Pazartesi, Haziran 23, 2008

Hatırlamalı: Sir Georg Solti


1997 yılında kaybettiğimiz Georg Solti yönetiminde, Roma Opera House orkestrası ve korosu eşliğinde Prince, Vickers, Gorr, Merril ve Tozzi'nin seslendirdiği versiyonuyla Aida, Grammy ödülü kazanmıştı.

Mısır Hıdivi İsmail Paşa'nın da içi titremiş midir acaba Aïda'da Radames'in "La Fatal Patria"sını ilk duyduğunda, o gün, Süveyş Kanalı kıyısında?

Cumartesi, Haziran 21, 2008

Slaven Bilic




- Oha!!! Kim bu ??
- Hırvatların teknik direktörü işte..Slaven Bilic
- Diyosuun.. Az öteye git bakiim..
- Maçı seyretmeye mi karar verdin?
- Yoo.. Bakıyorum öylesine..

Cuma, Haziran 20, 2008

Gökhan Özgün


Taraf Gazetesi'ne transfer oldu, Radikal Gazetesi'nde başlayan köşe başı serüveni. Taraf'ta yazmaya başladığında eskiye oranla daha yüzeysel olduğu eleştirilerine yazarın bir cevabı olur mu bilemem ama, benim bir cevabım var elbette. Diyorum ki, şimdilik yüzeydedir, doğru. Nefes almak için çıkmıştır. Yakında, derin bir iç çekişle dalıverir, etrafında kim var kim yoksa onları da çekiştirerek, eskisinden de derine.. Dilerim, bu memlekette doğup, büyüyen ve bu memlekete "hayır"lı evlat olmak isteyen, nesli tükenmeye yüz tutmuş bir avuç insan için yazmaya devam eder.

"Vicdanı zaaflarının gerisine düşmüş insan, en tehlikeli insandır. Bu insan yalnızca karşısındakine yalan söylemez. Kendine de yalan söyler. Sosyopatlığa giden yolun tam ortasıdır bu. Çünkü zaafları öyle bir noktaya varmıştır ki, yeni bir vicdan icat etmesi gerekir. Eski vicdanı bu zaafları artık taşıyamıyordur. Hakikati itiraf etmeyi geciktirdikçe geciktirir. hakikati çarpıttıkça çarpıtır. Çözdükçe dolanır."
Alıntı: Gökhan Özgün
Mürekkep, Taraf Gazetesi
20.06.2008



Gökhan Özgün Yazıları
Blog açıp, arşiv oluşturan Ekşi Sözlük yazarı fever'a sevgilerimizle..

Çarşamba, Haziran 18, 2008

Kurtuluşa Kadar Savaş!


Çok çocukluğumuzda içimi ferahlatan, korkumu dindiren bir duvar yazısıdır. Talimhane’deki uzun ve yüksek binanın duvarında bu yazıyı gördüğümde, rahatlamış, Tepebaşı'nda oturduğumuz için şükr'etmiştim. Çünkü savaş "Kurtuluş"a kadardı ve orası bizim eve çok uzaktı.






Not: Ayıptır söylemesi, 2004 yılında ilk olarak Ekşi Sözlük'e yazdığım bu anekdotu araklayan, sahiplenip kullanan, evire çevire yorumlayan bol oldu. Helâli hoş olsun o ayrı..


•• Vedat Ozan

Salı, Haziran 17, 2008

Unutmamalı: Güle Güle...


Otomotiv Endüstrisi Tanıtım Komitesi demekmiş OETK'nın açık anlamı. Bilmiyordum. Dün gece öğrendim. Otomotiv endüstrisi, çapını ve hacmini halkına anlatmaya, halkıyla iletişmeye çabalamamış meğerse, bugüne kadar. Oysa tek tek iletişimi de, reklamı da iyi bilen markalar hepsi de.

