacağına, olası tahammül ve terbiye sınırlarını aşan bir sorunu olursa da yapımcı ile çözmeyi seçeceğine şiddetle inanmak istiyorum.

Yönetmen- Senarist, Senarist- Oyuncu ve çeşitli kombinasyonlarla vücud bulan benzer türde çekişmelerden hiçbir zaman hayırlı sonuçlar çıkmamıştır. Her zaman asıl kaybeden proje ve onun emekçileri olmuştur. Benzer çekişmelerde, özellikle de iş yapmaya başlamış, parlamış bir projenin görünen yüzü olmadığı ve kamu nazarında "oyuncu"dan her daim birkaç adım geride durduğu için önce yönetmenler harcanmaya çalışılır. Kimi yapımcılar da bu tongaya düşer. Ancak elinizde çok sağlam bir hikayeniz varsa yani sac'ayağının biri topal değilse, atarsınız yönetmeni kimi getirsen işi çeker. Kabul edelim ki Ömre Bedel'in bu derecede parlak, şeytanın bile aklına gelmeyecek çapta ilginç bir hikayesi yok. Yönetmenin sahiden de bu projenin başarısındaki payının büyük olduğunu kabul etmeyen taş olur. Eğer olur da ömre bedel yumruklaşmaların sonunda sahayı terkeden Nihat Durak olursa ve yerine aynı çapta bir başka yönetmen getirilmezse olacakları düşünmek bile istemiyorum. Gönül ister ki, araya hatırlı bir "Ağabey" girsin ve yönetmenle oyuncusunu uzlaştırsın, barıştırsın. Murat Han, bulunduğu nokta itibariyle "geçimsiz adam" damgasının kariyerine vereceği zararı görmezden gelmesin, ciddiye alsın. O set bugün 40 kişiden ibaret ise yarın o setin çalışanları en az 20 ayrı sete dağılıp çalışmaya başlayacak. Ve asla unutmasın bu piyasa 'huysuz oyuncu' damgasını yemişler mezarlığıdır, piyasanın jön eksiğine asla güvenmesin. Yönetmen de vakit bulursa kendiyle hesaplaşsın. Her ne olursa olsun, neticede gencecik bir adamı neden idare edemediğini sakin kafayla bir kere de hatırım için düşünsün. Gold Film de ikidir nazara geliyor, bi fakire sadaka versin.

Velhasılıkelam iş yürüsün, benim gibi dış kapının itleri de ürüsün, dursun.

Böyle yani...

Çarşamba, Kasım 11, 2009

İdareli ol..


Çok sigara içiyorum. Hiç içmeyenlere nasıl özeniyorum, bilemezsiniz. Çok sigara tüketmenin zararlarından biri fiziksel, diğeri keseye ise benim için üçüncü bir şık daha var: Kıtlık! Kolay bulunan, her markette, rafta satılan legal bir sigara markasını kullanmadığım için kıtlık kavramı önem arz ediyor tiryakilik serüvenimde. Kaçak sigara içiyorum. Yaklaşık 20 senedir aynı markayı tüketiyorum ve değişiklik yaparsam öksürüğüm aylarca durmuyor. Kalpsiz arkadaşlarım, " Korsana laf sokuyorsun ama bandrolsüz sigara içiyorsun!" diye hırpalamayı sevseler de umursamıyorum. Kutu Barclay içiyorum. 2 sene önce Kent bu markayı bünyesine kattı. Yine de legal olarak Türkiye pazarına vermedi. Yurt dışına gidip gelenlere sipariş ediyorum ama yine de günlük tüketim ihtiyacımı kaçak piyasasından karşılıyorum. Bazı günler elimde torbalar, içinde en az 10 karton sigarayla sokakta yürürken görebilirsiniz. İhbar olsa, ev basılsa kaç karton bulundurarak kaçakçı damgası yiyeceğim hakkında bilgi bile edinmedim değil. Zaman zaman kaçak yollar da tıkanıyor ve kıtlık mevsimi geliyor.

Geçmiş gün, bir vesileyle BAT yöneticileriyle toplantı yaparken sigara paketimi masanın üzerine koyduğumda " Aa ne hoş bizim markamızı içiyorsunuz" dediler ama "bu" çeşitin neden ithal edilmediği konusuna makul bir açıklama getiremediler. Nedenini bilemediler. Neyse. Dün zulama baktım, azalmış. Kaçakçım da, " Abla bu ara gümrük çok sıkı, idareli ol" diye uyarınca kemer sıkma tedbirleri uygulamaya başladım. Açtığım her paketin üzerine tarih ve saat yazmaya, yeni ve kırmızı Moleskin'ime de yaktığım her sigaranın saatini not almaya başladım. Bu sabah envanteri kontrol edince farkına vardım ki ben sigara içmiyorum, sahiden de sadece tüketiyorum. Yaktığım üç sigaranın ikisini kültablası içiyor. Sigarayı yakıp, kültablasına bırakıyorum, yeniden parmak arası yaptığımda ise payıma tek nefes düşüyor. Sık yakıyorum, az içiyorum. Yaktığım sigaraları kültablasının içtiğini fark'edince sigara içmek için mola vermeye başladım. Gün sonu raporunda bakalım payıma kaç sigara düşecek...

