Pazartesi, Eylül 30, 2013

Günün Filmi: The Launchbox



3X3D ★★★
Pazar gününün ilk filmi her anlamda büyük bir fantazi oldu. Atlas'ta 3D izlemek keyifsiz. Ses de yetersiz kalınca eldeki imkanlarla yetinerek izledim. Usta Godard'ın genç nesil ve teknolojiyle aşık atışını.. Cannes Film Festivali'nin Eleştirmenler Haftası bölümünün kapanış filmi olan 3X3D, bana göre Peter Greenaway ( Just in Time), Edgar Pêra (Cinesapiens) ve Jean-Luc Godard'ı (Disasters) bir araya getiren bir digital başkaldırı projesi. Çağdaşım sayılacak üç yönetmenin 3D teknolojisiyle eğlenmelerini izlemek çok keyifliydi. Bende Pêra- Greenaway- Godard elele vermişler ve adına Sinema denilen Sihirbaz'ın bütün numaralarını deşifre etmişler. Godard'ın, inceden bir 'dedikoducu dede' tadı da verdiği sektör- sistem eleştirisini izlemeye doyamayacaksınız. Ama mutlaka iyi bir sinemada..

THE BROKEN CIRCLE BREAKDOWN ★★★★
Bu gün ikinci olarak, 1977 doğumlu Belçikalı yönetmen Felix Van Groeningen'in,  'Kırık Çember' olarak türkçeleştirilen filmini izledim. Belçika'nın Oscar adayı olan Kırık Çember, Tribeca Film Festivali'nde 'En İyi Senaryo' ödülünü aldı. Aynı festivalde filmdeki şahane performansıyla aklımı başımdan alan oyuncusu Verlee Baetens (Elise)  de 'En İyi Kadın Oyuncu' ödülünü aldı. Film, tatlı/ acı anlar arasında gel-git yapan kurgusu sayesinde "silme trajedi" olmaktan zekice kurtulmuş. Amerika hayranı, Country şarkıcısı Didier (Johan Heldenbergh) ile dövme sanatçısı, özgür/ özgün ruh Elise'nin aşkları ve tatlı kızları Maybelle (Nell Cattrysse) etrafında dönüyor. Hikaye üzücü.. Özellikle benim hayatında çok tuhaf bir yere değdiği için çok etkilendim ve hakkında uzun uzun konuşasım yok.

DABBA | THE LAUNCBOX ★★★★★
Günün (bana göre) kazananı da, Ritesh Batra'nın senaryosunu yazıp, yönettiği bu hint filmi oldu. Neden Oscar'a yollamaktan vazgeçtiler, hiç anlamadım. Film, Londra Film Festivali'nde "En İyi Film" adayı olmuştu. Ödülsüz döndü. Hikaye o kadar ilginç bir yerden tetiklenerek açılıyor ki hayran kaldım. İrrfan Khan (Saajan Fernande) ve Nimrat Kaur'un (İla) başrollerini paylaştığı film, Mumbai'de yaygın olarak kullanıldığını öğrendiğimiz 'Dabbawalas' denilen bir sefertası kuryesi şirketin yaptığı hata üzerine gelişen şahane bir hikaye anlatıyor. Önermesi biraz eski de olsa rejisi, oyunculukları, kurgusu ile on numara, 5 yıldız bir film.

FRUITVALE STATION ★★
Ryan Coogler'ın yazıp yönettiği bu film, gerçek bir olaya dayanıyor ve insan filmi değerlendirirken konu aldığı insanlık dışı, trajik bir ölümle sonuçlanan olayı da puanlıyormuş gibi hissediyor. Neyse.. Film, 22 yaşındaki Oscar Grant III'ın (Michael B. Jordan) 2008 yılında polis şiddeti sonucu öldürülmesini anlatıyor. Cannes'da 'Un Certain Regard' (çevirisini sevmiyorum bu kategorinin), Sundance Film Festivali'nde ise Seyirci ve Jüri Özel Ödüllerini alan Fruitvale Station 35 mm olarak çekilmiş. Film, telefon kamerasıyla kayıt altına alınan yani gerçek görüntülerle başlıyor ve Oscar'ın yılbaşı gecesi tren istasyonunda polis tarafından vuruluşuna kadar hayatından kesitler anlatıyor.

