Perşembe, Eylül 27, 2012

Bu pazar Taksim'e gelir misin Abi?




Çocukluk travmalarımın en ağırı ne annemden yediğim öldüresiye dayaklar ne de babamın keyif verici madde bağımlılığıdır. Kontes'in inleye kıvrana, saatlerce can çekişerek ölümünün etkisini üzerinden kırk yıl geçmesine rağmen atlatamadım.

Önce Çatıkkaş'ın sonra bütün Aynalı Çeşme'nin Kontes'iydi o, kara kahve parçalı, çirkin sokak köpeği. Her sabah okul yoluma ana caddeye çıkana kadar eşlik eder, mahalleden zinhar çıkmazdı. Hırsız kovalar, köşedeki hapçı abiler için erketeye yatar, çocuklara yerenlik eder, biraz kafasını okşasan yeter, fazla da bir şey beklemezdi. Serin havalarda bizim apartmanın içinde, sıcak havalarda Kasap Halil Amca'nın dükkanının önürde yatardı. Artıkla beslenmezdi. Halil Amca'ya yeminle kabul ettirilmişti, Kontes'in günlük istikhakı için biçilmiş sembolik bedel. Babamı kırmak istemediği için kabul ettiği parayla da hepimize gazoz, gofret ısmarlardı Halil Amca, nur içinde yatsın.

Kontes'i Belediye zehirledi. Sabahçıydım. Okula gidiyordum. Uğur gözümü kapadı, Gonk Sineması'nın kapısına yatmış kıvranan halini görmeyeyim diye. Gördüm. Görmesem de yokluğunu fark ederdim, peşime düşmediği tek bir gün olmamıştı ki..

O zamanlar İstanbul veteriner kaynamıyor. Tutup götürecek yerimiz yok. Mahallenin kadınları sarmısaklı yoğurt yedirdiler Rahmet istedi Halil Amca, bismillah çekip, sağ elini boğazına kadar sokup kusturdu, fayda etmedi. Kıvrana kıvrana öldü Kontes. Ağlıyordu, yemin ederim. Gözlerinin son bakışı şu an bile gözümün önünde.. Kurtaramadık. Öğle vaktine kadar can çekişerek öldü. Cenaze töreni düzenledik desem yeridir. Şimdilerde yerinde Otel olan boş araziye gömdük Kontes'i. Aylar sürdü yokluğuna alışmak. Ölümünü unutmaya yıllar yetmedi.

Sokakta kedi köpek olmaz. Olmamalı. Hayvan sahibi olmak için gerekli şartlar tesis ve garanti edilmeden hevesle hayvan edinilmemeli. Göt kadar evin içinde onlarca kedi köpek besleyenlere izin verilmemeli. Kendine bakmaktan aciz, sorumsuz ama hevesli insanların dev gibi köpekleri yok metrekareler içine esir etmesine izin verilmemeli. Balkona, küçük odaya, tuvalete kitleyip hayvan beslediğini zannedenler ıslah olmalı.

Devlet bu düzenlemeyi yapmalı. Ama bu düzenlemenin bedelini yine günahsız hayvanlar canlarıyla ödememeli. O yüzden pazar günü Taksim'e gideceğim. Yoksa sokakta hayvan olmaz, artık olmaz. Olmamalı..

Cuma, Eylül 21, 2012

Haydut..

On santimlik kemik parçasıyla birlikte kalbinde kalan son merhamet kırıntıları da tuzla buz olmuştu. Doğuştan masum, şimdinin yalnız, kızgın ve kalpsiz haydutu Veli'nin, o talihsiz kazada, son model Murat 124'ün arka koltuğunda kaval kemiğinin yarısını bırakarak kazandığı 'Aksak', adının peşine takılan ilk lakab değildi. Haydut evet. Veli, kim bilir kaç yıldır babasının ağzından adı yerine bu kelimeyi duyuyordu. Sahi hangi gündü o? İlk ne zaman yapışmıştı bu beş benzemezli sıfat adının peşine? Annesinin küçük mavi bir bavulda yatak altlarında sakladığı Maria'nın altınlarını alıp, oyun olsun diye, sırf kumbara deliğine benzettigi için hem de, tek tek alaturka tuvalete attığı gün mü? Katina Teyze'nin yanan tavadan bile balık tırnaklayabilen imansız kedisi Sarı'nın ağzına keseri vurduğu akşam mı? El işi dersinde, Selami ile iddiaya girdi diye, ön sırada oturan kızın saman püskülünden hallice at kuyruğunu kökünden kestiği o mübarek perşembe? Yoksa Fethi Usta'nın matbaasını yakmaya çalıştığı sabah mı?