Sigaraya hiç başlamamış olmayı tercih ederdim. İçtiğim ilk sigarayı bugün bile gözlerim yaşararak hatırlıyorum. Orta 2'ye gidiyordum. Annem evden ayrılmıştı. Aylardır göremiyordum. Nihayet görüşecektik. Sezin Abla'lara gelecekti. Babamdan gizli görüşecektik. Çok meşguldüm, anneme randevu vermem bile 3- 4 haftayı bulmuştu. Kırgındım, kızgındım, çocuktum ve annem "bizi" başka bir adama aşık olduğu için terk'etmişti. Buluşma anına özene bözene hazırlandım. Çok sevdiğim bir eteğim vardı. Yan dikişini söküp, neredeyse kasığıma kadar yırtmaçlı hale getirdim. Üzerine ince askılı bir penye giydim. Belime kadar uzanan saçlarımı saldım, taradım. Çingene pembesi kocaman çiçekli bir klipsle tepeden tutturdum. Yaşar Bakkal'a gidip bir paket 216 Samsun aldım. Annemle buluşmaya hazır sayılırdım. Son bir eksik vardı. Apartman boşluğuna gizlenip elimdeki paketi açtım, bir sigara yaktım. Çok öksürdüm. Çok. Gözlerim öksürükten mi yaşardı? Bilmiyorum ama yeni içici olduğumu anlamasını istemiyordum. Bir sigara daha yaktım. Öksürmedim. Büyük buluşmaya hazırdım artık.

Merdivenleri çıkıp, kapıyı çaldım. Karşısına dikilen potansiyel "küçük orospu"yu gördüğü anda annemin gözlerine sinen pişmanlığı bugün bile hatırlıyorum. Başarmıştım. Beni terk'ettiği için onu pişman etmeyi başarmıştım. Acımasızlığın yaşı yok, çocuk diyerek geçmemek lazım. O güne geri dönmek, o ilk sigarayı hiç yakmamış olmak isterdim. Ama mümkün değil. Annemin karşısına dikilip, "Sensiz de süperiz, hayatını yaşa!" demek yerine, "Seni çok seviyorum anne.." demek isterdim. Diyemedim. Aslında o gün itibariyle başlayan, bilinç altımızın analı kızlı nöbetleşerek atak yaptığı zalim bir soğuk savaşı bugün de sürdürmeye devam ediyoruz. Annem o günden sonra kuzu postunu giyip, eve geri dönmeyi becerdi. O gün gözlerinden okuduğum "pişmanlık" yıllar içinde yerini keskin bir intikam hissine bıraktı. Annem o günün hiç bitmeyen rövanşını 6 ay sonra eve döndüğünde almaya başladı. Artık yediğim her dayağın alt metni aslında ve sadece o gün anneme hissettirdiğim pişmanlık hissiydi. Saçıma yapışıp, o günü kusuyordu, bahanesi başka başka dayaklarda bile. Dayağın uygun yerinde konu mutlaka sapıyor, " Niye ananenin sözünü dinlemedin?" diye başlayan dayak, "Ulan orospu olacaktın ben eve dönmesem! Götünün tepesinde yırtmaçla dolaşıyordun sokaklarda!" ana fikrine gelerek nihayet buluyordu. İntikam kokan o tek günümün getirisi, uzun zaman boyunca yediğim her dayağın güftesi bu sözlerdi. Annemin intikam hissiyle tetiklenen davranışları ise bende başka bir kapıyı açtı. O kapıdan içeri girip, ikimize de doğru yolu öğütleyecek ak sakallı bir dede bekledim. Gelmedi. Duruma el koymaya muktedir olan tek kişi babamdı, onun da bu zorlu savaştan ve karşılıklı aldığımız derin yaralardan haberi olmadı. Yuvarlanıp gittik.

Aramızda sır yok. Eğer itiraf etmem gerekirse, büyürken çoğu kez "Orospu" olmayı hedefledim. Ne tuhaftır ki erişkin kıvama gelmek üzere olan 10 genç kızdan 4'ünün doğrudan pavyona transfer olduğu, 2'sinin de köşe serserilerinin altında kaldığı mahallemde annemim kast'ettiği türden bir "orospu" olmanın yolunu bulamadım. Beceremedim. Neden anlatıyorum bunları? Olur da benzer noktalara gelirseniz, bizim beceremediğimizi siz becerin ve asla denginiz olmayana kılıç çekmeyin diye. Bazen durup yara almayı seçebilmek, hamle yapıp öldürdüğünüz o insanın düşman olmadığını anladığınız andan daha az can yakıcı oluyor, unutmayın diye...

Böyle yani..