Sonra birgün, Uludağ İhracatçılar Birliği'nin öncülüğünde derlenip toplanıp, işte, bu komiteyi kurmuşlar. Kendilerine de başkan olarak Erkut Özerman'ı seçmişler. İlk faaliyetleri, birkaç güne kadar televizyonlarda gösterime girecek olan, Ezel Akay'ın çektiği bir reklam filmi üretmek olmuş. İzledim filmi. Sizler de izlemeye başlayacaksınız yakında. Filmin peşinden de
endüstri üyelerini ödüllendirmek için bir formül düşünmüşler. 2007 yılında Otomotiv Endüstrisi Ana Sanayi ve Yan Sanayi diye iki dalda en yüksek ihracatı yapan ilk üç firmayı belirleyip, ödüllendirme kararı vermişler. Sektörün ilk üçüne, ödülleri diğer sektörlerin liderleri verdi bu gece. Misal, Ahmet Nazif Zorlu gibi. İyi fikir.. Ve bir de "Onur Ödülü" verildi. Onur Ödülü, müteveffa Bernar Nahum'a verildi ve ödülü oğlu Jan Nahum aldı Kürşat Tüzmen'in elinden. Ana Sanayi Dalında Birincilik Ödülünü, 2007 yılında 3.413.337.655 milyar dolarlık ihracatı ile Ford Otosan, Yan Sanayi Dalında Birincilik Ödülü'nü ise Bosch aldı. Gerçekleşen ihracat miktarı, 932.551.236 milyon dolar. Tören Swissotel'de yapıldı. Fatih Erkoç- Demet Tuncer- Hakan Aysev üçlüsü sahne aldı.

O değil de...
Orkestrası çok hüzünlüydü gecenin...
Çünkü Sahir Ünal'ı defnedip gelmişlerdi bu geceye...
Sevenlerinin başı sağ'olsun..
İçimden gelmedi Sahir'in gidişini ayrıca yazmak.
Üstüne çok laf etmek.. Böyle yani..

Pazartesi, Haziran 16, 2008

Kate Moss Beni Taciz Etti!


Promosyon treni için garantili ekran biletidir bu cümle aslında. Nasıl mı, şöyle. Önce piyasa koklanır, bakılır ki, "Hepsi" denilen kız grubu pastadan tek başına pay alıyor. Onlara bir ortak aranır. Sonra dans edebilen, eli ayağı düzgün, seksiden hallice, idare edecek kadar şarkı söyleyebilen, tercihen enstrüman çalabilen üç kız biraraya getirilir ve bir müzik grubu kurulur. Adı da MP3 konulur. Neden MP3? "Korsan"a tavır olarak. Tam olarak tavır nerede ben anlamadım. Anlayan olursa anlatsın hepimiz anlayalım. Neyse. Sonra uygun ortam beklenir. Akıllı yapımcı/ menajer beklemez, araştırır. Birden ampul yanar! Devlet Kuşu ayağına gelmiştir. W Dergisi'nin çekimleri için ülkemize gelen Kate Moss, Beyoğlu'nda gece klübünde çılgınlar gibi eğleniyordur. Hemen kızlar aynı ortama ya da yakınına getirilir. Ve olaylar gelişir. Gece klübü çıkışında kızlardan biri -Bizim masalımızda elma, grup üyelerinden Burcu Canbaş'ın (sarışın olan) başına patlamıştır.- basın mensuplarına açıklama yapar:
Kate Moss Beni Taciz Etti!
Sonra? Sonra grup kızlarımız kendilerini olay sabahı hemencecik Kanal D ekranlarında, Seda Sayan'ın kucağında buluverirler. Sabahların Sultanı Programı'nın yapımcısı da eski magazincidir hattı zatında, malzemeden anlar.
Sonuç? Yine hüsran olacaktır çünkü bu gruptan bi cacık olmaz!

Pazar, Haziran 15, 2008

Susma!


Benim çocukluğumun hiç kıyıları, ormanları olmadı. Hep asfalttı, gürültülü pencereleri vardı. Pencere önü çiçeğiydim en fazla. Hiç ufuk çizgisinde yetişmeye çalışmadım uçurtmalara. Ama ağaçlarım vardı. Betondan fışkırmalarına şaşırırdım. “Asfaltın altı da toprak..” derdi, babam. Anlayamazdım. Güve delikleri içinde eskimiş fanilalara benzetirdim. En fazla inciri bilirim. Kıyı köşe sıkışmış, uğursuz saydığımız için görmezden gelinmiş o iri yapraklı ağacın ham meyvasının sütünden “ben” yapmaya çalışırdım. Elimin üzerinde bir ak damla, kaç gün sustalı kesildim güneşin altında.