LIKE FATHER LIKE SON ★★★
Hirokazu Kore-Eda'nın Cannes'da Jüri özel Ödülü alan filmi Like Father Like Son, tatlı bir pazar gecesi filmi. Hikaye, kulakdan dolma bildiğimiz geleneksel Japon kültürü açısından sert, tartışma yaratıcı olabilir ama bana son derece eski ve sıradan yürüyüşlü geldi. Oyuncular çok başarılı, reji sağlam, çocuk oyuncular nefis ve deli sevimliler ama o kadar. Tamam, Japon halkının kendi içinde hızla kutuplaştığını, geleneksel ve modern japon ailesini tartışmaya açması güzel ama keşke senaryo biraz sürprizli olsaymış. Daha sert bir çıkarımda bulunsaymış. Kimin gözüne girmek için bu kadar "soft-pembe final" tasarlamışlar acaba? Bilemedim.

Yarın sabah iki toplantıdan sonra kısmetse, maratona devam edeceğim. Bu arada merak ettim, siz izlemiyor musunuz Film Ekimi'ni hiç sesiniz çıkmıyor?

Öyle yani..

.








Pazar, Eylül 29, 2013

Günün Filmi: Enough Said



Biletix ile cebelleşirken, kafam nereye gittiyse hata yapıp bütün biletlerimi "Öğrenci İndirimi" kategorisiyle aldığım için ilk güne huzursuz başladım. Saat 10:00'da, Atlas'ın kapısına dayandım ve bütün biletlerime fark kestirdim. İlk defa hata yaptığım ve bir hata daha yaparak Biletix'e prosedürü sorduğum için aldığım bilgi yüzünden gergindim. Her seans için kuyruğa girip tek tek fark bileti alacağım sanıyordum ama, İKSV sağ'olsun, oldukça ilgilendiler ve beni çok rahatlattılar. Kısmetse seneye kesinlikle kuyruğa girip bilet alacağım. Neyse. Gelelim günün filmlerine..

ILO ILO ★★
Film Ekimi 2013'ün açılışını Singapur'un Oscar adayı Ilo Ilo ile yaptım. Film, Antony Chen'e Cannes Film Festivali'nde 'Altın Kamera Ödülü' kazandırdı. Film, hikayesine fon olarak 1997 krizini almış. Singapur'da çekirdek bir aile ve o aileye Filipinler'den gelen bakıcı Teresa'nın etrafında dönüyor. Evin yaramaz çocuğu Jiale (Koh Jia Ler), Teresa (Angeli Bayani) ile arızalı bir ilişki tesis ediyor. Chen, bu hikayeye kendi çocukluk anılarını da eklemiş. Filmin güçlü bir rejisi var ancak naif hikayesi o kadar kişisel çıkarımlarda bulunuyor ki Oscar'da pek şansı olacağını sanmıyorum.Ancak film bittiğinde role captiondan bir tık önce çok sevimli bir sürpriz var. Hemen kapıya doğru koşup o tatlı sürprizi kaçırmayın.

ENOUGH SAID  ★★★
Günün ikinci filmi, Nicole Holofcener'in ve James Gandolfini'nin son filmi Enough Said oldu. 10 yıl önde kocasından boşanmış ve çok şahane bir masöz olan Eva (Julia Louis Dreyfus) kızı ile birlikte mütevazı bir hayat yaşamaktadır. Kızı şehir dışında okumaya gitmek üzeredir ve Eva, bir davette Albert (James Gandolfini) ile tanışır. Olaylar gelişir. Toronto Film Festivali'nde dünya prömiyerini yapan Enough Said kaliteli, dürüst bir komedi filmi. Senaryosu az biraz öğretmen edasıyla ilerlese de film temiz işçiliği ile göz doldurdu ve nazarımda  'Günün Filmi Ödülü'ne hak kazandı. İnsanı fena halde de ağlatıyor. James Gandolfini'nin ne kadar şahane, nüanslı bir oyuncu olduğunu ve çok genç yaşta aramızdan ayrıldığını bir kez daha hatırlıyorsunuz. Mutlaka izleyiniz..