•• yevgenizamyatin / taş 2008


.

Pazartesi, Kasım 09, 2009

Skype Test Call


Ne çok ranini var ortalıkta ki hiç biri ben değilim. New York ile irtibata geçebilmek için bu sabah 'skype' denilen programı kurmaya çalıştım. Yükledim. Fakat gel gör ki kullanıcı adı almakta bu kadar zorlanacağımı tahmin bile edemezdim. Müstear ismimden geçtim, gerçek adımı ve soyadımı bile alamadım. Sonunda uyduruk bir isim kullanmak zorunda kaldım. "ranini4587696744" ya da "rabia 2009" gibi uzak ara klon bir isim kullanmayı da gururuma yediremedim. Skype'da beni bulmaya çalışan arkadaşım, 'var burda bi ranini sen misin?' dediğinde de 'ben değilim, kim o yahu!' diye sinir bile yaptım. Ne kadar benimsemişim mahlasımı farkında olmadan. Vesileyle de duyurayım, skype kanalıyla bulacağınız "ranini"lerin ne yazık ki hiçbiri ben değilim. Neyse...

Teknoloji benim de boyumu aşmak üzere. Evvelce de sanal hayatın insanı yalnızlaştırdığınından dem vurmuştum. Sanal Market alışverişlerine de alıştım. Torba taşıma eziyetini ortadan kaldırıyor. İnternetten gazete okumaya, yemek sipariş etmeye, konuşmaya tam gaz alışıyorum galiba. Ip Tv ihalesi yapılmıştı geçtiğimiz aylarda, o da yaygınlaşmaya başlarsa artık anında izleme yapmaya gerek kalmayacak. Paralı kanallarda olduğu gibi bilmem hangi günün, filanca programına ulaşıp izlememiz mümkün olacak. Benim yaşıtlarımın teknoloji ile barışabilmeyi becermesi de kutlanası bir durumdur. Belki de sadece benim için kutlanası bir durum. Almancı kız çocukları yaz aylarında memlekete, mahalle sokaklarına döndüklerinde televizyonda oynayan bir çizgi filmi kayıt edip, istedikleri zaman kaset gibi takıp izlediklerini anlattıklarında dalga geçer, inanmazdık. Deli ya da yalancı bellemiştik onları.

Onu da geçtim. 1990 senesinde araç telefonları denilen alet yaygın kullanımdayken, görmüş, bilmiş, kullanmışken üstelik, bir Amerikan firmasının ihalesine girerek cep telefonu denilen o küçücük kablo bağlantısı olmaksızın serbest dolaşarak aynı telsiz telefonlarımız gibi konuşabileceğimiz aleti Türkiye'ye getirmeye çalıştığını anlatan bir iş adamı arkadaşımıza götümüzle güldüğümüzü hatırlıyorum. Gülmeyin, gerçek bir hikayedir bu. Hoş, biz 'Alo beni ara beni' projesini getirip önümüze koyana da gülmüştük, reklam vermek istiyordu, 'parası bolsa bize ne' diyerek reklamlarını yayınlamaya başlamıştık. Adam o 'Alo' diyerek açtığı yoldan, bünyesinde üniversite bile olan bir zincire bağladı kendini. Biz de 'ön görüsüz faniler' damgasını yedik, oturduk. Zekeriyaköy islah ve itlaf edilirken, 'hadi lan ordan ev mi alınır kurtlar yer oğlum sizi' diyen de, Asos'ta iskelenin karşısındaki araziyi bize 5 çamaşır makinesi parasına satmak için didinen Mehmet Amca'yı da ciddiye almayan benim, orası ayrı.

Oysa 'teleks' denilen aleti kullanırken, 'renk ayrımı' makinesini bilirken, gazetenin sayfalarının artık matriksle gitmesine gerek kalmadığını, bilgisayar sayesinde 'tık' diye İzmir Büro'ya gönderdiklerini gördüğümde hele de photoshop'un büyülü dünyasıyla tanıştığımda hiçbir teknolojik gelişmeye şaşırmamaya karar vermiştim. Zaman geçtikçe, yaşlanıp şaşırmaya devam ettikçe annemin Digitürk kumandasına elini süremeyişinin sebeplerini daha iyi anlıyorum. Işınlanma denilen nane gerçekleşip yaygınlaşmadan gözümü kapatmak istemiyorum. Fazla mı abarttım?

Böyle yani..







••
Fotoğraf söz konusu firmanın resmi web sitesinden alınmıştır.

.

Çarşamba, Kasım 04, 2009

Biz bize kaldık..


