Cuma, Mart 15, 2013

...


Oğlunu gördüm Mehmet. Dün gece. Durgun adımlarla sızdı içime, anlaşılmaz bütün gidişlerinin hüznünü kutsamak için hesapsızca boca ettiğimiz hatıraları, erken büyümüş bakışlarıyla süzdü.

Oğlunu gördüm Mehmet. Beşiğinde ağlatmaya kıyamadığın oğlunu gördüm. 16 yıl sonra.. Yanağımdan öptü. Anasının ve babasının eski dostunu inceltilmiş acısıyla selamladı. Sana benziyor, evet. Kalıbı senden, etrafa yaydığı huzuru gün gözlü anasından almış.

Çaba ve telaşlara teslim ettiğimiz dostluğumuzu gördüm dün gece Mehmet.. Hiç ara vermemiş gibi aynı yerden, hemen başlayabilmek affettirir mi, eksikli yılları? Sen karar ver.

Çünkü ben, yüzsüz bir tevekküle sığınmayacağım. Hep dediğin gibi, yine, her yaptığımın arkasında duracağım. İhmal ettim demeyeceğim. Keşke, demeyeceğim.

Ardından göz yaşı dökerek günah çıkarmayacağım. Birkaç kırık telefon konuşmasına, üç-beş facebook mesajına fit olmuşuz, birbirimizin nefes alıyor olduğunu bilmekle yetinmişiz diye kalbimi bin yerinden daha kırıp, canımı acıtmayacağım.

Oğlunu gördüm Mehmet..
Seni gördüm.. Acılarını dinledim.
Bizi gördüm.. Dersimi aldım..
Sana söz ulan, ömrüm oldukça onları bir daha terk etmeyeceğim.

Çarşamba, Mart 13, 2013

Film Festivali Başlıyor..



32. İstanbul Film Festivali, 30 Mart- 14 Nisan tarihleri arasında düzenlenecek. Yağmurlu havalar bekliyor festival takipçilerini.. Nisan yağmurları.. Lale Kart sağ'olsun, biletlerimi bugün aldım. Aklımda kalan filmler oldu çünkü işler güçler sebebiyle bu sene 5 tam gün kaybım var. Liste yayınlamayı sevmiyorum. Öneri yapmayı da.. Bilet almadan önce başka listelere bakmayı da sevmiyorum ama biletlerimi aldıktan sonra sevdiğim insanların yayınladığı listelere bakıp ortak film arama heyecanını seviyorum..

Aslında tadım çok kaçık. Zihnimi zor oyalıyorum dünden beri.. Neşeleniyor gibiyim göğsüm daralıyor ya da düşünüyor gibiyim yine aynı şey. Ne yapsam aynı darlık. Kabımda bir ayarsızlık.. Çok kayıp verdim şu yaşıma kadar.. Alıştım sanıyordum. Doğal karşılıyordum en ani gidişleri bile.. Fakat bu sefer olmadı.. Mehmet'in ölümü gafil avlandı. Cümle kuramıyorum. Hissettiklerimi derleyip toplayıp kelimelere dökemiyorum. Yazamıyorum. Susamıyorum.. Ağlayamıyorum.. Bilmiyorum.

Öyle yani..


.

Salı, Mart 12, 2013

Güle güle Mehmet..



Hayat bazan gafil avlıyor..
Huzur içinde uyu..

Pazar, Mart 03, 2013

Bakma bana öyle..



Hür zamanlar değildi. Annem elimden tutar, göz yaşlarıma kör bakar ve Kadir İnanır filmlerine götürürdü. Haftalarca vizyondan inmeyen filmleri kim bilir kaç yüz kez izlerdik. Her seferinde annemin gözleri kan çanağı olur, filmin artık ezbere bildiği sonuna ölesiye ağlardı. Sinema benim için her durumda göz yaşı kaynağı demekti. Giderken ben, dönerken annem ağlardı. Sıkıntı kaynağı bu perde ziyaretleri yüzünden sinemadan nefret etmediysem sebebi Frigo'dur. Hastalıklı büyüyen, havadan nem kapan bir çocuk için annemin Kadir İnanır destekli sinemasal hezeyanları bulunmaz nimetti. Yan koltuğunda mızırdanmadan oturmamı sağlamak için saatler sonra şişecek bademciklerimi, yükselecek ateşimi bilmezden gelir, sinemanın sıkıcı karanlığını Frigo'ya boğardı. Sus pus olur, her sahnesini ezberlediğim filmi izlerdim.