Benim çocukluğumda hep kar yağardı. Hiç yağmur hatırlamıyorum. Hiç üşümezdim. Öyle zamanlarda babam alıp götürürdü beni arabayla. Sokakta çocuklar oynardı, biz üzerinde hiç ayak izi olmayan yerler bulmaya giderdik. Hiç gevelemeden söylemişim ilk cümlemi. Hiç emeklemeden ayağa kalkmışım. Dizlerimde hiç yara yok. Hiç düşmedim. Hiç çocuk şarkısı bilmem, kimseyle söylemedim. Kolumda aşı izim yok. Hiçbir çocuk hastalığını geçirmedim. Bebeklerim olmadı. Evcilik oynamadım. Siyah- beyaz resimlerin arkalarındaki tahtakurusu izleri de olmasa, kendi kendime söyleyip, kendimi uyuttuğum masalları anımsamasam arasıra, hiç cocuk olmadım diyebilirdim rahatlıkla.

Şimdi hep yağmur yağıyor. Yağmur sessizce büyüyen bir nehir gibi akıyor kapımın önünden. Gözlerim hızla gidip gelen iki cam sileceği gibi. Kapımın önünden geçen seslere bakıyorum. Seyrini bilmediğim şarkılara, karşı kıyıda duran çocukluğuma bakıyorum. Benim uyuduğum yerlerde kimseler uyanmıyor artık.

İncir ağacı konuşsana!



•• Dilek Gezer/ San dal ye ler 2008

Babalar Günü


Kutlanası bir gün diye rivayet olunur. Oysa ben kutlamıyorum. Hiç... Bizim zamanımızda yoktu böyle babalar, danalar, otlar boklar günleri. Hergün bizimdi. Onlar hep babamızdı. Bir adamı sırf bu nedenle kutlamak anlamsızdı. Gülerler, tefe koyarlardı. Kutlamadık. Şimdi, o ağaçlıklı, gürültülü yoldan geçip, onlarca kokuşmuş çiçek demetine sıkı sıkı yapışmış oğlan çocuklarının bağırış çağırışı, imam kılıklı adamların inildeyişleri, tenekede su taşıyan genç kadınların göz süzüşleri, onca mermer, benzer, soğuk taş ve toprağın arasından geçip, dikili taşlardan birinin önünde durup, bir türlü önüne geçemediğim, sökemediğim, atamadığım, kurtulamadığım o inatçı yaban otunun bittiği toprak parçasınını ziyaret edemediğim gibi.




••• 18.06.2005 günü Ekşi Sözlük'te yayınlanmıştır.
•• 1956

İzlenmeli..



Taze bir koku var oralardan... Kamboçya, Tayland civarından.. Genzinizi yakabilir.. Yine de derin nefes alın..

Hikayesini dinlediğim tanıklığı için evvel izniyle, hep birlikte:
Buyrun!



•• Yevgenizamyatin, Haziran 2008

Cuma, Haziran 13, 2008

Unutmamalı: Muz


Sofra adabına uygun olarak yenmesi zor meyvalardan biridir. Ziyafet sofrasındaysanız muzu zinhar elinizle soymayınız. Dişlerinizle kopartmayınız. Önce her iki ucunu bıçakla kesiniz. Uzunlamasına doğru yalnızca kabuğunu bıçağınızla kesip, çatalınızın da yardımıyla kabuğunu aralayıp içine ulaşınız. Kabuğu sıyırıp, tamamen çıkarıp bir kenara koymaya kalkışmayınız. Daha sonra yine çatal ve bıçak yardımıyla küçük parçalar keserek afiyetle yiyiniz.

Perşembe, Haziran 12, 2008

Yılanların Öcü


Konu yeni değildi: Kara Bayram, anası Irazca, karısı Hatça ve çocuklarıyla birlikte, ağaya karşı hak arama mücadelesinde... Metin Erksan'a en iyi yönetmen, Aliye Rona'ya en iyi kadın oyuncu ödülünü getirdi. Bilindiği gibi, Metin Erksan'ın "Aşık Veysel'in Hayatı" adlı filmi sansür kurulu tarafından yasaklanan ilk türk filmiydi. Sansüre karşı ilk direniş örneği ise, "Yılanların Öcü" sansür kurulunca reddedilince gündeme geldi. Sinemacılar, Prodüktörler Cemiyeti önünde toplanarak Taksim'e yürümek istedi, ancak polis müdahale etti. Ortak bildiri hazırlandı. Filmin gösterimine, dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel filmi Çankaya Köşkü'nde izledikten sonra izin verildi. Tek bir karesi bile kesilmedi.Takvimler 1962 yılını işaret ediyordu.