Haftalardır koşturuyorum. Vakitsizim. Keyfim gıcır sayılır. Sağlığım nasıl derseniz, misal midem henüz geleneksel ve mevsimsel atağına başlamadı. Zımba gibi değilsem de, iyiyim. Sokakları sel götürürken burnumu bile çıkarmadan çalışıyorum. Annem de fena sayılmaz. Hastaneden çıktığı günün ertesi, "Ay ben bunların hangisini, hangi zamanda içecektim ki?" tadında bir edayla beni aradığında, "Ay valla ben de bilmiyorum ki takma kafana karıstırırsan yatırırız seni Erenköy'e orada içirirler." dedim, ertesi gün itibariyle geri bastı. Günde üç kere arayıp, ' hapımı içtim' diyerek tekmil veriyor. Nereye koşturuyorsam, koltuğa uzanıp televizyon bile izleyemiyorum. Haddizatında televizyonla ilişkimi kestim sayılır. Hiçbir diziyi ve programı izleyemiyorum. Ali Murat'ın atını gördüm dün göz ucuyla. Mübarek ne heybetli bir hayvanmış, hayran kaldım. Atın adını bilen varsa, yorum kutusuna bırakıversin sevabına. Anlaşılacağı üzere dizilere fragman boyutunda takılabiliyorum. Ne başladı ne bitti, bilmez oldum. Hoş, yazmadıktan sonra izlemenin de tadı kaçıyormuş. Allah da biliyor ya, bu süre içinde bir tek yaradana sığınıp "Nefes"e bi giresim geldiydi. Dizinin ilk bölümü oynarken ellerim kamaştı ama, tuttum kendimi, yazmadım.

Eskiden de televizyon izlemezdim. Eskiye döndüm. Günlerce kapatmadığım, önünden kalkmadığım televizyonu yine izleyemiyorum. Ne garip! Bu kadar yoğun olarak ekran eleştirisi yapmak nereden mi aklıma gelmişti? Billahi boşluktan. Eskiden beri izlediğim dizilerle ilgili eleştirilerimi Ekşi Sözlük'e yazardım. Sonra bir sabah evsiz yurtsuz, işsiz güçsüz kalınca tutunacak bir meşgale aradım. Evimi kapatıp, anneme taşınmıştım. Misafir gibi eğreti durduğum evin içinde kendime yakın hissettiğim, aidiyet duygumu körükleyen tek şey bilgisayarımdı. Cam bir masanın önünde duran siyah deriden müdür koltuğuna oturup, bilgisayarıma bakıyordum. Sağ tarafımda durmaksızın kakafoni üreten televizyonla barışabilmek, kaldırıp dördüncü kattan aşağıya atmamak ve ruhumu kurtarabilmek için dinleyerek dizi eleştirisi yazmaya başladım. Her gün, prime time, off prime time demeden dinledim, izledim ve yazdım. Aklımı kaybetmediysem, bugün ayakta durabiliyorsam hepsini bloga ve blogun açtığı yola borçluyum. Blogun takip edilir hale gelmesi Ekşi Sözlük vasıtasıyla oldu, inkar edemem. Cihangir mekanlarında müstear ismime düzülen küfürler gibi, övgüleri de duydum. Mutlu oldum. Sadece kelimelerimle haşır neşir olduğu için yüzümü hiç bilmeyen insanların sevgisine mazhar oldum. Az şey mi kazandırmış bu blog bana?

Dışardan içeri bakarken de eleştiri yazmak zordu, içeri girdikçe daha da zorlaştı. Laf aramızda, vakit buldukça dizi eleştirisi yapan sanal ortamlara bakıyorum da emekli olup ekran eleştirisi yapmaktan vazgeçtiğim için sahici okurlar adına üzülüyorum. Tevazu gösteremeyeceğim, kimse kusura bakmasın. Ekran eleştirisi yapmak sağlam bir adalet duygusu istiyor, en azından benim için tek ve yeterli şart budur. İçeri girdikçe adil davranmanız dışında okurun sizin adil olduğunuza olan inancı daha büyük önem kazanıyor. Ekşi Sözlük ve blogdaki söyleşiler sebebiyle içeriden tanışlar çoğaldıkça, eleştiri yazmak da yük haline gelmeye başlamıştı. Her ne sebeple olursa olsun, bazı işleri eleştirip, bazılarını görmezden gelmek eşekliğin dik alası değildi de neydi? Vazgeçme kararını almadan birkaç gün önce Ahmet Mümtaz Taylan'la yaptığımız söyleşinin iki cümlesi kulaklarımda uğuldamaya başladı: "Eleştirinin varlık sebebi ürüne katkı sağlamaktır. Ancak eleştiren de, o ürünün parçası olmanın yarattığı ışıltının gözünü kamaştırmasına engel olmalı." Sonunda geldiğim noktadan az biraz daha ileri gidersem, ışıltının sahiden gözümü kamaştıracağını ve duvara toslayacağımı biliyordum. Hatta itiraf etmeliyim ki -negatif eleştiri puan toplayıp, alkış aldığı için olsa gerek- ne izlesem beğenmez hale gelmiştim. Durdum.