Babam, sinemaya gitmeyi pek sevmezdi. O evimizin müzik sever tayfasındandı, ille de Orhan Gencebay hastasıydı. Elbette ben de.. Ne anlıyorsam? Babamın odasında asılı üç poster hatırlıyorum. Yılmaz Güney, Orhan Gencebay ve Oya Aydoğan. Bir de yatağının başucundan ayırmadığı, adına imzalı Nebahat Çehre fotoğrafı.. Annem yaptığı işin doğasına ters düşer şekilde türkülere hayrandı. Bir de Müslüm Gürses'e.. Annem ve babam kişisel çatışmalarına sebep bulmakta zorlanınca, gerekçeleri tükendikçe bu iki adama duydukları hayranlık üzerinden kavga geliştirirlerdi. Diğeri gibi sonu kanlı bitmeyen bu kavgaları severdim. Duvardaki posterler, baş ucundaki siyah- beyaz fotoğraf ve esrar sakladığı ejderha desenli tabakası gibi Orhan Gencebay'ın plakları da evin kayıtlı mücevherleriydi ve dokunmamın cezası çok ağırdı. Esrarlı sigarasını sardımı, başlardı mutfaktan evin diğer odalarına doğru Orhan Gencebay şarkıları yayılmaya:
Bir gün içki dolu vücudum musalla taşına konursa
Sen söyle Meyhaneci onu nasıl sevdiğimi..

Annem, plaklar ve kasetler yerine canlı dinlemenin meftunuydu. Mesleki deformasyon olsa gerek. O zamanlar muteber gazinoların neonlarında adına yer bulamayan Müslüm Gürses, Maçka'da mukim 'Scotch' namlı bir gece kulübü bozmasında sahne alırdı. Mekanın mavi pöti kare örtülerle kaplı kare masalarını, basamaklarla oluşturulmuş kota farkından kazanılmış localarını ve derme çatma sahnesini hâlâ hatırlıyorum. Annem, İstanbul'daki her tür gazinonun ve dahi batakhanelerin bile saygı ile karşıladığı, tıklım tıkış mekanlarda kolayca masa bulabilen, saygı duyulan delikanlı bi ablamızdı, şimdilerde kuyruğunu kıstıran ihtiyarlık melaneti sebebiyle feri sönmüş gözlerine aldanmayın.  Annemin yancısı olarak mecburen dahil olduğum bu gazino gezmelerinin baş rolündeydi Müslüm Gürses. Sessizce dinlerdi annem, mikrofon başında aksak ritimle savrulan, ruhunu zerre zerre söylediği şarkının nağmesine heba ettiği için bu salınımları sebebiyle "sarhoş" damgası yiyen, kıvırcık saçlı, sadece bana değil herkese çirkin gelen ama, anneme sorarsan okurken devleşen, kara kuru bu adamı. Dinledikçe dertlenir, çok dertlenince de Pancaldi ipek gömleğinin kollarına bir kıvrık daha atardı. Her kadının gardrobunda en az bir ipek gömlek olduğu zamanlardı..

Uzun zaman sahne alırdı Müslüm Gürses. Bir mekana girdi mi, mort sezonda bile çalışırdı. Her seferinde sıkıntıdan patlayacak gibi olur, sonradan kalbimizde yer edinecek olan bu kıvırcık saçlı ağabeyi dinlerken, bitse de gitsek diye, Behiye Hanım'ın hediye ettiği kol saatimden gözümü alamazdım. Allah için saatim de çok güzeldi. Behiye Hanım, bir gün aniden, hep yaptığı gibi saati öğrendim mi diye sormuş, sonra da kolundaki Bordo Yılan Derisi kayışıyla kendi küçük lakin müthiş havalı saati çıkarıp, minik bileğime takmıştı. Akşamına da babam eve saatin kutusu gelmişti. Babam bu hediyeyi yersiz bulmuştu. Yoksa sen mi istedin diye uzunca sorguya çekilmiştim, nasıl unutayım.. Saatin kayışları da, kadranı da değişebiliyordu. Camgöbeği, kadife, uzunca bir kutunun içinde çeşit çeşit şekilli kadranlar ve rengarenk kayışlar vardı. Bilir misiniz?

Kolumdaki emsalsiz saat sayesinde mahallede yaşıtım olmayanlar arasında bile fena halde kıdem kazanmıştım ve hayal ettiğim meslekler arasında şarkıcı olmak yoktu. Şarkıcılık o zamanlar en fazla geceleri uykudan önce kurduğum hayallere dahil olabilen küçük bir detaydı. Bazı geceler izbe bir pavyonda şarkıcı olduğumu düşünür. Uzun yıllardır görmediğim ve delicesine aşık olduğum adamın da (çoğunlukla Ahmet Özhan) o gece tesadüfen pavyona geldiğini görür, dona kalırdım. Şarkıyı güç bela tamamlar, hıçkırıklarımı kalbime gömerek de sahneden kaçardım. O kadar. Dedim ya, şarkıcı olmakta gözüm yoktu. Galiba bu daha çok oyuncu olma düşüydü. Neyse..

