Pazartesi, Ekim 24, 2011

Yıl 1976: Kabayız ama, mecramız dar...



"Deprem" kavramıyla tanıştığımda henüz 11 yaşındaydım. Yıl 1976. Çaldıran Depremi olmuş. Olayı, ülke tarihinin en büyük depremlerinden biri olarak tanımlıyor o zamanki gazeteler. Resmi ölü sayısı 3800 civarı olarak kayıtlanıyor. 3800! Üç bin sekiz yüz! Hafızama kazıyabileceğim maddi bir karşılık arıyorum. Ananemin süslü küçük kavanozlarında sakladığı fındık taneleriden, Orhan'ın misketlerinden çook ama, gökteki yıldızlardan az.. Hayal edemiyorum. Depremle ilgili haberleri gazetelerden öğreniyoruz, bir de radyodan.. Bizim eve televizyon gelmesine iki koca yaz daha var. İletişim araçları kısır. Büyüklerimiz, gazete haberlerini okumamıza da izin vermiyor. Okula giderken gizlice bakıyoruz gazete sayfalarına, ölü insanlara, yıkılmış evlere, acıya, açlığa...

O zamanlar AKUT yok. Devlet, hava koşulları ve coğrafi şartlar sebebiyle geç ulaşıyor depremzedelere. Yabancı ülkeler yardımımıza koşuyor. Teknik destek, maddi destek yetiştiriyorlar. Gıda yardımı da yapıyorlar. Öğretmenimiz okumadığımız kitapları, giysileri, oyuncakları istiyor, kim bilir olaydan kaç gün sonra. Depremden kurtulup evsiz yurtsuz kalanların perişanlığı sıcak yuvalarımıza, huzurlu(!) hayatlarımıza, tok kalktığımız sofralarımıza sosyal mesaj olarak düşüyor. Tabakta yemek bırakamıyoruz, kar altında yaşam savaşı veren aç, çıplak çocukları düşünmekten.. Vitrindeki kırmızı palto için ağlayamıyoruz. Konuşan pilli bebekle göz göze gelmeye korkuyoruz. Tosun Paşa hala oynuyor Saray Sineması'nda, gidemiyoruz. İyi ki oralarda yaşamıyoruz diyerek, halimize şükr'etmeyi öğreniyoruz.

Depremden aylar sonra yabancı ülkelerden gelen yardım malzemeleri, İsveç malı gofretler, Fransız malı battaniyeler, İtalyan malı kazaklar, tonlarca ilk yardım ve gıda malzemesi ülkemin büyük şehirlerinde organize olmuş, vicdansız karaborsanın kucağına düşüyor. Kamyon kamyon yardım malzemesi piyasaya dağıtılırken yakalanıyor. "Van'a giden yardım kamyonlarından çalınan mallar" şayiası ayyuka çıkıyor, ucu bizim mahalleye bile erişiyor. Çeşmenin arkasındaki dükkan bozmasından aldığım parlak ambalajlı, topuk taşı tadındaki peksimet yüzünden okkalı bir tokat yiyorum babamdan. Vicdanım, yanağım kadar sızlamıyor. Hoş, o zamanlarda bizim vicdanla bağımız da pek gevşek, ne de olsa çocuğuz. Acıyıp kollamak da, yakıp yıkmak da büyüklerin işi, hep olduğu gibi..

Mizah dergileri konuyu kapaklarına, komedyenler sahne şovlarına taşıyorlar. Sokak oyunlarına, oyun şarkılarımıza sızıyor; bu yolsuz, vicdansız eylemce: Van'a giden yardım kamyonlarındaaaan!, diyoruz. Sol elimiz belimizde, sağ elimizi dışa doğru ağır hareketlerle çevirip, ağzımızı yamultup, gözümüzü kırparken... Bir zaman sonra oyundan da, şarkıdan da sıkılıyoruz. Unutuyoruz. Ne oluyor da gündemimiz değişiyor, hatırlamıyorum. O zamanlar Sosyal Medya da yok. Yetkililer, kurumlar ve ünlü insanlar üzerinde 'gerekli' sosyal baskıyı kuramıyoruz. Sağa sola tweet atıp, "Sabancı! Kamyonla su yollasana!", "Molpet akıllı ol yoksa bir daha donuma yanaşamazsın", "Hacı Cavcav, üzgünüm yazsana!!" diyerek rahatlayamıyoruz. Taze göçüğün tepesine çıkıp, '70 milyona' elde mikrofon seslenirken "İşte mutlu günlerden kalma bir oyuncak.." diyemiyoruz. Henüz o kadar kabalaşamıyoruz, mecramız dar.

Böyle yani..