Velhasılıkelam eskisi kadar kalabalık değiliz. Azaldık. Biz bize kaldık. Önceleri ben de bloga düzenli olarak yazamayacağımdan korktum. Ne yazacağımı bulamamaktan korktum. Şimdi korkum geçti. Yazamadığımdan değil, vakitsizlikten mola alıyorum. Gün içinde birkaç kez kendimi "Ah şunu bloga yazmam lazım" derken yakalıyorum. Bakıyorum üzerinden üç gün geçmiş, vakit bulup yazamamışım. Yakında blog yazılarına da diğer işler gibi günün belli bir saatini yeniden ayıracağım ama önce elimdeki işi atmam lazım.

Böyle yani..



•• yevgenizamyatin / unkapanı, 2009

.

Cumartesi, Ekim 31, 2009

Durmak yaraşmaz!


Kartal açıklarında bakıma alınmış bir kömür tankerinin tepesinde 9 saat geçirdikten sonra hiç uyumadan gidip annemi hastaneden çıkardım. Tanker denilen nanenin üzerinde insan evladının gezineceği tüm alanların inişli çıkışlı olduğunu biliyor muydunuz? Ben bilmiyordum. Hani öyle sülün gibi uzanmış 120 metre tenekenin üzerinde göt kadar bir alanı merdivenlerle kullanılır ve yaşanır hale getirdiklerini sahiden de bilmiyordum. İn aşağı, çık yukarı temposuyla 9 saati deniz üzerinde geçirdim. Yorucu ama öğretici saatlerdi. Uzak yol gemilerinde çalışanların misal aylarca denizde kalıp, tek bir kez bile Kaptan denilen otoriteyle karşılaşmadıklarını, sokakta görseler, 'Lan bak bu bizim Kaptan' diyemeyeceklerini, gemilerde Kaptan Köşkü dışında duvarlarda takvim olmadığını, bütün duvarların yönetmeliklerle dolu olduğunu özellikle de uyuşturucu konusunda ciddi uyarıların ve yaptırımların olduğunu bilmiyordum. Zihnimde cevapsız kalan tek soru, "bu pislik sadece kömür taşıyan bu devasa deniz taşıtına has bir özellik mi?" oldu. Motor bakımı için Kartal açıklarına demir atan bu gemideki sözde yaşam alanlarının ne kadar pis olduğunu size anlatabilmem mümkün değil. 'Herhalde bakımda diye bu kadar pis ortalık' dediğimde mutfakta çalışan gemi personelinden biri, 'Valla abla siz geleceksiniz diye iki gün temizlik yaptık, bu gördüğün en temiz halimiz' diyerek cevap verdi. Daha da kimseciklere soru sormadım.

Önden gidip, ip halatla tırmanmak zorunda kalanlardan şanslıydım, yandan açılan bir merdivenle ulaştım gemiye. Merdivenin altına beyaz bir ağ gerilmiş. Basamaklar kaygan. Merdivenin iki yanında ufka uzanan demir tutacaklar paslı. Ayağım kaysa aşağıda bekleyen balıkçı teknesinin ortasına patlayacağım. Söylene söylene gemini güvertesine vardım. Gemi personeli günü geminin kıçında balık tutarak geçirdi. Akşama kadar istavrit aldılar. Bereketli bir gündü. Kızartırken ikram ettikleri istavritten 2 tane yedim. O kadar yorgundum ki istavrit bile keyifimi yerine getirmedi. Gemi mutfağının kilerimsi bölmesi tepeleme makarna ve hazır çorba paketleriyle doluydu. Dev çaydanlık ocağın üzerinde molasız fokurduyordu. Gemi telsizinden sık sık İngilizce ve Türkçe olarak, "İmralı'nın açığından geçiniz. Demirlemeyiniz." anonsları duyuluyordu. Bizim ekibe doğru gitmeye çalışırken yanlış köşeyi dönünce kendimi gemi personelinin kamaralarının bulunduğu koridorda buldum. Sahiden korkutucu. Boş kamaralardan birinin aralık kapısını itelediğimde odanın pisliğine inanamadım. Tuvaletleri anlatmama gerek bile yok. Bulunduğum gemi Rusya ve İspanya'ya kömür taşıyormuş. Bu durum belki de kömür gemilerine has bir mezbeleliktir.

Gemiyi tahliye etmeye başladığımızda gün doğmuştu. Eve gelip, üzerimi değiştirdim. Bütün giysilerimi makineye atıp en sıcak programda yıkadım. Hırkam düdük gibi oldu ama umurumda değil. Kaynar su eşliğnde saatlerce yıkandım yine de kendimi temizlenmiş hissetmiyorum, o da ayrı mesele... Birkaç saat sonra La Paix'ye gidip annemi hastaneden çıkardım. Eve yerleştirdim. ve kendimi yatağa attım. Bu sabah uyandığımda bütün eklemlerim sızlıyordu. Gün içinde oturup kalkmak, basamak çıkmaya çalışmak eziyet haline geldi. Sahiden de hamlamışım. Deliksiz uyudum dün geceyi ve bu sabahı. Yağmura uyandım. Evden çıkmaya mecalim yok. Bütün gün uyudum desem, yeridir. Kaslarımın ağrısı yarın azalır diye umuyorum. Annem, 18 gün süren tedavi ve mevsim sebebiyle durulmuş görünüyor. Yeni bir atakla karşılaşmadan önce bütün düzenini kurmuş olmayı planlıyorum. Bloga yazma alışkanlığımı kaybetmedim ama hayattan izin alamıyorum.



