Pazartesi, Ekim 24, 2011

Yıl 1976: Kabayız ama, mecramız dar...



"Deprem" kavramıyla tanıştığımda henüz 11 yaşındaydım. Yıl 1976. Çaldıran Depremi olmuş. Olayı, ülke tarihinin en büyük depremlerinden biri olarak tanımlıyor o zamanki gazeteler. Resmi ölü sayısı 3800 civarı olarak kayıtlanıyor. 3800! Üç bin sekiz yüz! Hafızama kazıyabileceğim maddi bir karşılık arıyorum. Ananemin süslü küçük kavanozlarında sakladığı fındık taneleriden, Orhan'ın misketlerinden çook ama, gökteki yıldızlardan az.. Hayal edemiyorum. Depremle ilgili haberleri gazetelerden öğreniyoruz, bir de radyodan.. Bizim eve televizyon gelmesine iki koca yaz daha var. İletişim araçları kısır. Büyüklerimiz, gazete haberlerini okumamıza da izin vermiyor. Okula giderken gizlice bakıyoruz gazete sayfalarına, ölü insanlara, yıkılmış evlere, acıya, açlığa...

O zamanlar AKUT yok. Devlet, hava koşulları ve coğrafi şartlar sebebiyle geç ulaşıyor depremzedelere. Yabancı ülkeler yardımımıza koşuyor. Teknik destek, maddi destek yetiştiriyorlar. Gıda yardımı da yapıyorlar. Öğretmenimiz okumadığımız kitapları, giysileri, oyuncakları istiyor, kim bilir olaydan kaç gün sonra. Depremden kurtulup evsiz yurtsuz kalanların perişanlığı sıcak yuvalarımıza, huzurlu(!) hayatlarımıza, tok kalktığımız sofralarımıza sosyal mesaj olarak düşüyor. Tabakta yemek bırakamıyoruz, kar altında yaşam savaşı veren aç, çıplak çocukları düşünmekten.. Vitrindeki kırmızı palto için ağlayamıyoruz. Konuşan pilli bebekle göz göze gelmeye korkuyoruz. Tosun Paşa hala oynuyor Saray Sineması'nda, gidemiyoruz. İyi ki oralarda yaşamıyoruz diyerek, halimize şükr'etmeyi öğreniyoruz.

Depremden aylar sonra yabancı ülkelerden gelen yardım malzemeleri, İsveç malı gofretler, Fransız malı battaniyeler, İtalyan malı kazaklar, tonlarca ilk yardım ve gıda malzemesi ülkemin büyük şehirlerinde organize olmuş, vicdansız karaborsanın kucağına düşüyor. Kamyon kamyon yardım malzemesi piyasaya dağıtılırken yakalanıyor. "Van'a giden yardım kamyonlarından çalınan mallar" şayiası ayyuka çıkıyor, ucu bizim mahalleye bile erişiyor. Çeşmenin arkasındaki dükkan bozmasından aldığım parlak ambalajlı, topuk taşı tadındaki peksimet yüzünden okkalı bir tokat yiyorum babamdan. Vicdanım, yanağım kadar sızlamıyor. Hoş, o zamanlarda bizim vicdanla bağımız da pek gevşek, ne de olsa çocuğuz. Acıyıp kollamak da, yakıp yıkmak da büyüklerin işi, hep olduğu gibi..

Mizah dergileri konuyu kapaklarına, komedyenler sahne şovlarına taşıyorlar. Sokak oyunlarına, oyun şarkılarımıza sızıyor; bu yolsuz, vicdansız eylemce: Van'a giden yardım kamyonlarındaaaan!, diyoruz. Sol elimiz belimizde, sağ elimizi dışa doğru ağır hareketlerle çevirip, ağzımızı yamultup, gözümüzü kırparken... Bir zaman sonra oyundan da, şarkıdan da sıkılıyoruz. Unutuyoruz. Ne oluyor da gündemimiz değişiyor, hatırlamıyorum. O zamanlar Sosyal Medya da yok. Yetkililer, kurumlar ve ünlü insanlar üzerinde 'gerekli' sosyal baskıyı kuramıyoruz. Sağa sola tweet atıp, "Sabancı! Kamyonla su yollasana!", "Molpet akıllı ol yoksa bir daha donuma yanaşamazsın", "Hacı Cavcav, üzgünüm yazsana!!" diyerek rahatlayamıyoruz. Taze göçüğün tepesine çıkıp, '70 milyona' elde mikrofon seslenirken "İşte mutlu günlerden kalma bir oyuncak.." diyemiyoruz. Henüz o kadar kabalaşamıyoruz, mecramız dar.

Böyle yani..




** Sihanoukville / Photo by Yevgenizamyatin

Pazar, Ekim 23, 2011

Senaryo Buluşmaları 2011 başladı



YapımLab ortak organizasyonu olarak düzenlenen "Senaryo Buluşmaları 2011", bir haftalık gecikmeyle dün başladı. Ergenekon Caddesi'ne hakim bir binanın üst katındayım. Devlet, Meslek Birlikleri'ne tahsis etmiş, bu şık ve yeni binayı. Kapıya tek tek isimlerimiz verilmiş, arama tarama olmadan, kimlik bırakmadan geçiyoruz güvenlik soruşturmasından. En üst katta yaklaşık 60 kişilik, mütevazı şartlarla dekore edilmiş toplantı salonu loş ve bunca havasız olmasa katılımcıların bir kısmı uyuklamayacaktı, inanın. Salon yarı yarıya boş. İlk konuk, Zeynep Özbatur Atakan. Evet, Özbatur, "Bir Zamanlar Anadolu'da" sayesinde sektör dışındaki kalabalıkların da adını daha sık duymaya başladığı 'genç' ve başarılı yapımcımız. Gençlik, Özbatur'un zihinsel ve ticari yolculuğuna da denk gelen, pek yakışıklı bir sıfat olduğu için sarf'ettim.

Salonu dolduranların bir kısmı, Özbatur'un sektöre aydınlık yapımcılar yetiştirmek icin açtığı atölyenin öğrencileri.. Geri kalanların bir kısmı, kelle başına 60 lira hesabıyla şahane projeler ürettiği halde sektör klikleri sebebiyle yer/ iş bulamadığına inanan, bu sebeple de seminer katılımcıları tarafından fark edilmeyi planlayan örümcek zekalı senaryo yazarları ve samimiyetle deneyim edinmeye istekli yazar adayları. Sanayi casusu gibi hissediyorum kendimi...

Özbatur önce idealize ve tercih ettiği Senaryo Yazarı-Yapımcı ilişkisini anlatarak başlıyor konuşmasına. Kişisel tercihim, Özbatur'un son konuşmacı olmasıydı. Dizinin diğer konuşmacıları yani Cem Özkan, Mahinur Ergun, Bülent Emin Yarar, Yavuz Turgul ve Sertaç Ergin'den sonra Özbatur'u ve deneyimlerini dinlemek, "Yapımcı gözünden senaryo ve senaryo yazarına bakmak" daha keyifli ve faydalı olacaktı ama, vardır bir bildikleri dedim, çok takılmadım sıralamaya...