Uyanmak



Uyanmak güzeldir, hem de ne güzel. Bir liman kentinde uyanmak, mavnaların homurtusuna, denizcilerin şarkısına, gemi düdüklerine uyanmak. Balıkçıların peşindeki martı çığlıklarına uyanmak. Doklardan gelen vurmalı çalgı gürültüsüne, inen ya da binen yükün taşıyıcılarının sesine uyanmak. Ne güzeldir uyanmak, herhangi bir sabaha... Bütün uykulardan keyifle uyanmak, ne güzeldir.



•• rd, Ömerli 1998

Pazartesi, Haziran 09, 2008

Hatırlamalı: Antony Franciosa


1928 yılında New York'da doğdu. Tv filmlerinde ve Broadway oyunlarında küçük roller alan yetenekli ve yakışıklı oyuncu ilk ve son büyük çıkışını "A Hatful Rain" filmindeki rolüyle yaptı. Broadway sahnesinde Ben Gazzara'nın canlandırdığı ödüllü rol, Zinnermann hikayeyi beyaz perdeye aktarmaya karar verince ona verildi. Bu rol sayesinde 1958 yılında düzenlenen Venedik Film Festivali'nde "En iyi aktör" dalında ödül aldı. Aynı yıl Oscar da kazandı. Bu (Bana göre erken gelen) ödül sayesinde önemli yönetmenlerle ve oyuncularla çalışma şansı kazandı.
Misal, Elia Kazan'ın yönettiği "A Face in The Crowd", George Cukor'un unutulmaz filmi "Wild is The Wind", Henry Koster'in sinemaya aktardığı "The Naked Maja", William Faulkner'den Irvin Ravetch'in adapte ettiği ve Martin Ritt'in yönettiği "The Long Hot Summer"- ki Paul Newman bu filmdeki rolüyle Cannes Film Festivali'nde en iyi aktör ödülünü kazandı- , Dean Martin ve Shirley Maclaine'le birlikte oynadığı 1959 yapımı Joseph Anthony filmi olan "Career" ve Clifford Odets'in yazıp yönettiği "The Story On Page One" gibi. Anthony Franciosa, ortalama izleyicinin bile iyi hatırlayacağı bir sinema yüzüdür. 19 ocak 2006 yılında vefat etti.

Pazar, Haziran 08, 2008

Serçe


Istanbul'un alaca aydınlığını bölen dolu seslerine uyandım bu sabah. Gök biryerlerde gürleyip, çakıyordu ama sesi ulaşmıyordu sahile. Birbirinden ayrılmak istemeyen, ayrı düşmemek için kenetlenen sevgililer gibiydi göğün gözyaşları bu sabah. Sessizce izledim. Sonra onlar da sustu. Gün ışıdı. Yağmurun sisi dindi. Griliği geri çekildi. O zaman gördüm. öylece yatıyordu su birikintisinin içinde. Kıpırtısız. Kıyıda küçük bir serçe ölüsüyle karşılaşmayı beklemiyordum bu sabah. Bakamadım. Elimi süremedim. Perdeyi kapattım. Hiç düşünmemiştim. Dolu yağarken sadece sokak köpeklerini ve kedileri merak etmiştim. Serçeleri aklıma bile getirmemiştim.

Oysa anneme sorarsan, geçen gün ortalığı suya boğan yağmurdan sonra bir sürü ölü serçe saçılmıştı sağa sola ve gazetede bile okumamış olmama şaşırırdı dolu sebebiyle ölen martı yavrularını... Unuttuğum serçeleri düşünüyorum şimdi. Akşamı getiren sesleri dinliyorum, yeniden. Ve çocukluğumun penceresine konup bana gizlice göz kırpan bir çift minik serçeyi...