Böyle yani..



•• yevgenizamyatin / metro 2009

.

Perşembe, Ekim 22, 2009

Yorgunum..


Sabah saat 07.00 civarında yatağa sığındığımda titriyordum uykusuzluktan. Keyfim orta şekerli, sağlığım yerinde. Ortalama 2-3 saat uykuyla 72 saati ayakta devirdim. Elimdeki işi teslim ettim. Karnım aç. Gergin bir çalışmaydı. omuzlarımın tutulduğunu, "send" tuşuna bastıktan iki saniye sonra hissettim. Bir tarafım sokağa çıkmak, yürümek, hava almak istiyor. Tembel tarafım, "duşa gir sonra yay kendini koltuğa kıpırdama, hava almak istiyorsan bahçeye çık" diyor. Evvelsi gün "Melekler ve Kumarbazlar" filminin galasına gittim. Anlatacak ne çok söz biriktirdim. Ama ekrana bakarken gözlerim yanıyor, tuşlara basarken parmak uçlarım sızlıyor.

Saati kurup uyumak istiyorum. Uyanık Bar'ı izlemek istiyorum. Atv'de Kış Masalı var, ona bakmak istiyorum. Mustafa nicedir, gece kayıtlayıp sonra göz ucuyla bakmak istiyorum. Vizyonda, görmek istediğim iki sinema filmi var. Elimdeki kitabı bitirmek istiyorum. Yarın toplantı var, saçımı boyamam lazım. Annemi ziyaret etmem, giderken temiz çamaşır da götürmem lazım. Kısmetse, pazartesi günü hastaneden çıkacak. Şimdilik iyi görünüyor. Birkaç gün yanımda misafir edip, yeni hayatını anlatmam, ikna etmem, rızasını almam lazım. Sabah yastığa teslim olmadan önce iki parça palamut çözmüştüm, üşenmeyip kızartmak istiyorum. Kızartmayacaksam, tuzlayıp kaldırmam lazım. Havalar iyice soğumadan köpeği banyoya götürmem lazım. Çamaşırları katlamam, yıkayıp sefil ettikleri beyazları yeniden makineye tıkmam lazım.


Böyle yani..


•• Yevgenizamyatin/ 2 Eylül 2007 Kelebekler Vadisi/Fethiye

Cumartesi, Ekim 17, 2009

Sana acıyalım mı?


Gün'aydıran çayına sıkıntılarımı katık eden sordu: Sana acıyalım mı istiyorsun? Çözüm önünde duruyorken görmezden gelmenin başka bir anlamı olamaz. Çözüm önümde duruyor, ben kenarında dolaşıyorum. Mantık zincirin kopuk. Günlerdir. Aylardır. Yıllardır. Mantık zincirim kopuk, biliyorum. Bu keskin sohbetten bir saat sonra Erenköy'ün Baş Hekimi ile konuşuyorum. Çay ısmarlıyor. Önündeki dosyayı açıp annemin raporlarını okuyor. Hastaneye yatırmanın tek çare olduğunu bir kez daha dinliyorum işinin ehli bir ağızdan. Yaşı sebebiyle kullandığı ilaçların sık sık doz ayarlaması gerektirdiğini, benzer tanıya sahip hastaların ilaçla tedaviye gösterdikleri direnci, hastane yatışlarının süresinin ne kadar uzayabileceğini anlatıyor. Bilmediğim tek bir cümle kurmadınız, diyorum. Hiç öyle durmuyorsunuz. Duygusal davranmayın. Bu tür davranışlar hasta yakınlarının düşeceği en kötü tuzaktır, diyor.

Herkes yanılıyor olamaz. En azından görüneni yorumlayanların içinde bulunduğum durumu tanımlayışlarına kulak vermek lazım. Haklılar. Belki de sahiden bana acımalarını istiyorum. Ne kadar zor şartlar altında yaşadığımı ama yine de ayakta kaldığımı, kuyruğu dik tuttuğumu bilsinler, beni ayakta alkışlasınlar, takdir etsinler, övsünler, poh pohlasınlar, parmakla göstersinler istiyorum. Bilmediğim bir iç güdüyle aslında çoktan alınması gereken bir karara karşı direniyorum. Annenizi ihtiyacı olan tedavi şartlarından fazlasıyla ödüllendirerek kendinizi maddi manevi cezalandırıyorsunuz, bu da bir seçim ama sağlıklı bir seçim değil, diyor. Üzerime yapışmış, çok şık ama bir o kadar da samimiyetsiz duran 'çaresizlik' hırkasını benden başka herkes görüyor olmalı. Hastane Müdürü koğuşları gezdiriyor. Anneniz orada Vişnezadelerin büyük torununa komşu, burada ise Himmet Efendi'nin karısıyla odasını paylaşacak. İki hastane arasındaki tek fark budur, diyor. Hasta haklarından bahsediyor. Seferberlik ilan edilmiş, beni koşulların mükemmelliğine ikna etmeye çalışıyorlar. Direnmemek lazım.