Yine mi o kahpenin yanından geliyorsun diye, sulu sepken söyleniyordu annesi o gece. Fethi Usta'nın okkalı tokadına sığınıp, tenezzül etmediği cevabı adı gibi biliyordu, Veli. Babası akşam olunca eve gelmiyor, çocuklarıyla sofraya oturmuyor, hep o matbaada vakit tüketiyordu. Onu değil kağıt bobinleri kucaklıyor, makina ağzından çıkan taze boyalı kağıtları okşuyordu, şefkatle, saçları yerine.. Gözüne mi inanmayacaktı? Veli, babasını çalan, anasını ağlatan o kahpe matbaayı kül etmeye yemin etti nihayetinde. Gün ışıyana kadar gözüne uyku girmedi. Yastığının altında sakladığı el yapımı iskarpinlerini giymedi. Kararlıydı. Koltuğa terk edilmiş meşin ceketin cebinden aşırdığı anahtarların şıkırtısını saymazsak, sessizdi sokaklar. Hızlı hareketlerle tüketti menzilini. Tiner bidonunu kağıt bobinlere boca etti. Aleve verdi matbaanın sabah mahmurluğunu. Babasına o kadar kırgındı ki o kağıt bobinlerden sızan kirli kara duman kalp ağrısına derman olur zannetmişti. Olmadı. Magenta Necmi'nin bilinmeyen bir sebeple, uzun zamandır matbaada uyuduğunu ve Veli'nin bütün planlarını bozacağını hesaba katmamıştı. Duman, arka odalardan sızıp Necmi'yi uykusundan edince, Veli'nin babasını gülümseten, neşelendiren, tek gurur kaynağı yani o gürültücü, izbe, leş kokan matbaayı yok etme planı suya düşmüştü. Sırılsıklam giysileriyle matbaanın önünde dikilirken o bayram sabahı, Fethi Usta tıslayarak hediye etti lakabını: Haydut! 10 yaşındaydı..

Oysa Veli'nin derdi haydutluk değildi. Veli'nin kavli yaramazlık yapmak değildi. Var'oluşuna mânâ arıyordu, alt tarafı. Babasının sevgisini sınıyordu, çocuk aklıyla ve her seferinde Fethi Usta sınıfta kalıyordu. Böyle öğrendi Veli kötülük yapmanın inceliklerini. İnsan oğluna yükte de, pahada da ağır darbeler indirmeyi böyle ezber etti. Oyun gibi.. İnce ince damıttı, mühürledi ruhuna, kötülük denen mücevheri. Baba oğul arasında söze dökülemeyen bu gizli husumet, Veli'nin ruhunu incittikçe, hayatla bağını güçlendiriyordu, maalesef..

Salı, Eylül 18, 2012

Sahipsiz


(...)
 
Birlikte uyuyalım
Gökyüzü bulut toplasın o sıra
Dışarıda sırça bir yaz dağılsın
Kamaşan ezberi adsız yüzlerin
Sıkılmış bir yumruk gibi
Aynı düşü görelim
Aynı hançeri çekelim izbe yaralarımızdan

Pazartesi, Eylül 17, 2012

Güle güle Kurthan Hocam

Öğrencilerinin en tatlı Hocası, bizim de sohbetine doyamadığımız, bal damlayan ağzına biraz daha anlatsa diye hayranlıkla baktığımız, paha biçilmez hayat dersleri damıttığımız "mesai arkadaşımız" Kurthan Fişek'i kaybettik.