Kıyı



Mum ışığının aydınlatabildiği kadar bir alan görebildim anca, ötesini sormayın bana, çok karanlıktı ve çok uzaktan kulağıma sızan bir şarkının sözleriydi.

"Ya sen gel ya da bana ecelim gelsin.."

Nakledeyim: Bir Mecnuna vurulmuş Leyla, Mecnun da Leyla'ya. Mecnun uzak memleketlerde yaşarmış, alışkınmış dağların etekleriyle barışmaya. Çağırmış Leyla'yı da yanına. Leyla bu, aşk başını döndürmüş de, toplayıp eteklerini tez vakit ulaşmış sevdiğine. Gel zaman git zaman, kader gelip onları da bulmuş. Her aşk gibi, bu aşk da son bulmuş. Sormayın gerisini. Bir sayıklama anına tanıktım. İşin içinden ben de çıkamadım. Ancak bir yanan vardı kıyıda, belki de iki. Seçemedim, yanan mı, yakan mı, hangisiydi Leyla? Yanan mum muydu, alevi miydi yoksa?

"Ya sen gel ya da bana ecelim gelsin.."

Ne güzel Dünya! Yay kendini ortalığa, sonra bekle herşey ayağına gelsin. O gelsin, bu gelsin, olmadı ecel gelsin.

Keşke ay çıksa bu akşam, herşeyi ona anlatsam...

Dünya Çiçek Günü


Bugün büyük bir kortej vardı caddelerinde Nişantaşı'nın. Şişli Belediyesi amblemli arabalar "Dünyaya bir daha gelsem sevgilim" şarkısı eşliğinde geziniyorlardı. Çiçekten arabalar, arabaların üzerinde çiçekten yapılmış iri mantarlar ve bilimum abuk butaforlar, arabaların önünde başında çiçekten taçlar bulunan orta yaşlı kızlar filan. Ben, şarkıyı da duyunca Mustafa Sarıgül boşanmasını kutluyor sandım. Bir arkadaşım uyardı, " Yok Dünya Çiçek Günü bugün" dedi. Muhtelemen uydurdu, diye düşündüm. Uydurmuş. Meğerse "Nişantaşım Yaz Festivali"nin öncü kortejiymiş bu gördüklerim. 7 -10 Haziran tarihleri arasında düzenlenen festival, Nişantaşımı çiçeklerle donatacakmış filan falan..

Cumartesi, Haziran 07, 2008

Aile Çay Bahçesi


Fişmekan Aile Çay Bahçesi.. Tabelada bu ibareyi gördünüz mü, rahat edebilirsiniz. İçeride it uğursuz olmaz, karına bacına asılan çıkmaz, aksıran tüküren, kusan osuran bulunmaz, gönül rahatlığıyla gel, yenge yayılsın, sen çekirdeğini çıtla, kız oraletini yudumlasın demektir. Garsonlar orta yaşlı, bilindik, yıllardır aynı bahçede tepsi tutan insanlardır. Bahçe sahibinin en az üç çocuğu vardır. Evli olan büyük oğlan kasada durur. Küçük askerdedir. Evlenmeden de bahçeden içeri adımını atamaz. Ortanca olanı, kızdır. O da annesiyle ve yengesiyle birlikte akşamları bahçeye gelir. İğne oyasıyla "Tıngırtı Bezi"nin kenarlarını süs yaparlar, çeyiz için..

Bahçe müşterisi ailelerin bekar olan oğulları da toplaşıp, karşı sitenin duvarının dibinde gazete kağıdına sarılı şişelerden bira içerler ve bahçe müşterisinin bekar olan kızlarını keserler. Kapının az ilerisinde ilk köşede çekirdek satan amcanın tezgahı durur. Tezgahtaki öbekten küçük teneke maşrapayla alır çekirdekleri ve gazete kağıdından el çabukluğuyla yaptığı huniye doldurur. Yıllardır sadece ay çekirdeği satar. Bahçe müşterisinin bekar kızları, illa ki bir ayağı oynak ve üzeri iki renkli kare desenli örtüyle kaplı tahta masanın ortasına dökülüp ortaklaşa yenilen çekirdekler tükenmeye yüz tuttuğunda, gidip yenisini alırlar.