Hastaneden çıktığımda yağmur dinmişti. Dün bir karar verdim. İçim rahat. Hiç ağlamadım. Bu ucuz ve demode melodramda kendime biçtiğim cıvık rolü pek beğendiğim için hikayeyi sündürdüğümü, çoktan yapılması gereken namuslu bir finali geciktirdiğimi ve rol çaldığımı artık biliyorum. Bütün gece bu gerçeği sindirmeye çalıştım. Hâlâ karnım ağrıyor ama önceki günlere, aylara kıyasla daha iyiyim. Uyanış senaryolarına inanmam. Mucize beklemiyorum. Bir cümle okudum, bir kitap buldum, iki göbek attım fevkaladenin fevkinde lüks mevkiideyim diyemiyorum. O sebeple beyaz bir kağıda kocaman harflerle gerçeği yazdım, karşıma astım. Zihnim bulanınca bakıyorum. Kağıdın üzerinde, 'Son zamanlarda tanıdığım en şımarık insansın' yazıyor.

Böyle yani..




••
Baca, originally uploaded by yevgenizamyatin


.

Çarşamba, Ekim 14, 2009

İçeriden bildiriyorum...


İki gündür taslak olarak kayıt altına aldığım yazı sayısı bir elin parmağı kadar. Tuhaf bir şekilde yazamıyorum. Aklımın karmaşasını yazarak dindirdiğim doğrudur. Yazamadığım zamanlarda zihnim kirini pasını içime akıtıyor. Kirleniyorum. Dünü uyuyarak bitirdim. O kadar uyudum ki sabah yüzüm gözüm şişmişti. Bugün mecburen sokağa çıktım. Anneme üst baş götürmem lazımdı. Götürdüm. Doktoruyla görüşmem lazımdı. Görüştüm. Doktora garip sorular sorduğum için mi, sorularına garip cevaplar verdiğim için mi bilmiyorum ama, birkaç gün kullanmam için bir ilaç verdi. Eşantiyon. Eve geldim. İlacı içtim. Uyudum. Uykudan boyun ağrısıyla uyandım. Uykuya alışmamak lazım. Uyumak güzel de, uykuya kaçmamak lazım. Zihni tembelleştiriyor. Ruhu nasırlaştırıyor. Ayakta kalmak lazım. Şükr'etmek lazım. Hayatta ne acılar var, diyerek avunmak, başa gelenlerle savaşmak lazım. Ne bereketli bir temadır savaş. Konusunu savaştan alan ne çok kitap yazılmış, resim yapılmış, şarkı bestelenmiş, film çekilmiş ve ne çok oyun oynanmış. İnsanın 'yaşasın savaş!' diyesi geliyor.

İçeriden bildiriyorum. Asayiş berkemal, rakım yerin dibi..




•• yevgenizamyatin / bir nesne


.

Pazartesi, Ekim 12, 2009

Ne düşünüyorsun?


Küçük adımlar at... Kriz anlarında öncelikle ilk 1 saati planlayarak devam et hayata, demişti bir dostum. Birkaç gündür sesimin kesilmesi, tadımın fena halde kaçık olmasıyla ilgili. Kaç kere yemin ettiğimi, söz verdiğimi ben bile unuttum. Annemin her hastane çıkışında, vezne başında faturayı öderken ve ödedikten bir süre sonra yanımda yöremde bulunanlara, "ulaan bu kadını bi daha la paix'ye yatırmaya kalkarsam, iki olsun!" demişliğim vardır. Sürpriz! Annemi hastaneye yatırmam gerekiyor. Hastalandığından bu yana ilk kez manik hali bu kadar kontrol edilemez ve öfke dolu oldu. Ele avuca sığmadığı gibi aşırı derecede de saldırganlaştı. Önceki yıllarda manik zamanlarında yine gece yarılarına kadar eve girmez, susmak bilmez, uyumaz ama kimseye özellikle de bana zarar vermez, can yakmayı bağırıp çağırmayı aklından bile geçirmezdi. Bir süredir tedavisinin gerekleri ile ilgili en küçük bir cümle bile kuramayacağım kadar haddizatında bu konuda ima bile kabul etmeyecek kadar sinirli hale geldi. İlacını içmeyi unutma, dediğim anda bile öfke kusuyor, bağırıp çağırıyor. Ufak tefek darp olayına bile girmeye başladı.