Ailesinin, öğrencilerinin, Bab-ı Ali macerasında yol arkadaşlığı ettiği, var'olma savaşlarına  koşulsuz omuz verdiği herkesin başı sağ'olsun..

Nur içinde yat Hocam!
.
.

Pazar, Eylül 16, 2012

Yapabilirim...

"İsmi Ali olan bir oğul. Ama istediğim bu değil. Ben, ismi Ali olan bir Peter Pan olmak ve pencerendeki buğuya kanatlı bir yunus çizmek istiyorum. Yapabilirim."

Cumartesi, Eylül 15, 2012

Ali..



(...)

Ali babasından sadece tek bir kez tokat yedi, o da Chevrolet'nin camına minik elleriyle bıraktığı beş parmağın hikmeti. Tokatı da, gerekçesini de hiç anlamadı, sorgulayamadı. Babalar, oğullarını da dövebilirdi, annesine göre. O sebepten olsa gerek babasını seviyor mu, korkuyor mu, özlüyor mu hiç bilemedi ama saygı duyması gerektiğinden adı gibi emindi. Anlayacağınız, sevgi, o zamanlar da makbul bir kavram değildi. Babası Şükrü Bey uzun yol şoförüydü, o kadar uzak yola gidiyordu ki, ayda bir- iki gece dönebiliyordu oğlunun ve karısının yanına. Ali hep babasız ama illa anneciğiyle yaşıyordu Şişhane'nin yokuş üstü mahallelerinden birinde.  

Ali doğmadan çok önce gelip yerleşmişlerdi bu mahalleye. Karne zamanlarıymış. Çaya kuru üzümün eşlik ettiği, ekmeği, tütünü karneyle aldıkları zamanlar yani. Şişhane, kısa süren bir düzlükten sonra ahşap levanten evlerinin iki yandan eşlik ettiği Arnavut Kaldırımlı bir yokuş olur, denizi görünce kesilir, yerini küçük kayıklara bırakırdı. Sağa dönünce de Kasımpaşa işte.. Eşekleriyle şehre göç eden Arnavutların ilk durağı da Şişhane semtinin arka uçları ve dahi uçsuz bucaksız bostanları olan Kasımpaşa civarıydı ki buralar Ali'nin menzili dışındaydı. Henüz.. Evlerinin önündeki küçük tarlalardan adeta saksıda çiçek özeniyle yetiştirdikleri nebatları, öz evlatları gibi ihtimam gösterdikleri eşeklerine yükler, sabahın er vakti karınca sürüsü düzeninde yokuştan yukarı yayılırlardı. Öğle vakitleri her mahallede "Tazeee!" sesleriyle, sokakları tıkırdatan nal sesleri birbirine karışırdı. Oyunbaz çocuk sesleri telaşlı kadınların emir kipiyle biten cümlelerine yarenlik ederdi. Ali de yetişti o zamanlara. Köşeden sesini duydu mu Arnavut'un, saklanırdı. Az sonra oyunlarını bölecek olan, sepetsiz evlere servis eziyetinden kaçmak için. Sokağın o küçük parke taşlarına bu dev gibi adam yüzünden "Arnavut Kaldırımı" denildiğini sanırdı.

Ali, her yaz, az aşağıdaki büyük caminin avlusundaki küçük dükkanda satılan leziz limonlu akidelerden yemek için mahallenin diğer kopilleriyle birlikte kuran kursuna gidiyordu. Çünkü imamın karısı Beriha, kursa gelmeyen çocuklara şeker satmıyordu. Her yaz çalışmaya da heves ederdi, yaşıtları gibi. Girip çıkmadığı iş, çırağı olmadığı usta kalmadı Ali’nin. Önce mahallenin Rum bakkalı Lambo’ya çırak oldu. Sayesinde Rumca öğrendi ama, cürmünden ağır siparişleri teslim etmekten yorgun düşünce anneciği kıyamadı ve bakkal çıraklığından oy birliği ile ayrılmasına karar verildi. Sonra sırasıyla arka mahalledeki berbere, köşedeki döşemeciye, Balıkpazarı’ndaki ciğerciye, hatta melek gibi olduğuna tüm mahalle, top yekün ikrar edilen, Arnavut'a bile çaresizce çırak oldu ama bir türlü dikiş tuturamadı. 