İlk arada, kendimi binanın minyatür balkonuna attım ve bir sigara yaktım. Salon gerçekten havasız, sıcak ve loş.. Balkoncuk dar, kalabalık ve rûzgarlı. Yaşlandıkça huysuzlaşıyor muyum? Neyse.. Meslek Birlikleri'nin önemi ve sözleşmeler" başlıklı ikinci kısım son derece aydınlatıcı oldu, en azından benim açımdan. Herkesin elinde irili ufaklı not defteri olması ama kimselerin not almaması da ilginçti. Seminerden sonra baktım da sadece İTO tarafından yaptırılan 'İzleme Alışkanlıkları' araştırmasını not almışım.

Özbatur, Kutluğ Ataman ile başlayan yapımcılık macerasını samimi anekdotlarla süsleyerek ilham verici bir lisanla anlatıyor. Yapımcı- Yazar ilişkisinin püf noktalarını, proje seçerken dikkate aldığı kriterleri sıralıyor. Günceli takip etmenin öneminden bahsediyor ama, kim anlıyor emin değilim. Seminerin son kısmına yani soru-cevap bölümüne geçmeden önce kısa bir ara daha veriyoruz. Son sigara ve çaylar içiliyor. Birbirini tanımayan katılımcıların yabancılığı tescilleniyor bu sessiz balkon buluşmalarında.. Soru-Cevap kısmı bilgilenmeye değil, iç dökme seansı olarak geçiyor. Devlet desteğinin yeterinden yetmezinden, sektörde aktif yapımcıların maaşlı senaryo yazarları beslediğinden, fevkaladenin fevkinde fikirlerinin nasıl heba edildiğinden, kimseciklerin onlardaki cevheri anlayamadığından dem vuruyorlar. Birkaç işe yarar soru Özbatur'un öğrencileri marifetiyle cankurtaran gibi düşüyor küçük salona.. Ne bekliyorsam, yoruluyorum sorulardan.

Haftaya cumartesi, Senaryo Buluşmaları 2011'in ikinci konuğu müzisyen Cem Özkan olacak. O, küçük ama rûzgarlı balkonu şimdiden özledim mi ne?



Böyle işte..

Pazar, Eylül 25, 2011

Bir Zamanlar Anadolu'da...


Su almak için yanaştığım tezgahın üzerinde duran telsizden sızan ses, "dördüncü salon an itibariyle 60 kişi. Tamam." diyor. Beyoğlu AFM'deyim. 14.30 seansında Nuri Bilge Ceylan'ın ödüllü filmini izleyeceğim. Hakkında o kadar yorum okudum, dinledim ki merak içindeyim. Fuaye kalabalık, sinema salonu büyük. Yaş ortalaması düşük ve herkes sevgili. Onlara bakarken, sırf birlikte izlediğimiz filmi beğenmediği ya da sıkıldığı için terk'ettiklerimi hatırladım. Şimdi yanımda biri olsa ve bu filmi izlerken horuldasa, duymazdan gelir miyim? Neyse..

Yönetmen hikayesini anlatmaya kir pas içinde, maddesel özelliklerini yitirmiş bir camın arkasından bakarak başlıyor. Hikaye, bir cinayet üzerinden kurgulanmasa da sonucun değişmeyeceği bir noktadan, dümdüz, insanı anlatıyor ve ona ait 'zaafları' kurcalıyor. Karakterler, olay örgüsü, diyaloglar, mekan kullanımı bakımından sırtını gerçeğin yalın halde aktarımı prensibine dayamış gibi görünse de Bir Zamanlar Anadolu'da bana göre puslu camlar, dalından yuvarlan elma, bagaja sıkıştırılan battaniye ucu, tabureye yerleşen lap-top, görünmez organların bitmek bilmez gürültüsü, doktorun yanağına yapışan kan lekesi ve benzer olduğu iddia edilen çeşmeler yardımıyla alenen adam döven, metaforik şiddetin şahikasına varmış bir film olmuş.

Yönetmenin görsel becerisi, dünyasının zenginliği, teknik mükemmelliği konusunda söylenmesi gereken her şey işinin ehli yerli / yabancı eleştirmenler tarafından söylendi. Film, baş yapıt etiketini aldı ve başarısını ödülle perçinledi. Bu sebeple, söyleyeceğim her cümle yersiz olacak. Ancak seslerde yer yer balans sorunu ve görüntüde çizikler vardı. Bu arızalar da sinemanın donanımından mı, kopya kalitesinden mi kaynaklandı, bilemiyorum. Oyunculuklara gelince, Nuri Bilge Ceylan sanki hikayesine oyuncu seçmemiş de nakış işlemiş. Her isim, taş gibi yerinde ağır. Yer yer doğaçlama hissi veren çok başarılı canlandırmalar izledim. Her karaktere ölümüne inandım. Onlarla birlikte küfr'ettim, güldüm, ağladım... Taner Birsel, Yılmaz Erdoğan, Muhammet Uzuner, Fırat Tanış ve Ahmet Mümtaz Taylan'ın performanslarının mükemmelliği ne kadar tartışmasızsa, Ercan Kesal'ın Muhtar yorumu o kadar sürprizliydi benim için. Herkesin gönlüne sağlık!

Ortak kanıya göre Bir Zamanlar Anadolu'da bir 'başyapıt' ama filmi mutlu mes'ud seyredebileceğinizi sanmayın. Görsel bir şölen ama son kare geldiğinde ağzınız kulaklarınıza fiyong olur diyemem. Çünkü bu kez, Nuri Bilge Ceylan insanı münhasıran huzursuz ediyor, taammüden hırpalıyor, sizi hikayesine davet ediyor ve yalnız bırakıyor, öykündüğünü düşündüğünüz herkese ve dahi "sinema" sanatı denilen her ne ise ona bile layikiyle ihanet ediyor. Yolu bereketli olsun!

Böyle yani..




· Fotoğraf filmin resmi internet sitesinden alınmıştır.

Cumartesi, Eylül 24, 2011

Sabah mezesi


Sabah kahvaltısına meze olması vesilesiyle eski bir yazıyı hatırladım. O kadar tembele bağladım ki zihnimi artık eski yazıları kopyala yapıştır yapmaya başladım. Yine de her dönem güncel göründü gözüme, narsist miyim?

Buyrun...