Annemi bu hastalık sürecinde yalnızca depresif olduğu yani en dibe indiği zamanlarda hastaneye yatırdım. Hani artık oturduğu yerden bile kalkmamak için bahaneler uydurduğu, ağzına verdiğiniz lokmayı tükürdüğü, dolu su bardağını bile kendi başına ağzına götürmediği zamanlarda hastaneye yatırdım. O sebeple bu öfkeli hali benim için de oldukça yeni ve tedbirsiz yakalanmama sebep oluyor. Hastalığı ilk kez teşhis edildiğinde yani 10 yıl önce o zamanki doktoru yaş ilerledikçe bu manik- depresif geçişlerin zaman aralıklarının da oldukça kısalacağını söylemişti. Görüldüğü üzere de annem hastaneden çıktıktan 3 ay sonra yeniden hastaneye yatacak düzeye geldi. Gözüm aydın! Uzun zamandır annemin hastalığı ve getirileriyle baş etmeye çalışırken küçük adımlar attım. Önümde görünen ilk virajı kazasız belasız almayı hesapladım. Dur bakalım önce bugünü atlatalım, dedim. Ancak görünen o ki hızla daha radikal kararlar almak zorunda kalacağım.

Bu gece gizlice annemin evine gittim. Geçtiğimiz iki hafta içinde iki kez evinin anahtarını -bir tanesinde çantasıyla birlikte- kaybettiğini ve kapının kilidini değiştirdiğini söylemişti. Bu gece gördüm ki kilit hiç değişmemiş, kaybettiğini söylediği çantası da küçük odadaki komodinin alt çekmecesinde duruyor. Komodinin çekmecesi düzenli olarak içtiğini söylediği ilaç kutularıyla, doktorun verdiği sözde 'eşantiyon' ilaç kutularıyla doluydu. Annem ilaçlarını içmiyor. 15 gün önce yapılan kan tahlili düşük çıkınca ilaçlarını en azından düzenli olarak içmediğini anlamıştık. Doktoru bir şans daha verdi. Konuşup ikna etti, yeni bir ilaç programı hazırladı. Kullandığı diğer ilaçları bırakıp tek bir ilaca geçti. Bunu da içmiyor. Elbette gece körü tetiklenip, kıçına neft yağı sürülmüş gibi annemin evine gitme sebebim zaten bildiğim bu gerçekle yüzleşme ihtiyacı değil. Geçen hafta evde çalışan kadına telefon edip, "Yürüyen merdivenlerden düştüm kafatası kemiğim çatladı. Memorial'dayım ama çocuklarının ölüsünü gör kızıma söyleme, çok üzülür." dediğini öğrendiğimden beri zaten diken üzerindeydim. Bu akşam da yakın bir ahbabımıza telefon edip, "İki hafta hastanede yattım. Kızımın haberi yok. Hastane parasını ödemek için tefeciden borç aldım, geri ödemem lazım." diyerek para istediğini öğrenince benim mekanizma toptan iflas etti. Önce bir ağlama krizine tutuldum. Ağlamam kesilince de bir an önce evden çıkmam gerektiğini hissettim. İlk defa evde yalnız kalmaktan, tek başıma olmaktan korktum.

Tepkilerimi kestiremedim ve evden çıktım. Bir arkadaşıma gittim. Sakinleştim. Eve dönerken annem aradı ve, "feriköy'deki emekliler evine çay içmeye gidiyorum, merak etme." dedi. İki dakika sonra kendimi annemin evinde buldum. Evde ne aradım? Bİlmiyorum. Geçmiş zamanlarda annem hastaneye yattığında sağa sola, esnafa ya da arkadaşlarına küçük borçlar yaptığını öğrenirdim. Nerede ve kimde olduğunu bir türlü bulamadığımız, annemin ise hiç hatırlamadığı elektrik süpürgesi, ütü ya da düdüklü tencere taksitlerini ödemişliğim, her hafta eline makul miktarda para verdiğim halde çay bahçesinin garsonu tarafından utana sıkıla yoldan çevrilmişliğim vardır. Söylediği yalanların tuhaflığından, ihtiyaç içinde olduğunu ima ettiği anda yanımızda yöremizdeki insanların doğrudan vazifelerime yönelen bakışlarının karanlığından rahatsız olmaktan vazgeçeli çok oldu. Annemin hastalığının islâh edilemezliğini açıklanamaz bulanların inceden suçlayıcı ses tonlarını çoktandır duymuyorum. Bu gece sade ve sadece (kulakların çınlasın!) borç olarak istediği parayı acaba ne için kullanacaktı sorusunun cevabını düşünüyorum. Bu sefer oldukça yüklü miktarda paraların peşine düşmüş olmasının umarım sağlam bir gerekçesi yoktur diye umut ediyorum. Umut ediyorum ama, iki saattir de mide ağrısından kıvranıyorum. Bu ağrının, götüme girmesi muhtemel sağlam bir kazığın habercisi olmamasına da gönülden duacıyım.

İkimizden birinin bu amansız gidişi durdurması gerekiyor...




••
Yevgenizamyatin, BüyükAda -31 Mart 2008

.