Salı, Mayıs 06, 2008

Su Mezarlığı


İstanbul, kocaman bir su mezarlığıdır artık. Bu tanımlama bana mı ait, bilmiyorum. Belki de birinin iç çekişlerinden sızdı zihnime. Ama, İstanbul'u böyle tanımlamaya hakkım olduğunu biliyorum. Su, cömertce ortasından geçip etrafını dolanır bu şehrin. Adına deniz denir, iç deniz hatta. Denizin neşeli mavisine, poyrazın zehirli yeşile çevirdiği mavisine hele, çocuk vücudumu az bırakmadım. Hesapsız bir gelişme telaşıyla kıyısı berisi betonla doldurulmadan, yalıları döven lodosunu gördüm bu şehrin. Güve istilasına uğramış delik deşik giysilerin tıkıştırıldığı dolaplar gibi düzensiz binalar yığılmadan, karşı kıyının yeşiline pozlanmış siyah-beyaz resimlerim dahi var. Lodos'un zalimliği bilirim, üvey ana eli gibi sarsardı bu şehrin kıyılarını. Mendireksiz Haydarpaşa'yla, Karaköy'ün irtibatı kesilirdi. Ağustos poyrazı'nda, Florya Plajı'nda dalgalarla da oynadım ben. İstanbul'da denize girmek, anlatılabilir mi şimdinin Akdeniz mecburcusuna? Salamura tenekesine düşmek gibidir oraların ılık suyu, İstanbullu’ya. Ne balığına , ne suyuna!

Sıkışık trafikte direksiyon sallıyor orta yaşlı bir taksici: "Menderes'in canına rahmet, açmayaydı bu yolları.." Şimdinin sidikli havuzu, tepeleme koli basili dolmuş, pis mavi denizinden evveline, bu şehrin kıyılarına serpilmiş plajlarına gidiyor aklım. Önce Sirkeci- Yeşilköy arasından başlamışlar şehrin bileklerini kesmeye, sonra da boğaza sıçramış. Tarabya burnuna çöreklenen, "Tarabya Plajı"nı, Büyükdere'de tahta kabinli “Beyaz Park Plajı”nı, Sarıyer'in ötesinde “Altın Kum Plajı”nı geçiriyorum zihnimden. Beyaz Park - ben yetişemedim- ters akıntı nedeniyle, yüzme erbabı olmayanı hırpalarmış. gündüzleri plaj, geceleri de müzikhol olarak hizmet verirdi. Yani, verirmiş. Bana ait anılarımı, bana anlatılanlara katıyorum epeydir. Hangisi benim, hangisi bir sohbetin aksidir, karıştırır oldu ellerim. Evet, Tarabya’da denize girdim. Altınkum, tıpkı Anadolu yakasındaki Salacak ve Soğuksu Plajları gibi "Halk Plajı" olarak mimlendiğinden, ben hiç götürülmedim. Tarabya Plajı'nın da sonlarına yetiştim. Eminim... Bunlar benim şahitliklerim.

Karşıkıyı’da, sıra şaşarsam af’ola, Moda iskelesine komşuluk eden, "Moda Plajı", "Fenerbahçe Plajı", Maltepe’de “Süreyya Plajı”, Caddebostan'da özel bir kulüp gibi konumlanan, serbest girişlere kapalı "Caddebostan Plajı " ve yalı manzaralı, bezik oynamayı öğrendiğim, "Suadiye Plajı". Hayır, bezik oynamayı Caddebostan’da öğrendim. Önder Somer’in babasından öğrendim, hatta tavla oynamayı da. Önder Somer... Yeşilçam’ın melek yüzlü kötü adamı! Çok genç yaşta öldü. Babasını ziyarete geldiğinde, kumu terkedip gidişlerimi, çocuk aklımla sövmelerimi hatırlamış da, ne çok ağlamıştım gidişine... Hele Adalar. Büyükada’nın Dilburnu’na gelmeden önceki koya kurulmuş, “Değirmen Plajı”, ve “Yörük Ali Plajı”. Yeşilköy’de Kapri, Florya’da Yeni, Haylayf ve Menekşe plajları. Haylayf’a küçük bir köprüyle girilirdi. Mürüvvet Sim’e selam edilirdi. Plajın içinde yazlıkçıların kaldığı pansiyonlar ve denizin üzerindeki rıhtım minyatürlerindeki tahta kabinleriyle Haylayf Plajı. En son Haylayf kapandı galiba, bu umarsız kayboluşa dayanmaya çalıştı. Seneler evvel kapısında "Girilmez” tabelasını görmüştüm. Evet, evet gördüm. Kocaman ve metal bir tabelaydı. Altında da ilgili belediyenin fiyakalı bir imzası vardı. Dakikalarca bakmıştım hatıralarıma...

Azar azar, ite kaka kendine yer açan taşra, denizle aramıza giriverdi de suya yansıyan gece ışıklarından hayat umar olduk bu şehirde.

İstanbul artık uçsuz bucaksız bir su mezarlığı...




••• 18 eylül 2004 tarihinde Ekşi Sözlük'te yayınlanmıştır.
•• Vedat Ozan, istanbul 2004

Hiç yorum yok :