METRO MANILA  ★★★
Arada Saray'a kaçıp çocukluk alışkanlığımı tazelemeyi yani tavuklu pilav yemeyi unutmadım. Sefahathane gün boyu açılmadığı için sokak arasında bir kahvede vakit geçirdim seans aralarında. İstiklal güneşli, Araplı ve çok gürültülüydü. 45 dakika fazladan rötar ile Beyoğlu Sineması'nda günün 3. filmi olarak İngiltere'nin Oscar adayı Metro Manila'yı izledim. Sundance Film Festivali'nde 'İzleyici Özel Ödülü'nü alan filmi Sean Ellis yazmış ve yönetmiş. 1970 doğumlu Ellis'i, 'The Broken' adındaki ortalama filmiyle hatırlıyorum. Daha sonra filmografisinde geri gidip CashBack'i de izlemiştim. O zaman da hikayesinin gidişatını gereğinden önce anlamıştım. Bu hikaye de -benim için- sıfır sürprizle ilerledi ve finale geldi. Filmin rejisi, kurgusu, müzikleri oldukça başarılı hikayesi de oldukça güzel ancak senaryoyu bizim total seyircimize yazar gibi kaleme alıp, sürprizsiz bırakınca bende bıraktığı tat az kekre oldu ne yalan söyleyeyim. İnsanın, keşke yazmasa sadece yönetse diyesi geliyor.

HELI  ★★★★★
Günü bitirten film de Meksika'nın Oscar adayı ve yönetmeni Amat Escalante'ye Cannes'da ödül getiren Heli oldu. Amat hızla yükselen bir yıldız yönetmen. Heli, ilk 9'a girebilir çapta bir film hatta iyi bir lobi yaparlarsa 5'i de zorlayabilir. Heli'nin tuhaf ve zor izlenir bir dokusu var. Hatta gereksiz sert sahneler var. Escalante 2008'den beri merakla takip ettiğim genç yönetmenlerden biri. Alametifarikasını ise filmlerinde şiddeti (gülmeyin ama) illüzyon olarak değil de tuhaf bir samimiyetle kullanıyor. Filmin arka jeneriğinde senaryo &casting ekibinde Zümrüt Çavuşoğlu ile kurguda Ayhan Ergürsel'in isimlerini görmek de keyifliydi. Hikayenin neresini anlatsam spoiler vereceğim. En iyisi gidip izleyin. Ve Heli, o kadar canımı sıktı ki son filmim La Vie D'Adale'yi izlemeden eve geldim.


.

Öyle yani..

.


Cuma, Eylül 27, 2013

Diren zaman!



Aklıma gelen başıma geldi. Kim bilir kaç bölüm boyunca "Emanet ne?" sorusuna cevap arayacağız. Onu koyalım da bir kenara, ilk bölümden beri senaryoda ciddi zaman sıçramaları oluyor. Misal el kadar çocuğu, hem de yabancı bir evde sırf kaybolsun diye anası tek başına çişe yolluyor. Bu çocuk ilk bölümden beri ağzına kaşıkla yemek verilen, anasının göz bebeği idi.  Bana sorsan donunu bile tek başına çekemeyecek bir karakterdi. Ne oldu şimdi? Ama haklısınız karakter devamlılığı kimin umurunda? Yeter ki sahne olsun, zaman dolsun. Üstelik bir evin içinde 'kaybolmak' da ne demekse? Haydi kurguladın sahneyi, ben de aç oturdum ekran karşısına yiyeceğim. Hazırım. 