Ahir ömrüm boyunca esrarkeş bir babadan başlayarak uyuşturucu ya da uyarıcının kucağında keyif çatan onlarca insanla yan yana durdum. Kokainman bir sevgili, eroinman abiler, papikçi arkadaşlar vesilesiyle uyuşturucunun insan evladına yaşattığı her duruma şahit olarak büyüdüm ve yaşlandım. Uyuşturucu alışkanlığına kapılmanın gerekçelerini kendi aramızda da tartışır dururuz. Nedir gerekçesi? Dertlerini unutmak, merak, bir dolu kaz kafalı tarafından kıstırıldığın boktan bir ortamdan soyutlanmak, sadece üfleyerek yüksek kafa olabilmek yani yaratıcığınının tetiklenmesi, zevk almak, acılarını dindirmek mi? Ya da sadece yakınınıza kadar girmiş birinin ikram etmesi mi? Uyuşturucu zihin ve beden denilen karmaşık yapının hangi deliğini dolduruyor, neremize dokunuyor da bizi içine alıyor? Gerçekten bilmiyorum. Uyuşturucunun serbest düzende kol gezdiği bir mahallede esrarkeş bir babanın, esrarkeş arkadaşlarının kucağında büyüdüm. Merak ettim, sordum, öğrendim. Bastım, pişirdim, sardım, dumanaltı oldum. Dertli ablalarımıza müsekkin olacak diye babamın tabakasından esrar çaldım.

Yetiştiğim dönemin ve yaşam koordinatlarımın zemini pek uygun hale getirmesine rağmen beni o patikaya sapmaktan alıkoyan ne oldu? Çok düşündüm. Travmatik bir çocukluğa, karanlık bir okyanusta debelenen o ilk gençliğe ve onca sebepsiz acıya rağmen beni uyuşturucudan uzak tutan ne oldu? Uyuşturucu sebepli ölümler gündeme her geldiğinde uzman olanın sunduğu sihirli formülü dikkatle dinlerim. Önerilen tedbirlerin tam tersi bir hayat sürmüş olduğum halde neden uyuşturucu kullanmadım? Merak, ikram, vaad, özenti, ulaşım kolaylığı, model bolluğu velhasılıkelam uyuşturucunun sızabileceği her kapının ardına kadar açık olduğu bir hayatım oldu. En yakınımda duran ve kocaman sigarasının dumanından yarattığı renkli rüyalara keyifle dalan o ufak tefek adamın, müdavimi olduğu çok eğlenceli dünyaya balıklama atlamamı ne engelledi? Uyuşturucu, kaç kez evden kaçıp katılmayı düşündüğüm bir sirkti. Ne kadar merak edersem edeyim filin hortumundan ne göründüğünü, tekerlekli bir evin yeni manzarasını, sepetteki yılanları, şapkadaki tavşanları, dans eden fokları, palyaçonun ayakkabısını, trapezci kızın şemsiyesini; her seferinde neden aslanın kocaman açılmış ağzı ve o karanlık dehliz düşü-verdi aklıma?


Böyle yani..




**photo by Zeynep Günay Tan

Salı, Eylül 13, 2011

İkinci Bölümü Yazamayanlara...


-Bir yaşamın kutsal bölümünden notlar anlatır.-
Adamın biri, günün birinde, uzun bir yolun başında o kadına rastlar. Yağmurlu gecenin eteğinde öylece asılı kalır, ıslanırlar. Yalız bir sabaha uyanır kadın. Tanımadığı bir pencereden dışarı bakar. Pencereden içeri kaçar bir selvi ağacı. Kadın az inananlardandır, adam az bulunanlardan. Adam, kadını bildiği yerlere götürür. Kadın bildiği yerleri bilmezden gelerek gezinir.

Günün birinde adam, kadına bir şiir yazar. Adını "birinci bölüm" koyar. Kadın o gün anlar da sonsuza kadar yürümeyeceğini, anlamazdan gelir. Zaman geçer. Yıllar geçer. Sevgi geçer. Kalanları toplar kadın her sabah merdiven diplerinden. Sararıp solan sözcükleri özenle toplar. Toplayıp bohçasına tıkar. Ama sararmış sözcüklerden cümleler kuramaz.

Bir sabah, az inanan kadın, kalanları toplamaktan da vazgeçer. Saçılıp yapışırlar öteye beriye sözcükler. Görsen, sararmışlıklarına inanmazsın.. Öyle canlanırlar, öyle canavarlaşırlar... Uyuyan uyanmıştır! Eteklerinde birikenleri avluya döker kadın. İkiye böler şehri sararmış sözcükler. Kadın, bir kiraz bahçesinden ağır aksak adımlarla geçer. Bir kiraz bahçesi mi, bir mahşerin dalgalanışı mıydı, bilmeden yürüyüp geçer. Sonra aniden durup ardına bakar. Görür ki, adam aynı şiiri başka kadınlara yeniden yazmaktadır.



bir yaşamın kutsal bölümünden notlar:

birinci bölüm

./..
ve kahin şaire sordu:
usta, hani mutlu aşk yoktu


.

Pazar, Temmuz 17, 2011

Arpacık


Bazı mahallelerde esnafa yakıştırılmış bir eylemdir, deli olma hali. Misal bizim mahallenin bakkalı Fevzi'ye olduğu gibi. Tam köşede, Oduncu Emin Amca'nın dükkanına bakan cephesiyle, bir-iki metre karelik tek duvarlı -o da tepemele raf dolu halde- dükkanın içinde, hep ayakta duran iri kıyım bir delikanlıydı, gözüme aşina olmaya başladığı yıllarda. Cankurtaran Deli Fevzi derlerdi, geç vakitlere kadar mahalle ayyaşlarının nöbetini tutardı. Sivil değil, resmi giyimliydi. Koyu mavi bir önlük giyerdi; yaz kış uzun kollu, önden düğmeli, ceket yaka mavi bir önlükle gezinirdi. Öğle vakti camlı dükkanının, kepenklerini yana doğru iterek açardı. Bilir misiniz, yanlamasına açılıp kapanan o eski pencere demirlerini? Asık suratlıydı, gülerken görülmezdi. Evi var mıydı, kimseler bilmezdi. Harman delikanlılar camını taşlamazdı. Çocuklara yüz vermezdi. Bizi kovalamazdı, bağırıp çağırmazdı ama zaten sakız, fırıldak, lokum, margarin hele de beyaz gazoz hiç satmazdı. İspirto içerdi. Rakı, bira satardı. Şaşırmayınız süt de satardı...

Deli Fevzi'nin o çerçevesiz yuvarlak camları neden gözüne taktığını hep merak ederdim çünkü hiç okumazdı, gazete bile. O zamanlar gözlüğü çok okuyanlara mahsus bir aksesuar sanırdık. Çocuklar gözlüksüz olurdu benim mahallemde ve göz doktoru diye bir branş olduğunu bilmezdik Tıp Fakültelerinde. Şanslıysan ve şaşıysan, Emin Camii'nin imamı tüküre tüküre dua okurdu yüzüne. Şansın yoksa, Keti Teyze sarmısak döver bağlardı arpacık denen acılı göz sivilcelerine. Neyse...

Kulaklarının üzerinden başlayan ve ensesinde birleşen yani tepesini ayna gibi açıkta bırakan saçları, uzun ve kıvır kıvırdı. Ben büyürken tel tel beyazladı. Eskiden saçları da varmış, o saçları nerede döktüğünü bir tek bizden büyük abilere anlatırdı. Kim ne deliliğine tanıktı da, Fevzi Bakkal adının peşine bu sıfatı almıştı, hiç bilemedim. Hâlâ yaşıyor mu, bir metrelik dükkanında ve ayakta duruyor mu, bilmediğim gibi.