Hakkını yemeyelim Ali’nin, bu sefer suç onda değildi. Arnavut'un semiz otu küfelerini koştuğu eşeği Dora ile sorun yaşıyordu. Allah için en kolay işiydi. Bütün gün Arnavut'un yamacında yürüyor, işaret edince, var gücüyle  “Zambirzooot!” diye bağırıyordu. Bu kısmında sorun yok. Sorun, Dora'yı ahıra götürüp, doyurup, kaşağılama kısmında başlıyordu. Arnavut'un, boku boncuklu yaşlı eşeğiyle Ali’nin yıldızı hiç barışmamıştı. Bir sabah boynuna bağlı yem torbasını çıkarırken elini kapınca, Ali hayvanın böğrüne tekmeyi basıverdi. Hayvan yere devrildi. Bir daha da kalkamadı. El kadar çocuk diyorsun ama deli kuvveti var, diye öfkeyle anlatıyordu Arnavut, iş dönüşü köşede kıstırdığı yorgun Behiye'ye. O günden sonra çalıştığı her işte elini kaptıracak bir eşek buldu, Ali bir baltaya sap olamadan yirmi yaşını doldurdu. 







Salı, Eylül 11, 2012

Yeniden: Anlamın bir günü vardır, günün bin anlamı..

Terso gündür nazarımda. Hayatımın bütün ters köşeleri 12 Eylül'e denk gelir. Babam, "ağzınla lanetliyorsun otu boku, kafanı bu tür boş inançlarla doldurma!" diye uyarırdı çocukken, olmadı. Ananemin zihnime nakş'ettiği batıl inançların çoğunu üzerimden atmış olsam da kara kedi görünce tırsarım. Gece sakız çiğnerken sanki ağzımda kekremsi bir tad oluşuverir. Merdiven altından geçemem, korkarım. "Uğursuz gün" tanımıyla içini ite kaka doldurup, başköşeme oturttuğum 12 Eylül, bütün haybeci inançlarıma inat yaşam piyangosundan payıma ağır bedeller getiren boktan bir tarihtir neticede. Babamı gömdüğüm, evimi terk'ettiğim, arkadaşımı gömdüğüm, işimi terk'ettiğim, dişimi kırdığım, oğlan'ın öldüğü gündür, say say bitmez anasını sattığımının!

Velhasıl birkaç yıl arayla her bokun başıma geldiği bir gündür. Özellikle son 12 yıldır, Eylül başından itibaren gerginliğim artar. Durmaksızın babamla ilgili anıları hatırlar, anlatır, yazarım. 11 Eylül'de bir yumruk oturur mideme, 12 Eylül mutsuzluğumun şahikasıdır. Hep söylüyorum, iyi kalpli bir insanım. Bu sebeple olsa gerek, dara düştüğümde ferah bir kapı açılır, gün doğar, içimi aydınlatan temiz bir gerekçeyi kucağıma bırakır yazgının bereketli elleri. Müteşekkirim. Tıpkı bu gün gibi. Artık 12 Eylül'ü ölümle değil, doğumla hatırlamak, kutlamak ve bu talihsiz çemberi kırmak için on numara sebebim var.

İyi ki doğdun...



**Bu yazı ilk kez 12 eylül 2009 günü  yayımlanmıştır.

Fethi Usta..

(...)