Çocuk, anasıyla yattığı odanın kapısından çıktığı anda sahne, Bahattin-Hüsne'nin yastık sohbetine bağlanıyor. Uzun uzun emanet konusunu tartışıyorlar. Kestik. Bizim minik oğlan tuvaletin kapısını yeni bulmuş, içeri giriyor. İkinci kapıda tuvaleti buldu. Bu cepte. Sonra hoop, Civan kalkıp pencereden bakıyor. Evi gözleyen delikanlıyı görüyor. Evi gözleyen delikanlı Civan'a yakalanınca kamyonete doğru kaçıyor. Civan pencerede, arkasını döndüğünde pat, yatakta yatarken bıraktığımız Yadigar mutfaktan elinde bir bardak suyla çıkıyor. Civan'a gülümsüyor ve merdivenlere yöneliyor. Pat yine sokağa bağlanıyoruz. Evi gözleyen delikanlı kamyonette diğeri ile muhabbet ediyor. Tak tekrar bizim eve dönüyoruz Civan uyumuş. Uykuda dönüp arkasına bakıyor, Yadiğar'ın oğlan arkasına girip uyumuş. Bak bu kadar zaman geçti ama Yadigar yabancı bir evde, ilk gecesinde, tek başına çişe giden bebesini merak etmedi. Kızıyla yatak didişmesi yapıyor odada. Oğlunun kaybolduğunun farkında değil. Tak, yatak odasının kapısı çalınıyor. Civan, kucağında çocukla kapıda dikiliyor: "Bu delikanlı kaybolmuş galiba?" 

Yadigar, Kapalı Çarşı'ya giderken de önüne koyulan emanet gerekçenin uydurukluğu, aniden peşine Civan'ın takılması, zorla yemek yapacağı eve götürmesi, Bahattin'in lunaparkta emanet çabası hep yavan kalmış yan yollar. İçe doğru açılan yatak odası kapısına sırf gülünsün diye Hüsne'ye omuz attırmalar.. Hangi birini sayayım? Sorun ne yaptığınız değil, nasıl yaptığınız. Seyirciyi inandırmak için çaba bile harcamıyorsunuz. Bu saatten sonrasına dair içimden cümle kurmak bile gelmiyor. Bu özensiz işi, sadece Gökçe Bahadır'ın yolculuğunu gözlemlemek için birkaç bölüm daha izlemeye devam ederim ama artık hakkında cümle bile kurmam.



Hayırlı olsun..


.



Perşembe, Eylül 26, 2013

Ateş Seni Çağırıyor..


Muhteşem Yüzyıl sezonun en riskli bölümünden de alnının akıyla liste lideri olarak çıktı. İlk bölüm herkes yeni Hürrem merakıyla ekran başındaydı. Dün gece ise bana göre kemik seyircini ekibe, "Yürü ya kulum!" dedi. Artık hikayenin temposu düşmediği sürece Muhteşem Yüzyıl'ın sırtı yere gelmez. Evet, Hürrem hayranları hâlâ buruk ama elden ne gelir? Dün gece Gold Film'in hazırladığı A.Ş.K'ı tekrarıyla birlikte izlediğim için Muhteşem'in bölümüne sabah çayımı içerken izledim. Anlayacağınız dizinin dün gece yayınlanan bölümünü sabah afyonum patlamadan izlediğimi belirteyim.

Taylan Biraderlerden bayrağı devralacak olan (belki de almışlardır çoktan..) genç yönetmenler yani Mert Baykal ve Yağız Alp Akaydın, eski rejinin üzerine bir taş dahi koymadan olduğu gibi kurulmuş ve sezonlardır kabul görmüş dünyayı devam ettirecekler mi, yoksa özgün birşeyler yapmaya girişecekler mi, açıkçası merak içindeyim? Dizide sezonun ilk bölümünden itibaren ışıklar biraz farklılaşmıştı ama halen bunun sebebinin Hürrem'i kamufle etmek olduğunu düşünüyorum. Ama bazı ikili diyalog sahnelerdeki teknik adını bilmediğim o, "pıt ona, pıt buna kesmeli" montaj (Özellikle de Hürrem- Rüstem sahnesinde) gözümü çok yoruyor. Neredeyse lafları hece hece bağlayacaksınız, el insaf..