Aklıma gelen başıma gelir Fevzi Bakkal, sakın bugün öleyim deme e mi?


Öyle yani..

Cuma, Temmuz 15, 2011

İyi ki..


Hayat bana her daim bol kepçe lokantasının gani gönüllü, müşfik aşçısı gibi davrandı, müteşekkirim. Taammüden can almadım diyebilirim, ardıma baktığımda. Kırmadım dökmedim, yakıp yıkmadım diyemem. Hayatımdan gelip geçen, durup yerleşen, büyüten eyleyen, avutan dostlarıma; farkına varmadan ya da bile isteye akışa yön veren, deniz içi tenha olmamı sağlayan ustalarıma teşekkür ederim.


Hayat
dik bir yamacın ilk hecesiydi
ve zaman
bir heykeltraş titizliğiyle yüzümüzü yontuyor.

İyi ki..

Böyle işte..

Pazar, Haziran 19, 2011

Lüfer, hamsi, kalkan... kader anı 21 Haziran!


Lüfer, hamsi, kalkan... kader anı 21 Haziran!: "“Seninki kaç santim?” kampanyasının sonucu belli oluyor. Tarım Bakanlığı balıkların ve denizlerin geleceğine Haziran’da karar veriyor. İş işten geçmeden, balıklar tükenmeden, daha fazla ertelemeden, hemen şimdi eyleme katıl."

Cumartesi, Haziran 11, 2011

Karakol Galata- Dış/ Gün


"Karakol- Galata Dış/Gün"
"Hocam, yakınlara gelince koordinat belirtmeyin, uçarak gelesim var."
"Buralardaysan gel kave ısmarlayayım.."

Macera böyle başladı aslında. 8 Haziran günü, 20 yıldır görmediğim arkadaşlarımla buluşmuş, paha biçilmez saatler geçirmiş, ofise dönmüştüm ki Twitter'da Onur Tan'ın mesajını gördüm ve Galata'ya doğru yola çıktım. Az geriden alırsak da, blog takipçileri bir dönem yaptığım sektör röportajlarını hatırlıyordur. Birbirine benzeyen dramaları eleştirmekten o kadar sıkılmıştım ki yazmayı bırakmamak için çıkış yolu arıyordum. Röportaj yapmaya karar verdiğimde, - akılımı seveyim- hiç tanımadığım 10 sektör mensubuna email atmış ve blogda misafir etmek istediğimi söylemiştim. Zeynep Günay Tan ve Ahmet Mümtaz Taylan davetime ilk cevap verenlerden, bana ilk güvenenlerdendi. Keyifleri daim olsun. Onur Tan da benzer bir vesileyle tanıdığım, sevdiğim sektör mensuplarından biri, mesleki etiketlerinin yanı sıra da Ömer'in babası ve Zeynep Günay Tan'ın kocasıdır. Her ikisi de, bilir bilmez lanetler okunan, tehlikeli olduğu iddia edilen "sanal hayatın" bana verdiği en kıymetli armağanlardandır. Öyle yani..

Beşiktaş- Galata arası on dakika, trafiksiz. Kulenin dibinde Ramsey Defilesi'nin hazırlıkları var, arkasında Karakol. Küçük sokağı ve meydanı dolduran meraklı seyircilerin arasına gizlenip, seti izliyorum, sessizce. Yemin etsem, başım ağrımaz, ahir ömrümde ilk kez bir tv dramasının setine konuk oluyorum. Sektör utansın. Oldukça genç ve ağırlıklı olarak kadınlardan oluşan kamera arkası ekibi telaşsız ama hızlıca işlerini yapmaya çalışıyor. Yemek molasından önceki son sahnelere denk gelmişim. Onur Tan kalabalığa doğru bakmaya başlayınca "tanıdın, tanımadın" riskine girmeden el kaldırıp yanına doğru yürüyorum. Monitörün dibine plastik bir misafir iskemlesi koyuluyor. Oturuyorum. Haddizatında ilk sorularımdan biri, dizinin görüntü yönetmeni oluyor. Hemen de tanıştırılıyorum. Altan Dönmez, reklam sektörünün iyi tanıdığı isimlerden biri. Çok yoğun çalışıyorlar. Günlerden çarşamba ve ekip yarın oynayacak olan bölümü çekiyor. Bu yüzden kimseyi uzun uzun lafa tutmuyorum. Sadece izliyorum.

Onur Tan, benim ilgi alanıma dahil olduğunda henüz yönetmenlik yapmıyordu. Tevazu ile taşıdığı, "kurgu dehası" sıfatına sessiz sedasız "yapım koordinatörü" ekini yeni almış, dönemin en başarılı işi olan ve Atv'de yayımlanan, "Anadolu Ateşi Türkü Yarışması"nın bekaası için uğraşıyordu. Aklım Anadolu Ateşi'ne kaymışken, o kulağıma doğru eğilip, sabahtan beri karısı ve iki küçük çocuğu ile ekibin görüş alanında dolaşan genç bir babayı gösteriyor. "Küçük oğlanın gözleri rahatsızmış. Sabahtan beri sıra bekliyorlar. İşlerini de halledemediler bir türlü.." İkimizin de yüzü ekşi, birbirimize bakıyoruz. Sonra prodüksiyon amirini yanına çağırıp, usulca "Yemek ısmarla, çay ısmarla, çocuklara çikolata al.. Ne bileyim işte, insanları huzursuz etmeden yap birşeyler" diyor. Birer sigara yakıp, susuyoruz. Cengiz ve Ayşe'nin olduğu sahne birkaç tekrardan sonra bitiyor. Ekip yemek molası veriyor, biz de sohbet... Rüzgar Aksoy'la kısa künye bir sohbetin ardından setten uzaklaşıp, meydanın gürültüsüne uyup, turistik lokantalardan birine oturuyoruz.

Karakol, blog takipçilerinin de yakından tanıdığı, Alican Yaraş'ın projesi. Röportaj yapmıyorum, setin misafiriyim, bu sebeple kimseleri sorgulayıp, kenara sıkıştırmayacağım. Sadece gözlemek ve dinlemek istiyorum. Hani -tanımlayanın kulakları çınlasın!- sevmediklerimden bahsederken hortlayan o korkunç yaratıcılığımın izlerini görmeyeceksiniz bu yazıda... Garson, tek porsiyon Tas Kebabı kaldığını beyan edince, tabağı önüme doğru sürüp, kendine başka bir yemek ısmarlıyor. Bir "yönetmen" için fazla duyarlı ve nazik mi diye düşünmeye başlıyorum. Az önce monitör başında çay ikram ederken de, söz konusu kapı önü sahnesi çekilirken yaşanan küçük teknik aksama esnasında da hiç sesini yükseltmediğini hatırlıyorum. İş başında birkaç yönetmen görmüşlüğüm var. Onur Tan, çalışan ekip "hoca"ya değil işe/ sete hizmet etsinler tarzına iman edenlerden olmalı. Dur bakalım.. Birkaç saat sonra Ertan Saban'ın da olduğu bir sahne çekeceklermiş. Soruyorum, uzun uzun hava kararınca çekeceği sahneyi anlatıyor. Bildiğin kabus! Laf lafı açıyor, havadan sudan, baba olmaktan, sektörden, insan olmaktan, siyasetten konuşuyoruz; kah gam yükleniyoruz, kah gülüp geçiyoruz. Hayallerimizden mukim bir gelecek planı paylaşıyoruz ve su akıp giderken, taş gibi dibe çöküp yosun tutmamak gerektiği konusunda uzlaşıyoruz.