Asmalı Mescid'in en fiyakalı sokağını yuvarlayarak tam köşesine yerleşen, cumbalı, mermer basamaklı, altı katlı apartmanın en üst katında Fethi Usta, karısı Hatice ve iki kızıyla birlikte yaşıyordu. Bir de oğlu vardı Fethi Usta'nın, olmaz olasıca.. Bu oğlanın derdinden hastalık sahibi oldum diye, söyleniyordu her gece, ille de çilingir kurulunca. Allah da biliyor, asker ocağından döneli beri, ben diyeyim otuz yıldır neredeyse tek öğünle besleniyordu Fethi Usta. Hoş, faydasız oğlu Veli'nin, sarhoş bir gece yarısında koca salon camını yerle yeksan ederek cehennem olup gittiği o günden sonra da, sabah akşam demedi, kendi evinde de tek bir kez sofraya oturmadı ya, şimdinin konusu değil bu mesele. Oğlu Veli gidince rahat mı etti Fethi? Yine her sabah selamsız soluksuz yapışıveriyordu menteşesi boklu kapı tokmağına da, dar atıyordu yorgun bedenini evden dışarı. Derin bir soluk alıyor, cebinden baba yadigarı tabakasını çıkarıp, avucunda gezdiriyordu bir süre. Hep bırakılmaya yeminli sigaralardan birini dudağına kıstırıp, iniyordu basamakları. Tuz ruhu yemekten rabbiyesi silinmiş, on sekiz mermer basamağı yıllardır ezber ederdi ayakları. Çift kapılı dairenin önünde durup, sigarasını yakıyor. Her seferinde.. Porselen tokmaklı kapının önünde duran saksının toprağına sotalı anahtarla, üşenmeden, hevesi dinmeden onca yıldır, Matilda'nın asma kilidini açıyordu.

Matilda kim mi? Hani başlarına erkek belledikleri, Tünel'de işportacılık yaparken, o illetli Eylül günü tam da akşam alacasında tezgahını toparlarken, yanaşıp 'Pis Yahudi!' diye, tekme tokat girişen bir adapsızı bıçaklayınca, yaradana sığınılıp girişilen, kan revan meydan dayağını takiben sokaklarda sürüklenen sonra da nezarete düşen ve bir daha da izi zinhar bulunamayan dayısı İshak'ı mezarsız bırakıp, anacığını alıp, apar topar Yafa'ya göçen yeşil gözlü. Hani doğup büyüdüğü, şimdilerde eşyalarıyla birlikte olduğu gibi kilitli duran, beşinci kattaki dairenin de, altı katlı Nergis Apartmanı'nın da asıl sahibi Matilda. Gayrısı yok! Fethi Usta ve Matilda'nın dostluğundan şüphe edenle külahları değişiriz, bilesiniz. Ezcümle, Fethi Usta uzun yıllardır çalıştırdığı matbaanın yanı sıra Matilda'nın ata yadigarı evine göz kulak oluyor işte, kurcalamaya değmez.

Fethi Usta'nın edindiği bu tuhaf vazife, gözünün nuru, kınalı kızı Beyhan'la yaşıt, neredeyse. Eşrafa göre onca vakti bilabedel heba ettiği yetmezmiş gibi karısı Hatice ve büyük kızı Nadide de, -sahibi demode bulsa da bu isim Fethi'ye neneciğinin yadigarı- ayda bir, insansız evin temizliğini de yapıyorlardı. Bir tek Hatice şikayetçi değildi, mahallenin ruhu kokuşmuşlarına tasası düşmüş bu zul'den. Eline mi yapışıyordu? Toplanan kira paralarıdan, o da toplanırsa elbette, Matilda'nın zoruyla, yemin billah, deterjan parası ayırıyordu Hatice, hepsi bu. Haftada bir merdaneli emektarda yıkadığı, bilek kuvvetiyle sıktığı modası çoktan geçtiği halde inatla çivitlediği çamaşırları da Matilda'nın balkonuna seriyor, sahipsiz bellemesinler diye kapısının önünde Fethi'nin eski ayakkabılarını istifliyordu. Kocası evi terk ettiğinde de aylarca adamın gömleklerini yıkayıp asmıştı pencere önlerine, erkeksiz kaldı demesinler diye. Fethi Usta bir kez evi terk etti, evet. Şimdinin mahalleye başı önde girip çıkan, geçkine bile yan gözle bakmayan sadık kocası Fethi, Hatice'nin deyimiyle kuş kanadını kırmadan önce pek çapkındı ve karnı burnunda karısının eteklerine yapışmış gözü yaşlı bebelerinin hasretini bile görmezden gelecek efsane bir aşk yaşamış, yuvasını dağıtmayı göze almıştı.