** Sihanoukville / Photo by Yevgenizamyatin

Pazar, Ekim 23, 2011

Senaryo Buluşmaları 2011 başladı



YapımLab ortak organizasyonu olarak düzenlenen "Senaryo Buluşmaları 2011", bir haftalık gecikmeyle dün başladı. Ergenekon Caddesi'ne hakim bir binanın üst katındayım. Devlet, Meslek Birlikleri'ne tahsis etmiş, bu şık ve yeni binayı. Kapıya tek tek isimlerimiz verilmiş, arama tarama olmadan, kimlik bırakmadan geçiyoruz güvenlik soruşturmasından. En üst katta yaklaşık 60 kişilik, mütevazı şartlarla dekore edilmiş toplantı salonu loş ve bunca havasız olmasa katılımcıların bir kısmı uyuklamayacaktı, inanın. Salon yarı yarıya boş. İlk konuk, Zeynep Özbatur Atakan. Evet, Özbatur, "Bir Zamanlar Anadolu'da" sayesinde sektör dışındaki kalabalıkların da adını daha sık duymaya başladığı 'genç' ve başarılı yapımcımız. Gençlik, Özbatur'un zihinsel ve ticari yolculuğuna da denk gelen, pek yakışıklı bir sıfat olduğu için sarf'ettim.

Salonu dolduranların bir kısmı, Özbatur'un sektöre aydınlık yapımcılar yetiştirmek icin açtığı atölyenin öğrencileri.. Geri kalanların bir kısmı, kelle başına 60 lira hesabıyla şahane projeler ürettiği halde sektör klikleri sebebiyle yer/ iş bulamadığına inanan, bu sebeple de seminer katılımcıları tarafından fark edilmeyi planlayan örümcek zekalı senaryo yazarları ve samimiyetle deneyim edinmeye istekli yazar adayları. Sanayi casusu gibi hissediyorum kendimi...

Özbatur önce idealize ve tercih ettiği Senaryo Yazarı-Yapımcı ilişkisini anlatarak başlıyor konuşmasına. Kişisel tercihim, Özbatur'un son konuşmacı olmasıydı. Dizinin diğer konuşmacıları yani Cem Özkan, Mahinur Ergun, Bülent Emin Yarar, Yavuz Turgul ve Sertaç Ergin'den sonra Özbatur'u ve deneyimlerini dinlemek, "Yapımcı gözünden senaryo ve senaryo yazarına bakmak" daha keyifli ve faydalı olacaktı ama, vardır bir bildikleri dedim, çok takılmadım sıralamaya...

İlk arada, kendimi binanın minyatür balkonuna attım ve bir sigara yaktım. Salon gerçekten havasız, sıcak ve loş.. Balkoncuk dar, kalabalık ve rûzgarlı. Yaşlandıkça huysuzlaşıyor muyum? Neyse.. Meslek Birlikleri'nin önemi ve sözleşmeler" başlıklı ikinci kısım son derece aydınlatıcı oldu, en azından benim açımdan. Herkesin elinde irili ufaklı not defteri olması ama kimselerin not almaması da ilginçti. Seminerden sonra baktım da sadece İTO tarafından yaptırılan 'İzleme Alışkanlıkları' araştırmasını not almışım.

Özbatur, Kutluğ Ataman ile başlayan yapımcılık macerasını samimi anekdotlarla süsleyerek ilham verici bir lisanla anlatıyor. Yapımcı- Yazar ilişkisinin püf noktalarını, proje seçerken dikkate aldığı kriterleri sıralıyor. Günceli takip etmenin öneminden bahsediyor ama, kim anlıyor emin değilim. Seminerin son kısmına yani soru-cevap bölümüne geçmeden önce kısa bir ara daha veriyoruz. Son sigara ve çaylar içiliyor. Birbirini tanımayan katılımcıların yabancılığı tescilleniyor bu sessiz balkon buluşmalarında.. Soru-Cevap kısmı bilgilenmeye değil, iç dökme seansı olarak geçiyor. Devlet desteğinin yeterinden yetmezinden, sektörde aktif yapımcıların maaşlı senaryo yazarları beslediğinden, fevkaladenin fevkinde fikirlerinin nasıl heba edildiğinden, kimseciklerin onlardaki cevheri anlayamadığından dem vuruyorlar. Birkaç işe yarar soru Özbatur'un öğrencileri marifetiyle cankurtaran gibi düşüyor küçük salona.. Ne bekliyorsam, yoruluyorum sorulardan.

Haftaya cumartesi, Senaryo Buluşmaları 2011'in ikinci konuğu müzisyen Cem Özkan olacak. O, küçük ama rûzgarlı balkonu şimdiden özledim mi ne?



Böyle işte..