Bu sezon beni en çok şaşırtan Ozan Güven'in artık karakterine iyice ısınmış olması ve hikayenin de desteğiyle performansının kafa kaldırması oldu. Beklemiyordum. Sezon hikâyesinde rolü oldukça baskın, oyunculuğunu parlatmasının işe de kendine de katkısı büyük olacaktır. Rüstem Paşa'yı parlatmak için her fırsatı çok güzel değerlendiriyor. Eline sağlık.. Bir de şunu sorasım var. Sarp Akkaya her dönemin bir yanı kırık, arızalı,  'sokak çocuğu' rollerini oynamaya ne kadar devam edecek, merak içindeyim. Mahidevran da gözümüzün önünde yaşlandı. Yeni Hürrem o kadar da çökmüş görünmüyorken o cenahın makyajları toptan kötü duruyor. Bu arada Vahide Perçin'e de iyice alıştım ve karakteri yorumlayışına konsantre olarak başka başka deneyimler yaşamaya çalışıyorum.

O değil de, Hürrem yaşlandıkça doğal olarak libidosu da düştüğü için Süleyman'la yan yana oldukları sahnelerin de tansiyonu inmiş, romantizmi bitmiş. Bir abla kardeş sıcaklığında geçen şiir okuma sahnesinde gerçekten de verilmek istenen, "Artık eskidik, kan kardeş sayılırız. Dizimizi kırıp oturalım" mesajı ise başarılı olmuşlar. Ayol, hiç değilse sahne finalinde iki karakteri dudak dudağa getireydiniz. Öpüştürmeyeydiniz ama ekran başını aleve vereydiniz? Yok. Yakında diz dize verip, mangalda kestane kebap yaparlarsa bile şaşırmayacağım. Hürrem yerini sağlama aldığını düşündüğü için artık tüm hırsını oğullarının taht kavgasına yöneltti ama hiç belli olmaz. Süleyman her an aklını hareme yeni düşmüş, taze ve oynak bir cariyeye takabilir. Cihan Padişahı da olsa erkek, erkektir Hürrem'ciğim. Bir gözün hep açık olsun!

Hürrem kavuğunu, kırık aksanıyla hasretimizi dindirmek için elinden geleni yapan İtalyan dilberi cariye Nurbanu'ya devredecek mi, Süleyman'ın aklının üzerine bölümlerdir dökülen ölü toprağı üflenecek mi, yan hikayelerin karbon kopya gibi sezonlardır süren tekrarları bitecek mi, akrep Hürremi sokacak mı, Aziz'in kelle söğüş mü? Hepsinin cevabını haftaya öğreneceğiz.

Öyle yani..





Hoş Geldin A.Ş.K


Gold Film'in, Kanal D için hazırladığı A.Ş.K, kanlı çarşambanın yılmaz savaşçılarından biri olmaya gönüllü halde yayına başladı. Dizi hazırlık aşamasındayken konusu itibariyle "Match Point" ve "The Wings of Dove" namlı sinema filmlerinden esinlenme olduğu söyleniyordu. A.Ş.K'i izlemeden önce söz konusu filmlere bakmaya niyet ettim ama açık söyleyeyim çok üşendim. A.Ş.K'ın öyküsü Elif Usman'a aitmiş. Senaryosunu, Serdar Soydan yazmış. Başrollerini Hazal Kaya, Aslı Tandoğan ve Hakan Kurtaş'ın paylaştığı dizinin yönetmeni Ömür Atay. Nebahat Çehre, Kaan Urgancıoğlu, Servet Pandur, Tugay Mercan ve konuk oyuncu olarak Erkan Can rol alıyor. Dizinin görüntü yönetmeni Oktay Başpınar, sanat yönetmeni Zafer Kanyılmaz.