Onca yıldır, Refik'in meyhanesinde istisnasiz her gece kurulan çilingir sofrasında, kadehini masaya vurup yudumlayışının, o şarkıyı nerede duysa gözünden akan yaşın sırrıdır bu izansız aşk.. Matbaadaki ışıklı masanın kilitli çekmecesinde saklanan yarısı yırtık bir fotoğraf, birkaç mektup da, bu aşktan bakiye kalan..

Kapın her çalındıkça o mudur diyeceksin...
Beni kaybettin artık sen çok bekleyeceksin






Gam..



gözlerinin çöküşü iç yakan.

sensizim artık,
o da mı sana gam?

2006/ R.

Pazar, Eylül 09, 2012

Ahmet..

(...)
Ahmet'in babası Macenta Nazmi, o elim kazada ölene kadar Fethi Usta'nın matbaasında baskı ustası olarak calışmıştı. Ahmet de yaz tatillerini sıcak ve gürültücü matbaada mürettip yamağı olarak geçirirdi. Hoş, babasının ölümü kaza mı, değil mi hâlâ muamma... Nazmi'nin güzelliği yedi düvele destan karısı ve dahi Ahmet'in anası Leyla, Amerikan Konsolosluğu'nun gece bekçisi Ayı Orhan'la kaçtıktan iki ay sonraydı. O sabah, can dostunu kolsuz vaziyette matbaanın zemininde kanlar içinde yatarken bulmuştu, Fethi Usta. Rivayet o ki Macenta Nazmi, Elhamra Sineması'nın kim bilir kaç yıldır vizyonda tuttuğu meşhur Hint filmi, 'Avare'nin yerine nihayet iftiharla gösterime sokacağı, Ömer Şerif'in son filmi, 'Doktor Jivago'nun afişlerini yetiştirmek için tek başına sabahlarken, sağ kolunu -göstermek gibi olmasın tam da dirseğinden itibaren- makineye kaptırıp, kan kaybından ölmüştü. Çığlığını duyan olmamış, belli ki Nazmi de acısına derman aramamış, yaşama tutunmamıştı. Olay yerine hızlıca gelen hükümet tabibinin, matbaanın zeminine yayılan kan gölüne uzun uzun bakıp, sessizce kafa sallayarak doldurduğu ölüm raporuna göre mevta, niyet etse, yardım gelene kadar dayanabilir, haddizatında makinenin tam arkasındaki duvarda asılı duran İlk Yardım posterinde de gösterildiği üzre, kolu kemer marifetiyle iyice sıkarak kan kaybını dahi yavaşlatabilirdi. Fethi, aylarca matbaaya adımını atamadı. Tek marifeti can dostunun kolunu kapmak olan melun makineyi elden çıkardı. Doktor Jivago, Atlas Sineması'nda gösterime girdi. Afişler elde kaldı. Elhamra Sineması da iflas bayrağını çekip salonu kapattı. Tiyatro olacak diyorlardı, kim izleyecekse?

Önce öksüz şimdi de yetim kalan Ahmet'e, Fethi Usta'nın karısı Hatice sahip çıkmıştı. Üç çocuk anası Hatice'ye ilaç gibi gelmişti Ahmet'in varlığı, faydasız oğlu Veli'nin dolduramadığı gönül tahtını ona ikram etmek için bir an bile tereddüt etmedi. Ahmet, babası öldükten sonra eğitimine devam etmek istememişti. Kimse aksine ikna edemedi. Ödenmez borçlar içindeydi fikrince.. Bu aileye olan gönül borcunu ödemeye and içmişti bir kere. Matbaada paspas yapıp, harf dizecek yaşı geçince de Veli'nin taksisinde gece şoförlüğü yapmaya başladı. Taksinin alındığı günü dün gibi hatırlıyor Hatice, çamaşır yıkıyordu. Klordan sakındığı, her öfke krizinde sayısını artırdığı, Adana Burması bileziklerini kaptırmıştı faydasız oğluna, yetmemiş kalan senetlere de parmak basmıştı.