Bu gidişler topluca yapılır. Beğendikleri oğlanlarla fingirdemek için tek fırsatlarıdır. Çekirdekçi Amca herşeyi bilir, kimseye belli etmez. İyi günündeyse aşıklara zaman kazandırır. Bir türlü tartamaz çekirdekleri ya da kıvıramaz gazete kağıdını maharetlice, hep olduğu gibi. Çalınmış zamanlarda yeni hayatlar kurarlar. "Dar vakitler" demiş ya şair, işte en kıymetli aşklar bazan o dar vakitlerde başlar.




••
Vedat Ozan

Cuma, Haziran 06, 2008

Unutmamalı: Ruzgâr


Çin'in, Nepal'deki Hindistan etkisi yerine kendi etkisini sürdürmeye çalışması ve "Mac Mahon Çizgisi"ni yeniden tartışma konusu yaparak, Ladakh ve Kuzeydoğu sınır yönetimi bölgelerinde (Toplam 164bin kilometre kare) hak iddia etmesi 1962 yılında Çin kuvvetlerinin Hint Ovası'na kadar ilerlemesine yol açtı. Nehru'nun ABD, İngiltere ve SSCB'nin yardımlarıyla güçlendirdiği ordusu, 1 Aralık 1962'de Çin birliklerini geri püskürttü. Ne var ki, Pekin hükümeti, bu topraklar üzerinde hak iddia etmekten vazgeçmedi.

Amerika, SSCB, İngiltere, Fransa derken Çin ve Hindistan da katıldı aralarına. Ölümün soğuk mantarlarını savunanlar arasında Çinliler ve Hintliler de yer aldı gururla!.. Benim olmayanı başkasına yar etmem diye düşündüler belki, Hedda Gabler gibi... İnsanoğlunun çoğalma hücrelerini tehlikeye atan, yaşamı kurutan, kavuran nükleer deneme artıklarını rüzgarın insafına bıraktılar.

2008 bitiyor. Olur a, neler değişecek diye meraklananlar varsa, 2009 yılında da ruzgâr, canı nereden isterse oradan esti, esmeye devam edecek. Havada ne varsa taşıyacak oradan oraya.. Yağmur Ormanları'ndan Kuşadası'na, Titicaca Gölü'nden Ağrı Dağı'na...

Perşembe, Haziran 05, 2008

Unutmamalı: Renitelo


İlk etapta, Afrika'nın güney batısındaki o muz ve abanoz ağaçlarıyla kaplı adada, Madagaskar'da telaffuz edildi bu kelime. Adanın az yağış alan kesimlerindeki savanlarda, geniş otlaklar vardı. Otlaklarda da sığırlar... "Renitelo", işte bu otlaklardan çıktı. Üç farklı cins birleştirildi ve yeni bir sığır üretildi: Renitelo. O, yılın melezi, metisiydi. Çabuk unutuldu.

Onun yeri, önce Lulubelle sonra da Dolly tarafından dolduruldu. Dolly'yi de geçenler oldu ama, Renitelo'yla aynı ırktan doğan Lulubelle yıldız doğmuştu. O bir kapak kızıydı. Pink Floyd'un "Atom Heart Mother" albümünün kapağında şaşkın şaşkın bakan inek, üçüncü Lulubelle'di. Ünlü memeli "şap"tan gitti.



•••
Atom Heart Mother

Salı, Haziran 03, 2008

Beş Taş


Dert, tasa, kuruntu, elem köşeleri sever diye keskinlikleri kendiliğinden törpülenmiş, yersiz yurtsuz beş küçük taş, yuvarlaklık pek yakışmıştır onlara. Yakıtını parmak ucundan alan biri yerçekime inat yükselirken, diğerlerini avuçlamaca bu oyunun temeli. Tıpkı, doludan alıp boşa koymak gibi. İşte az farkla avcundan düşürdüğün son taşın kaydettikleri: yoğurtçu çıngırağı, ezan sesi, çok ayıp bir fıkra, sarhoş nağmesi, çocuk gülüşleri ve hıçkırık.