Açıkçası umudum kalmamışken tertemiz, dozunda yeni, yeterince "düz", oyun ve hikaye odaklı bir reji izlediğim için çok mutluyum. Ömür Atay'ı ve tüm reji ekibini içtenlikle kutluyorum. Devamlılık biraz gözümü yordu. Aslı Tandoğan'ın (özellikle tenis öncesi/ tenis sonrası) saçlarına bakıp, hangi sahne için kaç saat beklemiş, hangi sahne ertesi gün tekrar çekilmiş diye program bile çıkarırım. Hoş, devamlılıktan sorumlu arkadaşların da ellerinden geldiğince işlerini iyi yaptığını ama durumun çok zaman "masada" karıştığını ve "Kim fark edecek?" tadında yürüdüğünü de biliyorum. Ben fark ediyorum. Çünkü zaten bütün hikayeler arızalı. Hikaye sağlam olsa oyunculuklar arızalı. Oyunculuklar tam olsa rejisi tuhaf işler izliyoruz. O yüzden "Okyanusu geçelim de sonra gider derede boğuluruz" bize göre bir motto değil; yavur işi. Vazgeçelim tez elden.

Kostümler, üzülerek söylüyorum ki dökülüyor. Nebahat Çehre -muhtemelen yine kendi kostümlerini kullandığı için- muhteşemdi ama geri kalan herkes istisnasız Sosyete Kezbanı gibi giyiniyor. Milyarder kızın elinde çakma çantalar.. Demode saç taramalar.. Mafyacıya saks mavisi smokin ceketi giydirme fantazileri.. Adam zaten ufak tefek baskın renkte bir kostümle sahnenin odağı halne getirip hepten yok etmişsiniz. Sanat yönetiminde yine bir vizyonsuzluk, basiretsizlik hakimdi vesselam. Şaşırmadım. Mekanları ve mekan giydirmelerini ise gerçekten beğendim. Ancak şu parti/ defile sahnelerine rüküş diskotek ışık yapma modası bitmedi gitti. İstirham ediyorum, biraz Fashion Tv mi izleseniz?

Hikaye, sanırım esinlenildi diye dedikodusu çıkan sinema filmine "çok da benzemeyelim" kaygusuyla topallamış. İşin genel hikayesindense diyalogları acemice ve yok yere samimiyetsizlik tuzakları kuruyor. Kaygulu kurulmuş bazı sahneler var. Misal, Şebnem, spor salonunda oturuyor. Bizim oğlan yanında. Yüzme dersi alacak. Şebnem sorar. "Saat kaçta?" El cevap, 10 iyi mi? Bu kızcağız sabah kargalardan önce spor salonuna mı geliyor Arkadaşım? Ne ihtiyacın var o anda saat sormaya, saat telaffuz etmeye? Neden? Anlaştık o zaman de, kes. Hop açıl, havuzdayız. Bitti gitti. Bayılıyorsunuz kendi kendinize tuzaklar açmaya. İşte bunlar hep kendini inandırıp, ikna etmeye çalışan senarist alışkanlıkları. Hikayede de arızalar yok değil ama bunlar toparlanmayacak şeyler de değil. Demem o ki senaryoda teknik bir sorun yok. Azra'nın Orhan'ın inine girdiği sahneyi saymazsak tretmanı temiz, zaman sıçramıyor. Sadece özgüvensiz. Yüzme dersinin saatini öğrenmem konusunda hassassın ama Azra'nın Kerem'i takip ettiğini gösterme gereği duymuyorsun mesela? Kilit bir sahneyid ama yeterince tansiyon yapmadı. Kapının dışında silah tutan figüran da lüzümsuz kalabalık yaptı. O sahne çok daha inandırıcı ve etkili kurulabilirdi.

Oyunculuklara, oyuncu seçimlerine diyecek sözüm yok. Servet Pandur'u gördüğüme mutlu oldum. Umarım hikayesi uzun soluklu olur. Hazal Kaya, Aslı Tandoğan tertemiz oynamışlar. Hatta Aslı Tandoğan'ın performansını uzun zamandır ilk defa bu kadar çok beğendim diyebilirim. Hazal Kaya da oyunculuğuna level atlatmış. Beden dilini öğrenmiş. Hala topuklularla rahat değil ama onu da reji kamufle etsin derim. Hakan Kurtaş pırıltılı ve yetenekli bir adam. Bu hikaye için adı telaffuz edildiğinde sosyal medyada "kızlara zayıf kalacak" diye mızırdanan fanatiklere de söylediğim gibi son derece de doğru bir seçim. Bu hikayenin ihtiyacı olan bir Apollon değil. İleride "Bu kızlar neyini sevdi de uğruna sefil oldu?" dedirtecek çapta bir şeytan tüylü. Yolu açık olsun.