Bütün bu olan bitenden daha da önemlisi, Ahmet asker kaçağı. Hatice'nin Ahmet'i helâl süt emmiş bir kızla baş göz edemeyişinin tek gerekçesi de bu kaçak olma hali. Hatice Ana'nın şakası olmadığını bildiğinden midir, evlilik müessesesine inancı kalmadığından mıdır bilinmez amma, Ahmet, üç koca yıl boyunca kutsal vatan vazifesinden kaçmayı becermişti taa ki, Veli'nin göz bebeği Kırmızı Murat ile Maslak yolunda kaza yapana kadar. Kaza esnasında arka koltukta oturan ve camdan fırlayarak yolun ortasına yapışan Veli ile dostu Sarı Pakize, dört saat asfaltta inledikten sonra olay yerine ulaşan ambulansla hastaneye kaldırılmışlardı. Sekizde sekiz kusurlu bulunan kamyon şoförünü nezarete, Ahmet'i yaka paça askere almışlardı. Murat 124 de hurdaya çıkmıştı. 'Cana geleceğine mala gelsin', diyerek geçiştirmişti Fethi Usta kazayı, Hatice mutfak masrafından artırdığı kefen parasını ciğeri yana yana, sadaka niyetine yedi fakire dağıttı.. Elde kalan, Veli'nin kaval kemiği.. O gün, bu gündür Aksak Veli'dir lakabı..

Ahmet, karga tulumba askere alınmadan önce Tünel'deki meşhur havlucunun tam yanına, hem de çalıştığı taksi durağının tam karşısına açılan lüks kuaförde manikürcülük yapan Rum kızı Tasula ile gönül eğlendirmekteydi, her çapkın müslüman evladı gibi. Allah için Tasula ve Ahmet'i İstiklâl'de dahi el ele gezerken gören olmamıştı. Aşk yaşadıkları konusunda ise Huriye'nin yalancısıyız. Yalan mı? Kaç kere elinde rugan topuklu iskarpinleriyle ciğerci kedisi gibi Ahmet'in paspasında dikilirken görmedi mi, ipek çoraplı Tasula'yı? Ortada bir yalan varsa Hatice'ye göre, o da Tasula'yı Dergazaryan'ın önünde kıstırıp, Ahmet'in yakasını bırakması için gözdağı verdiğidir. Üstüne mi vazife?



.



Cumartesi, Eylül 08, 2012

Zuhal Abla..

(...)

Ali, annesi geç vakitlere kadar çalıştığı için okul dönüşü soluğu üst kat komşusu, tatlı Zuhal Abla'sının yanında alıyor ve dahi bazı geceler onun inceden hırıltılı, ferah feza koynunda uyuya kalıyordu. Annesinin mahir ama pürüzlü elleri çivit kokuyor, gönlünü bulandırıyordu. Oysa Zuhal Abla'sı öyle mi? Yatağı da kendisi gibi gül kokuyordu her daim.. Uykusunda sayıklıyordu Zuhal bazı geceler, ninni niyetine kulak kesiliyordu Ali Bebe.. Bu meret yalnız içilmez diyerek, Ali'yi rakı sofrasına ortak ediyor, kırık sesiyle şen hikayeler anlatıyordu. Gitmediği yerleri, göz aşinalığı tesis edemediği masal kahramanlarını, efsaneleri ve dahi sinema filmlerini hep ondan dinledi. Zeus'u kadın düşmanı, Hera'yı fıtratı delikli bir aşifte belledi. Nasıl ki Kirk Douglas asi bir köle, Burt Lancester alt tarafı cambaz ve Rus da olsa mümtaz bir doktorsa Ömer Şerif, kadın düşmanının tekiydi Zeus da neticede. Zuhal, iki duble rakı eşliğinde külhani bir tavırla alt üst etti her efsaneyi, hikayeyi, meşrebince ezberletti Ali'ye hayatı, yaradanı, yok edeni, ezeni ve ezilenleri...