Hava kararmak üzere. Set hazırlanıyor, haberi geliyor. Lokantadan kalkıp yeni çekim mekanına doğru yürüyoruz. Meydan gece yapılacak defile için hazırlanıyor. Tarihi kulenin üzerinde cıvık yeşil, arsız mavi tonlarında bir takım harfler dolaşıyor, çelik halatlar sarkıyor. Meğer kulenin tepesinden sarkan halatlardan, Osman'ın babası aşağı süzülecekmiş ama henüz ikimiz de bunu bilmiyoruz. Ertesi gün gazetelerden öğreniyorum. 3- 5 dakikalık yürüyüşten sonra Galata'nın dar sokaklarındaki yüksek binalardan birinin çatısına çıkıyoruz. Merdivenler dik. Merdivenler yorucu. Gıcırtılı bir kapıdan, iki büklüm geçerek çatıya çıkıyoruz, tık nefes. Sahneye dahil olacak diğer oyuncuların aileleri, misafirleri ve çekim yaptığımız apartmanın yerleşikleri leb-i derya çatının bir kenarında mırıltılarıyla birlikte bekleşiyorlar. Torpilliyim, monitörün sağ yanına kendiliğinden bırakılıveren misafir taburesine oturuyorum. Onur Tan, ekibe ne istediğini anlatıyor. Işık kuruluyor. Tek tek, sakince sahnenin üzerinden geçiyorlar. Bütün ekip ezbere duruyor. Sanırım herşey hazır. Genç bir kız telsizle konuşuyor. Ertan Saban'ı bekliyoruz. Bİrkaç dakika sonra çatının demir kapısının yanında Ertan Saban beliriyor. Simsiyah giyinmiş. Usulca geçiyor kalabalığın arasından.. Utangaç. Sakin. Yanılmıyorsam yorgun. Tanışıyoruz. "Büyük hayranınızım.." diyorum. Büyük hayranınız mıyım? Ağzımdan çıkan cümlenin bu kadar bozuk ve yabancı olmasından esef duyuyorum. Acaba Saban'ın "altı lisan" bilirliğinin gazına mı gelip kurdum bu kadar bozuk bir cümleyi? Neyse...

Ertan Saban'ın digital alemle bağları zayıfmış, şaşırmıyorum. Ekşi Sözlük ve Twitter'la ilgili hiçbir fikri yok. Zor ve sabahın ilk ışıklarına dek sürecek bir sahneye hazırlanıyor. Hayran sohbetini kısa kesip, geri çekilip, izlemeye karar veriyorum. Siyah atletine delikler açıyor genç bir kız, Onur Tan ince ince sahneyi anlatıyor. "Motor" denildiğinde yüreğimi ağzıma getiren, korkudan başımı ağrıtan ve bütün ekibin kül rengine dönerek çığlık atmasını sağlayan hesapsız bir hareketle sahneyi başlatıyor. Bölümle ilgili ip ucu vermemeye çalışarak bizi neden korkuttuğunu da anlatayım. İlgili sahne gereği Reşat komiserimizin çatıya koşarak gelmesi gerekiyormuş. Kan ter içinde.. Yönetmenin görmek istediği ve mekanın izin verdiği açıdan koşarak gelip kadraja girmesi için yeterli mesafe yok. İşte bu yüzden, yani "mış gibi" yapmamak için "motor" dediğinde çekirge çevikliğinde zıplayarak, kaşla göz arasında, bilmem kaç yıllık binanın, taş çatlasa 30- 40 santim enindeki tenekeden yapılmış pervazına atıveriyor kendini. Önceden denemeden, tartar mı diye bakmadan, hiçbir güvenlik önlemi almadan.. Oğlum olsa "kestik" sesini takiben yerimden kalkar, bi temiz döverdim, o kadar diyeyim.

Ertan Saban işine aşık olanlardan, bildiğin deli. Fütursuz yani. Lakin, dikkat çekecek kadar parlak ve "ham" yeteneğinin kaynağı da bu derece deli ve inadına fütursuz olması değil mi? Yolu bereketli olsun.. Çatıdaki sahneler bittiğinde ekipten ayrılmak için izin istiyorum. Gece boyunca neler çekeceklerini biliyorum, onlarla kalmak da istiyorum ama, sabah erken saate sabitlenmiş, erteleyemeyeceğim bir toplantım var. Ekip, gecenin en derin yerine yürürken setten ayrılıyorum. Sokaklarda koşuşturan prodüksiyon ekibinin yanından geçerek, Tünel'e çıkıyorum. Reşat'ın terli ve kaygılı sesi kulaklarımda çınlıyor: Nilgün!!






... Fotoğraf: Onur Tan

Pazar, Mayıs 15, 2011

İnternetime Dokunma!


Beyaz popolarımızı klavye başından kaldırıp sokağa döktük. Güneşli bir günde Taksim'den, Tünel'e seslerimiz aktı: Kurabiye Tayyip- kurabiyee Tayyip- kurabiyeeee- kurabiyee- Tayyip- kurabiyeee Tayyip- Kurabiyeee Tayyip- Kurabiyeee- kurabiyee Tayyip!


Böyle yani..

.

Perşembe, Mayıs 12, 2011

Soldan say!


.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
fotoğraf Cannes Film Festivali'nin resmi web sitesinden alınmıştır.

Cumartesi, Mayıs 07, 2011

Bir Zamanlar Anadolu'da..




Nuri Bilge Ceylan'ın son filmi Cannes yolunda. Taner Birsel, Yılmaz Erdoğan, Ahmet Mümtaz Taylan, Fırat Tanış ve Muhammet Uzuner'in rol aldığı filmin resmi web sitesi'nden yolculukla ilgili gerekli tüm bilgilere ulaşabilirsiniz. Bir Zamanlar Anadolu'da, Cannes Film Festivali sonrasında vizyona girecekmiş. Hayırlısı bakalım..


Yukarıdaki fotoğrafı da dayanamayıp trailer'den kestim. Pardon..


Böyle yani..