Babamın hatırına Orhan Gencebay'ı severdim ama Allah da biliyor sizden niye gizleyeyim, o zamanlar Nesrin Topkapı gibi karizmatik ve havalı bir dansöz olmayı hayal ediyordum. Kadın, uzun yıllar Londra'da yaşamış, havalı okullarda okumuştu. Ana dili gibi ingilizce biliyordu, çok güzel kitaplar okuyordu. Bir de ananemin dediğine göre Babuş'tan bile iyi baston çeviriyordu. Öyleyse dansöz olacaktım. İtiraza gerek yok! Müslüm Gürses'i işte o dansöz olmayı planlayan kızın kafası karışık zamanlarından bölük pörçük hatırlıyorum. Onu sevemiyordum çünkü Büyük Gazinoların dev ve süslü sahnelerinde, rengarenk ışıklar altında parıldayan şık kostümler içinde ağır aksak salınan havalı şarkıcılara hayran olmayı öğreniyor ve dansöz olmayı düşlüyordum. Beş şarkıda bir değişen kostümleriyle şen şakrak meşk eden güzel kadınları ve yakışıklı adamları izlemek varken bu kara kuru adamı ve aynı sıkıcı açık mavi kostümle başlayıp bitirdiği uzun sahne performanslarını hangi çocuk sevebilirdi ki? Üstelik hayranları konserlerde vücutlarına jilet atıyordu. Annem de kollarını kesiyordu. Müslüm Gürses'ten öğreniyor olmalıydı..

90'ların başında Pop patladı, ortasında da Müslüm Baba. Compact Disc denen teknolojik meret yaygınlaştıkça, ayda iki-üç kaset yapan, sayısız konserler veren kısacası imparatorluk kurmanın değil ekmeğinin peşine düşen Müslüm Gürses dikkat çekmeye başladı. Rivayet edilir ki kimi sosyologlar, 2000'li yılların kehanetini Müslüm Baba Fenomeni ile açıklarlarmış. Bilimsel bir makaleye rastlamamış olmam şüphesiz ki benim cehaletimdir. Ancak Baba'ya dair hatırladığım satırlar hep, -rahmet istedi- Haldun Simavi icadı, Rahmi Turan pekiştirmeli Bulvar Gazeteleri'nde basılırdı. Magazinci Abilerimiz pek severdi o yıllarda Müslüm Gürses konserlerinde kendini kesen hayran kitlesini manşet etmeyi ve durmaksızın Ferdi Tayfur ile arasında rekabet kesp'etmeyi. O kanlı hayran fotoğraflarının az ekmeğini yemediler. Kişisel fikrimi sorarsanız da -darılmaca yok ama- Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay karşısında kaybettiği maçın rövanşını Müslüm Baba'dan da almayı beceremedi ama konumuz bu değil.

Özetle; genç bir kadın olana kadar da Müslüm Baba'yı pek sevemedim. Galiba emsalsiz vokalinin sırrına erdiğimde 25 yaşındaydım. Aşıktım. O da çoktan beridir Muhterem Nur'a meftundu. Magazin köşelerinde 'Dalgalı' diye tarif edilen hayatı pek durulmuştu. İlk nasıl fark ettim hatırlamıyorum ama artık Müslüm Gürses dinleyebiliyordum. Annemin dinlediği kasetlerden aşina olduğum sesi artık sıkıcı gelmiyordu. Müslüm Baba'ya hayretle karışık bir hayranlık besliyordum. Adam şarkıya giriyor ve makamlar arasında notaları öylesine eze hükmede geziniyordu ki, "Ahan da detone olacak!" dediğin yerden inanılmaz bir güçle çıkıyordu. Notalar Kaplan, Müslüm Baba onların mahcup terbiyecisiydi. Ancak Müslüm Baba hâlâ İstanbul Sosyetesi ve fikir önderlerinin ilgi odağı olamamıştı zira onlar, İbrahim Tatlıses'i keşf'etmekle meşguldüler. 2000'li yıllarda ise Müslüm Gürses emsallerine dudak uçuklatacak büyük bir atak yaptı, imajına format attı ve müzikal yeteneğini kitlelere kanıtladı. Hepimizin gözünde artık rüştünü ispat etmiş, kıymeti bilinmeye başlamıştı. Bu yaygınlık hali güzide memleketimizin rafine zevklere sahip kanaat önderlerince taammüden planlanmış bir atak gibi görünse de Müslüm Baba sadece ve sadece kalbini çalan şarkılara ses verdi. Bilen bilir..


Lafı bu kadar uzattın, nereye bağlayacaksın diyeceksen cevap vereyim: Bağlamayacağım lafı. Varsın dağınık kalsın. Müslüm Gürses hepimizin kalbimizde edindiği 'Ebediyet Locası'nda huzur içinde, yan gelip yatsın. Sesinin, güçlü ve içli yorumunun genç kalabalıklara mâl edilmesinde emeği olan herkesin de ömrü uzun olsun. İçimden geldi ama, Müslüm Gürses başlıklı acılı bir taziye ya da veda yazısı yazmaya elim varmadı. Ben de lafı hatıralarda dolandırıp, 'Aşk'a getireyim, geçtiğimiz günlerde Necla Bayraktar'ın Sabah Gazetesi'nin Hafta Sonu Eki için kaleme aldığı tadı dimağımızdan gitmeyen Muhterem Nur röportajını da yeniden hatırlatarak yazıyı bitireyim istedim.

Öyle yani..


Necla Bayraktar'ın yazısı için tıklayınız..