Ait olunamayan kadınlardandı Zuhal. Herkesin yakasına takmak isteyeceği, herkesin vazosuna koymak isteyecegi bir nilüfer çiçeği gibiydi, öylesi derin sularda köksüzmüş gibi salınıp, nefes almaya calışıyor lakin bulunduğu suyla birlikte kirleniyordu. Zuhal'ın tatlı sesiyle anlattığı hikayeler Ali'nin istihab haddini aştığında başını serin baldırlarına emanet edip, hayale dalıyordu. Dudaklarının kenarına ilişmiş iki küçük çentikten, otuz iki kısım tekmili birden kahramanlar biçiyordu. Kâh Beyaz Atlı Prens oluyordu, kâh Sinbad. En çok da Güliver olmayı seviyordu. O zamanlarda uzanıp, alıveriyordu Zuhal'i dev avuçlarının içine dar bulanık sulardan, mendil cebinde saklıyordu. Pek çok gece de al yanaklı Gratel olup, Zuhal'in alev topundan mamül bir pastayı andıran memesini kıpırtısız ellerinde zapt'etmeye çalışarak, güvenli uykulara dalıyordu.

Perşembe, Eylül 06, 2012

Feride..

(...)
Giriş katındaki dairenin bir odasında Feride Hanım ve genç irisi dostu Kürt Kemal, diğer üç odasında da Feride'nin sahne kostümleri yaşıyor. Feride, güzelliği dillere destan olmuş bir genç kızken, lüks, evet lüks yaşama heves edip kendini önce Yeşilçam Sokağı'na, oradan faydasız yapımcıların kucağına atmış sonra da gazino sahnelerine düşmüştü. Figürandan hallice birkaç küçük rolden ve kabuk bağlamaz onca yaradan sonra ilk baş rolünü ifa ederken, filmin Adana Galası esnasında, eser miktarda hayranının dimağında tatlı bir klişe olmaya heves etmiş, Antepli Sinemacı Hakkı Bey'e yapışmış, kapatması olmuş, Hakkı Bey'in süs bebeği koleksiyonuna dahil olduğunu idrak ettikçe de alkole sığınmıştı. Güzel günleri olmuştu Allah için. Yedirmesini, gezdirmesini, kadın gönlünü eylemesini bilen, hâzâ 'Antep Beyefendisi'ydi Hakki Bey, ama o kadar. Feride, bu para babası, babacan adamın, Ankara'da bir otel odasında koleksiyonunun yeni parçası olmaya niyet etmiş o kademsiz tazenin koynunda zamansız, adapsız vefatından sonra varisleri tarafından beş parasız bir halde kapıya konmuştu. Hayal kırıklığına sarınmış, tığ-ı teber şah-ı merdan Feride, İstanbul'da bir süre büyük gazinolarda solist altı olarak calışmış, her seferinde de alkol sevdası yüzünden yevmiyesinden ve işinden olmuştu. Şimdilerde, ayık kalabildiği nadir anlarda Yenikapı sahilindeki pavyondan hallice ikinci sınıf müzikhollerin ve anadolu pavyonlarının 'Vedet Solisti' olarak ömür tüketiyor. Kırklı yaşlarını yani rivayet olunur ki kadın denen varlığın en verimli çağlarını idrak ediyor olmasına rağmen daha bedbin ve yaşlı görünüyordu. Kürt Kemal ise, Feride'nin Adana'da calışırken kaldığı otelde tanıştığı, İstanbul'a gelip zengin olma hayalleri kuran vasıfsız bir asalak irisi. Ne iş yapar diyorsanız, Feride'nin çantasını taşıyıp, parasını yemekten ve kadını öldüresiye dövmekten baska bir halta yaradığı görülmemiştir. Allah için, yani aramızda kalsın ama sesi Feride'den daha güzel. Bazı geceler üst kat komşuları olan Muhsin'in bekar odasının penceresinden, apartman boşluğuna süzülen bağlama nağmelere eşlik ederek, yanık yanık türkü söylüyor. Lakin bu maharet Kemal'i hoş görmemize yetmeyecek, bu böyle bilinmeli..





.