•• photo by Nuri Bilge Ceylan

Pazar, Mayıs 01, 2011

1 Mayıs..


Aynalı Çeşme'de oturuyoruz. Mahallenin genç, yakışıklı üniversiteli abileri var. Gonk Sineması'nın üzerindeki binada oturuyorlar. Gonk Sineması'nın üzerindeki sıvaları dökük, yüksek apartmanda bekar odaları var. Üniversiteli abiler, mahellemizin güzide kızlarıyla kaçamak aşklar yaşıyor. Bekaretini mahallenin afili delikanlılarından, tombalacı, esrarkeş, köfteci ve taksicilerinden kurtarabilen kızlarımızı ya beli kırık gibi geriye kaykılarak yürüyen "disko dans" tutkunu oğlanlar ya da devrimci abiler kapıyor. Mahallemizin evde kalmış kızları, mahalle delikanlılarından farklı görünen, farklı konuşan bu genç adamların gözüne girmek için devrimci kesiliyorlar, hızla. Boyum yaşımdan çok daha küçük. Bu fiziksel özelliğim mahalle kızlarının hep işine yarıyor. Kapış kapış bu gizli flört seanslarına şahit yazılıyorum. Açıkça söylemeliyim ki devrimci abileri, diskocu oğlanlardan daha çok seviyorum. Mahallemizin yetişkin kızları dans tutkunu bu parlak oğlanlarla çıktığı zamanlarda, pis kokulu bekar odalarının en uzak köşesinde yalnız kalıyorum, canım sıkılıyor. Ama devrimci abiler uzun uzun konuşuyorlar. Tek umudu yaşadığı hayattan kurtulup, mahalleden kaçmak olan güzel genç kızlarımıza beyhude bir masal gibi eşitlik, emek, artı değer, hak hukuk anlatıyorlar. O zaman da kızlar sıkılıyor, ben dinliyorum.

Ali Abi, Fatsalı bir ailenin tek oğlu. İstanbul'da işletme okuyor. Özgür Fatsa'nın -her ne demekse-, yeşil gözlü delikanlısı, mahallenin en güzel kızı Gülay'a vurgun. Gülay da ona. Henüz aşk derinleşmeden, değişiyor Gülay. Siyah uzun saçlarını saatlerce ütüleyen, gözlerine sürme çeken, sütyenine pamuk yerleştiren, küçücük odasında renk renk elbise öbekleri yaratmadan giyinip sokağa çıkamayan Gülay Abla, kot pantalon, yeşil parka, sıkıca at kuyruğu yapılmış saçıyla devrim şarkıları ezber ediyor. Bir mayıs işçinin emekçinin bayramı! Enternasyonal şarkılar ezberliyoruz. Gülay gelinlik modellerine bakıyor. Ali Abi evlilikten hiç bahsetmiyor. Çok işi var. Önce devrim yapacak. Gülay sabırla 'devrim' olmasını bekliyor. Çeyiz hazırlar gibi Ali Abi'nin devrim etkinliğine yardım ediyoruz. Gece yarılarına kadar mum ışığında, soğuk odalarda pul yazıyoruz. Mahalle sokaklarını afişlerle bezemelerine yardım ediyoruz. Bekçi Amca, karanlık sokaklardaki öbekleşmeleri masum bir kaçamak zannediyor, düdük çalmıyor. Saklanması gereken kitapları paylaşıp saklıyoruz. En çok, "Çizgilerle Komünist Manifesto" adındaki kitabı seviyorum. Galiba fransızca. Neden sevdiğimi bilmiyorum ama, o kitabı ben saklamak istiyorum. Kitapları neden, kimden saklıyoruz? Onu da bilmiyorum. Soru sorma zamanı değil, yardım etmeli. Devrim ne kadar çabuk yapılırsa, Gülay o kadar çabuk mutlu bir yuva kuracak.

Günler geçiyor, biz 1 Mayıs sabahına uyanıyoruz. İşçi Bayramı. Taksim'de bir kutlama yapılacak. Davetli değiliz. Zaten ben işçi de değilim. Yine de erken kalkıyorum. Babam, uyuyor. Babam özel şoför ama o gün işe gitmiyor. Pazar Matinesi var ama, annem de o gün işe gitmiyor. Annemin de işyeri Taksim'de. Öğrenci evinin perdeleri kapalı. Saatler sonra Bayram kutlamasına katılacak olan kalabalıklar, Tarlabaşı Bulvarı'nı takip ederek mahallemizin önünden geçiyor. Seyrediyoruz. Ezberimizde olan sloganlara kıyı kenar eşlik ediyoruz. Ali Abi'yi, Yusuf'u, Erdem'i görmeyi umut ediyoruz. Göremiyoruz. Kalabalık öfkeli gibi... Kalabalık çok gürültülü... Asık suratlı bir kalabalık kapımızın önünden geçerek Taksim'e yürüyor. Bayram kutlamaya değil, devrim yapmaya gidiyorlar. Sonrası tufan.. Eve bir telefon geliyor. Telefonla konuştukça kararıyor babamın yüzü. Taksim fena, diyor babam. Bir cigaralık daha sarıyor. Hava kararıyor. Taksim'den kanlı haberler geliyor. "Pandorosa'nın tepesinden ateş açıldı, kendimi yere zor attım" diyor, Uğur. Bağır çağır anlatıyor olanı biteni. Pancaldi marka, maron, en sevdiği ipek gömleği yırtık, krem rengi şalvar pantolonu kan içinde. Kapı önü sohbetlerine telaşlı bir sessizlik yapışıyor. Öğrenci evinin ışıkları yanmak bilmiyor. İp atlamıyor, yakar top oynamıyor, çekirdek yemiyoruz. Kasımpaşa'daki bostandan yüklendiği sebzeleri sokak sokak dolaşarak satan Arnavut Hüsnü, Peşkirci Sokak'tan ileri geçemediğini anlatıyor mahalle halkına. Maksim'in kapıcısı İbrahim Amca'nın yokuş aşağı inen insan seline kapılıp, ezilerek öldüğünü ise ertesi gün öğreniyoruz. Okula gidecek miyim? Uğur'la elele, arka sokaklardan geçerek, üç günlük yola gider gibi, koşar adım Rebul Eczanesi'nin önüne kadar gidiyoruz. Parke taşlarına, vitrinlere sinen ölüm ve karmaşa havasına bakıyoruz. Tanıdık bir iz arıyoruz. Bulamıyoruz.

Hava yine kararıyor. Öğrenci evinin ışıkları yine yanmıyor. Bekliyoruz. Günlerce. Uykusuz. Haftalarca. Gülay abla'nın gizli gizli akan gözyaşları eşliğinde ağrılı bir karanlığın kaybolmasını bekliyoruz. Aylarca...


.



•• 2010 Beyrut, yevgenizamyatin

Pazartesi, Nisan 18, 2011

Ahmet Mümtaz Taylan'dan mektup var


Yusuf Eradam, T24'deki sayfasında istisnasız hastası olduğumuz Ahmet Mümtaz Taylan'la ilgili bir haber paylaşmış. Yazıyı okumak isteyenler için istikamet: Haysiyetli Hayır!


Hayattır ne olacağı belli olmaz, link gider filan diyerek söz konusu mektup metnini Ahmet Mümtaz Taylan'ın gıyaben izniyle aynen aşağıda yayımlıyorum:

“Sayın Monica Mazzoleni,

Lütfen aşağıda söylediklerimi üstünüze almayın ve proje sahiplerine ilettiğinizden emin olun.