•• rd, Üç Kuş 2000

Hatırlamalı: Kömür Tevzi Depoları


1959 yılında Dünyada çalışan 40 milyon telefon numarası varken, İstanbul'da çalışan telefon sayısı: 61.239 ve en çok aranan numara 01'dir. En çok aranan bu ilk sıfırlı numaraya günde 15 bin kişi tefelon ederek Kömür Tevzi Depoları'nın numarasını ( 47 77 55) sormaktadır. Ve aynı yıl Telefon İşletmeleri'nin son hizmeti devreye girer. 07 Tele Sekreter hizmeti. Gazetelere ilanlar verilir. İş başvurusunda bulunan memureler imtihan edilir. Telefon Müdür Yardımcısı İrfan Süzek ve öğretmen Süreyya Kayır ilk elemeyi geçen memurelerini ikinci bir elemeyle test ederek seslerinin telefonik olup olmadığına karar verir ve işe alırlar. Bu hizmetin aboneye bedeli de pahalıdır: aylığı 60 lira.. Hizmet uzun sürmez.

Mısır Günlüğü

Birinci Gün
14: 13


Kendimden uzaklaşıp kimlere yakın duruyorum, her gece eve gelince soyunup kimi giyiniyorum? Cevapları biliyor muyum? Biliyorum. Eşikten içeri girmesine izin vermediğin dış dünyayı, soyunursun evine gelince. Apartman hayatı yaşıyorsan girer, içeride soyunur, kirli dolabına atarsın üzerindekileri ya da balkona asar, havalandırırsın. Yarın yeniden giymek için. Evet. Yarın yeniden giymek için. Kim kapının önünde bırakıp, içeri girip, kilidi kapatıp, anahtarı yutup, unutabilmiş ki üzerine giydiklerini? En fazla havalandırır, soğutur, dinlendirir sonra her sabah yeniden giyersin. Sonra yeniden soyunmak için. Sonra yeniden giyinmek ve her gece yeniden soyunmak için. Her gece soyunur bir başkasını giyersin. Her gece azalırsın.

Masanın üzerine iki küçük tabak bırakıyorum, sarı peçetelerin yakınına. Saatlerdir tütmediğimi hatırlayıp, bir sigara yakıyorum. Soğudu, diyor. Soğuyor muyum?..

Pazar, Haziran 01, 2008

Mısır Günlüğü

Birinci Gün
13: 53


Yalnızca dağları ve ıssızlığı bilen biriysen denizi seversin en çok ve denizin kalabalığını. Dudaklarımda sigara, elimde denge çubuğu bir türlü düşmediğime ben de şaşarak ilerliyorum zamanın gergin teli üzerinde. Okyanus kıyısında, ağaçlar altında gölgede bir hamak gibi yaşıyorum kırklı yaşlarımı. Kötü alışkanlıklarım var, vicdan avcısı karıncalara kıyasla. Evsizlerin uzun uykularında donduklarının farkına bile varmayan, sert bir kışı yaşar gibiydi parmaklarım, akan suyun altında. Aynada yüzümü izliyorum. Yorgunum, gözümün sağa yanaşmasından belli. Aynaya bakıyorum. Dışardan içeriyi gözlüyorum, içeriden dışarıyı süzüyorum. Martı çığlıkları koparıveriyor düşlerimin geveze tellerini. Martılar.. Onlar ki dünyanın en hafifgilleri, her çığlıkta uyanan düşlerim, kopuk telgraf telleri gibi.

Kimseyle göz göze gelmek istemiyorum. Bu odalar, bu sokak sürekli devinim halinde, kıpır kıpır, coşkun, akıcı. İçim sisler arasında ve ulaşılmaz. Ellerimin serinliğiyle ölçüyorum kaybettiğim zamanı. Usulünce söylenen bir uçuk renkli eski zaman şarkısı gibi kulağıma çalınan seslerden seçerek, adımın harflerini diziyorum önüme. Mucizevi bir uyumla birbirine yapışan harfleri tanıyorum ve ayırıyorum itiş kakış, kişneyerek sırasını bekleyen karman çorman cümlelerin arasından. Ellerimin çoktan unuttuğu sıcaklığın görünmez izlerini sürüyor ayaklarım. Koridoru geçip, renklenen kıyıların yamacına doğru yürüyorum. Aklımın boşluklarına çizim çizim çentikler atan gün ışığı git gide uzaklaşırken, kendi patikamın içinden yürüyüp, kendimden uzaklaşıyorum.