Osmanlının II. viyana kuşatması ve bu kuşatmada papaz marco d’aviano’nun hıristiyanlığı nasıl da kurtardığını anlatan böylesi inanılmaz bir filmde bana da bir rol teklif ettiğiniz için teşekkür ederim. Fakat Wikipedia gibi bir siteye girip okuyabilen çocuklar bile öykünüzün tarihi yanlışlar içerdiğini, kuşatmanın 11 eylül tarihi ile ilgisi olmadığını ve kahramanlaştırdığınız rahibin o sırada kilisede dua ettiğini görecektir. bir keşişten kahraman yaratma girişiminiz utanç verici.

buyurun wikipedia’dan size alıntı:

“efsanede anlatıldığı gibi rahip marco d’aviano’nun turklere haç tuttuğu ve “tanrının haçına bakın da kaçın düşmanlar!” diye bağırdığına ilişkin hiçbir somut kanıt bulunmamaktadır. rahip, kuşatma ve saldırılar sırasında vaktini kilisede dua ederek geçirmiştir.”(Bknz: Marco D )

bir yaratığa haç tutmak, sizin kolektif belleğinizde vampiri ortadan kaldırmak için yapılan bir eylemdir ki vampirler fantastik yaratıklardır. bir başka deyişle, birine haç tutmak için onu ötekileştirmeniz ve onun düşman olduğunu kabul etmeniz gerekir. bu, ne yazık ki, hıristiyan kültürel belleğinizde aptal bir jest olarak kalmış olabilir, fakat unuttuğunuz bir şey var: insanoğlu evrim geçiren bir yaratık, hem zihinsel hem de yürekte iyiliğe doğru değişmek ve faşistçe düşmanlık ve antagonizmadan kurtulmak arzusunda bir yaratıktır ve öyle görüyorum ki siz bu gelişmelerden nasibinizi almamışsınız. burası çok açık.

ben, demokrat bir oyuncu yönetmen olarak bilinirim ve yaptığım işlerin hepsinde diktaya, zulme, faşizme karşı tavır almışımdır ve barışı, farklı kimliklerdeki halkların kardeşliğini ön plana çıkaran projelerde yer almışımdır ve hayatım ile sanatım da tutarlı gitmektedir. inanç farklılıklarından dolayı insanların arasına nifak tohumları ekecek, onları birbirlerine yeniden düşman kılacak, üstelik tarihi bilgilerin saptırıldığı ve nefret suçlarını alevlendirecek bir projede yer almam düşünülemez.

şunu da bilmenizi isterim ki temas kurduğunuzu söylediğiniz bakanlık hangisi ise, proje ile ilgili düşüncelerimi onlarla da paylaşacağım. yeni haçlı seferlerinin başlatıldığı, libya istilası sırasında böyle bir proje geliştirmeniz de inanılmaz bir zamanlama uyanıklığı belirtisi.

osmanlı da dahil tüm imparatorluklar geçmişte hatalar yapmışlardır ve sizinki gibi faşist projeler üretenler yüzünden de geçmişin hataları bugüne ve gelecek kuşaklara maalesef taşınmaktadır.

ikinci viyana kuşatmasının 11 eylül tarihi ile ilgisi yok. insanların kafalarına bu tarihi iki dinin düşmanlığının tescil edildiği bir tarih gibi kazımak niyetinizden dolayı utanmalısınız. sanki viyana surları dibinde mağlup osmanlı türklerinin o gün kaldırdıkları uçaklar dünya ticaret merkezi’ne ancak 2001 yılında varabilmişler gibi. sizin hayal gücünüzü şekillendiren, nefret ve intikam duygularıdır ki bu yolda sanatını size teslim etmeyecek birçok hıristiyan sanatçı ile de karşılaşacaksınız.

biz burada atalarımızın zaferlerinden kibirlenmiyoruz ve savaşta zaferin anlamını en iyi bilecek, tanımını en iyi yapabilecek kişinin mağlup kişiler olduğunu da biliriz. lütfen emily dickinson’ın yazdığı ve “başarı tatlıdan sayılır” diye başlayan şiiri okuyun. yenilgiden öylesine kederlenmişsiniz ki bu durum özgüveninizi ve içinizdeki iyi değerleri alıp götürmüş ve sizi yoldan çıkarmış. dahası, bu hastalığınızı kitlelere de yaymak, bulaştırmak istiyorsunuz ki bu affedilemez. düşmanlık bulaşıcıdır ve güç kazanan cahil ve öfkeli kitlelerden daha tehlikeli bir şey olamaz, bunu bildiğinizden eminim. biliyor olmalısınız ki bu kitleleri kötü amaçlarınıza alet etmek istiyorsunuz.

belli ki niyetiniz sinema sanatını küpünüzü doldurmak, kan döktürerek intikam almak için kullanmak. şair, emily dickinson bu niyetinizi bir hadis’in ırzına geçmek diye yorumluyor:

o geçer biz
kalırız.

memnuniyetimizi

yalancıklaştıran

bir yitiklik niceliği
sanki ticaret bir hadis’e
ansızın tecavüz etmiş gibi.

(Emily Dickinson, Beni özenle aç, s. 152)
(şiiri çeviren: Yusuf Eradam)


o çok önemli projenizi, hikâyenizi alıp dilediğiniz yere sokabilirsiniz! bu projeyi gerçekleştirebilirseniz, eminim ki her inançtan duyarlı insanlar sizi lanetleyeceklerdir, kendi gelecek kuşaklarınız bile ve o sözde ‘vatikan masumlarınız’ bu ustalıklı şeytan çıkarma marifetiniz için büyük büyük ödüller kazanmanızı sağlasalar bile.

Ahmet Mümtaz Taylan
Oyuncu, Yönetmen



.


Böyle yani..

Pazar, Nisan 17, 2011

Tren..


on sekiz nisan ikibinbeş...

sonsuzluğa gidip gelen iki cam sileceğinin arkasında
imkansız ela gözlerinde, öldüğümü gördüm.

sana bakıp ellerime tuzlar serpeceğim

sen öldün bugün
ben yaşlanıyorum

bilmiyorsun ki yağmur hâlâ yağıyor.
ben görüyorum...



.


•• photo by Hakan Özdeğin

Çarşamba, Nisan 06, 2011

Sümüklü!


Nezle illeti yakama yapıştı, perişanım. Mutsuzum. 4 günde toplam 20 festival bileti yakmak zorunda kaldım. Kapıdan dışarı adımımı atamıyorum. Nefes alamıyorum. Durmaksızın akan burnumu, 'Sümüklü!' diyerek motive etmeye çalışıyorum. Oralı değil! Bugün daha iyi hissettim kendimi ama festival koşturmasına girmeyi göze alamadım. Yarından umutluyum.

Dört gündür sigara içmiyorum. Bırakır mıyım? Pazar gününden beri televizyon seyrediyorum. Ekran eleştirisi yazarken televizyon izlemek bir tür 'iş' haline gelmişti. İzlemediğim zamanlar işi aksatmışım gibi hissediyordum. Şimdi gerçek bir bağımlı gibi sadece izliyorum, Twitter ve Sözlük geyiklerine katılıyorum.

Birkaç dakika sonra Fitaş 4'de, Nigel Cole'un 2010 yapımı filmi 'Kadının Fendi' başlayacak. Umarım kaçırdığım son film olur.

İyi seyirler!






••
Narmanlı Han by Hakan Özdeğin

Cumartesi, Nisan 02, 2011

Festival Başladı!




Dün gece açılış törenini Cnn Türk'den canlı olarak izledim. Festival organizasyonu dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir görgüsüzlüğe de ödül töreni esnasında imzasını attı ve ödül alacak oanı sahneye çağırıp bekletip ödül verecekleri sonradan anons etti. Şakir Bey'in mirasçılarına bu büyük gaf hiç yakışmadı. Neyse..

Festivalde ilk izlediğim film John Turturro'nun Napoliten belgeseli, 'Passion' oldu. Festival acemisi Fitaş'da, 4. salonda izledim. Turturro hayranlarının yaş ortalaması 50+ gibi görünüyordu. Ergonomisi tuhaf koltuklarıyla Fitaş'da, festival seyircisinin alfabe ile imtihanı komikti. Ortalıkta yer gösterecek kimsecikler olmayınca reklamlar bitene kadar harfler havada uçuştu. Turturro'nun, Napoli'ye ve müziğe olan tutkusuna saygım arttı ama belgesel beni çok heyecanlandırmadı. Belki belgeselin adı, beklentimi büyüttü ama aradığımı bulamadım. Belki de müzikli övgü/ sövgü etiketini katbekat hak eden bir kentte yaşıyor olduğum için heyecanlanmadım. Bilmiyorum. Ama Turturro'yu 'Petrol' klibine rağmen fazla mülayim gördüm. Yine de Napoli gettosunu görmek ve yıllar sonra Mina'yı dinlemek de keyifliydi.

Festivalde günün ikinci filmi Marc Fitoussi’nin yönettiği ve Isabelle Huppert, Aure Atika, Lolita Chammah ve Jurgen Delnaet’in oynadığı 'Copacabana' oldu. Açıkçası film bana yeni birşey söylemedi. Vaad etti mi? Elbette. Eğer hikayenin kıblesini son 50 yılın en popüler klişesine dayarsan, seyirci olarak ben de farklı bir söz, yol, bakış açısı, öneri beklerim. Isabelle Huppert'i izlemek, bilmediğim bir Belçika şehrinin kıyısını dikizlemek, gülümsetici sahneler görmek hoş olabilir. Üstelik senaryonun akışı filmin ilk yarısına bile gelmeden hikayenin finale yürümesini sağlayacak çözümle ilgili bütün ip uçlarını gözüme soka soka bir hal olunca canım sıkıldı. Takdir edersiniz ki bilinen bir eserden uyarlama değil ise sonunu bildiğim/ tahmin edebildiğim filmleri izlemeyi sevemiyorum.

İstanbul çok soğuk, yağmur çok şiddetli, rüzgar çok sert. Hapşırıyorum!

İyi seyirler..





•• Fotoğraf, filmin resmi web sitesinden alınmıştır.



.

Perşembe, Mart 24, 2011

İstanbul..


Üzerine ölüm güzelliği sinmiş bir şehir. Ve dahi bahardan kışa dört mevsimini; lodostan poyraza rüzgarlarını; erguvandan mimozaya renklerini; balıktan baharata kokusunu; göçe eyüp üstünden başlayan leyleklerinden simit avcısı martılarına kuşlarını; kubbeden çana, eskiciden yoğurtçuya sesini; dümdüz olmadığını, yedi dense de daha fazla olan tepelerini; merdivenlerini; yokuşlarını; arnavut kaldırımlarını; cumbalı evlerini, konak yaşamını, aynı kentte sayfiye evlerini, bisiklet yollarını; kapılarını; surlarını, hisarlarını, duvarlarını; asırlık ağaçlarını; bayram günlerini; yeşil alanlarını; meydanlarını; eğlence parklarını; dondurmacıdan bozacıya seyyar satıcılarını; elma şekeri ve horoz şekerini, pamuk ve kağıt helvayı, macunu, lahmacun ve dürümü, çengelköy bademi, osmanlı çileğiyle tatlarını; kayışdağı’ndan hamidiye’ye sularını; gemilerini, dolmuşlarını, motorlarını; köprülerini; iskele ve istasyonlarını; doklarını; kaptanlarını, hamallarını, trafik polislerini, yorgancılarını; sokak kedilerini, köpeklerini, sokak çocuklarını, evsiz ve dilencilerini; adalarını; futboldan optimiste sporlarını; sokak yazılarını, resimlerini; festivallerini; müzelerini; stadyumlarını; günden geceye, neonlardan yakamoza ışığını anlatmaya kalksan, ömür yetmez bir şehirdir.



böyle yani..

.


•• photo by Hakan Özdeğin

Salı, Mart 22, 2011

Nihayet

Blogger'ın üzerine çöken karanlık kalktı. Digitürk'ün yayınları çalındıkça bu yasaklamalardan kurtulamayacağız. Neyse ki mahkeme, lig Tv yayınlarını çalanların DNS değiştirip yayına devam edebildiklerini söylemiş de belki ilerleyen günlerde toplu tecrit dışında bir yöntem de bulunabilir. Bilmem kaç avuç hırsızın ceremesini biz ödüyoruz. Google ile DNS sorunu yaşıyor, parasını ödediğimiz domain adresimize ulaşamıyoruz. Ya sabır!

Böyle yani..




.

Pazartesi, Ocak 31, 2011

Ada Olmak..

Hep kıyıdan gelecek bir şişe beklemektir ya da bir kayığın yanaşmasını ve nerelerdesin kuzu'm diyen neşeli bir sesin kulakta yankılanmasını. Ne gelen var ne de benim adadan ayrılasım. Gözlerimi kaparım, oyuna dalarım. Bu, kolay olanı.


.


.
r

Cumartesi, Ocak 08, 2011

Rengi Mavi...

Ciğerlerini parça parça dudaklarından dökenin halini tesbit etmeye çalışanlara yönelik durum bildirimdir. Rengi mavi diye işitilen ses, dudağı da yakar. Kalanlar başını kaldırıp gökyüzünden umar ve bilir ki; çarpık bulut, iki hecelik gözgöze geliştir her daim maviyle. Yıldızların alev olduğundan şüphene çoktan gönüllü oldum, o kahve fincanından okuduğum kadim zamanın varlığına iman etmen için. Zira ben ölüydüm, sen görmezden geliyordun.

Değil mi senden işittim 'yazıktır' diye
Çaredir: sağır bir bellek!

.

Cumartesi, Ocak 01, 2011

GÜLE GÜLE ZEYNEP!


çizgiler çekilmiş ıslak yollara
parlak
ama
oyunbaz çizgiler

karanlıktan korkan lamba
tam ortadan
ikiye ayrılmış
.
.
.