Açıkçası başarılı olmalarını isterim çünkü hikayeyi nasıl yürüteceklerini merak ettim. Kırılma noktalarını, Kerem'in yaldızı dökülünce olacakları izlemek isterim. Özetle bir soap opera olarak AŞK, temiz rejisi, tatlı oyuncularıyla bu sezon başlayanlar arasında ilgi çekici bulduğum işlerden biri oldu. Emeği geçen herkese teşekkür ederim.  Yolu bereketli ve uzun olsun.



Öyle yani..












Çarşamba, Eylül 25, 2013

Çalıkuşu: Sıradaki Güğümler!



TİMS'in, Reşat Nuri Güntekin'in aynı adlı eserinden yeniden ekrana uyarladığı Çalıkuşu'nun ilk bölümü dün gece yayınlandı. İlk 25 dakikasını kaçırdım. Bu yüzden tekrarına da bakmak zorunda kaldım. Bugün de eleştirisini yazmadan önce internet sitelerinden romanın özetini buldum. Okudum, hazırım. Ne var? Oturup, baştan aşağı romanı okumamı beklemiyordunuz değil mi? Özet sitelerine takılmak en pratik çözüm ve bence çoğu edebiyat uyarlaması yapan pek çok senarist de benimle aynı yöntemi uygulamalı. Neyse ki Çalıkuşu 2013'ü uyarlayan ekip romanı en az bir kez okumuş hissi yaratmayı başardı. Anlamışlar mı, derseniz? Bilemedim. Oralara bir girersem hiç çıkamam zamanlarından geçmekteyim.

Eğer bilgisayar başındaysanız arama çubuğuna 'Çalıkuşu' yazdığınızda önünüze dizilen sayfalarca kaynaktan öğrenebileceğiniz gibi romanın yayınlandığı dönemde (1922) ilgi görmesinin önemli nedenlerinden biri de kullandığı 'gündelik lisan' olarak gösterilmektedir. Çağan Irmak'ın senaryo ekibi de bu konuda ziyadesiyle hassas davranmış ve uyarlamanın dilini günümüz sokak lisanına haylice yaklaştırmışlar. Kabuğunu kırmak için debelenmiş, epeyce de çalkalanmış topraklarda yaşayan insanların adetâ ve yalnızca aşk maceralarını fon alıyormuşcasına kurgulanan bu popüler eseri ekrana uyarlarken, 90'lı yıllarda radyo dj'leri tarafından dilimize yeniden pelesenk edilmiş, 'Sıradaki güğüm sevip de kavuşamayanlara gelsin' kalıbının kullanılması ekibin yazarken de, çekerken de çok eğlendiğinin açık bir göstergesiydi. Allah daim etsin.

Sahneler ilerledikçe Reşat Nuri romanından ziyade, rahmeti Osman Seden'in 1986 yılında TRT için yaptığı dizinin uyarlamasını izlediğime kani oldum. Bu o zaman çok gençtim, hayat çok renkli ve tazeydi. Bu sefer ise her şey çok sıkıcı ve bayattı. Lakin sanat ekibi zahmet edip onlarca fırfırlı saten şemsiye yaptırmıştı. Emekleri heba olmasın diye diziyi izlemeye devam ettim. Şimdi, dürüst davranmak gerekirse sanat grubu da bir yere kadar haklı. İnsanlar geriye dönüp baktıklarında, o döneme ait referans olarak bulabildikleri tek kaynak 'Katibim' ve 'Tosun Paşa' olunca, 1920'lerde sokakta dolaşan halkın az sonra Çadır Tiyatrosu Sahnesi'nde kantoya çıkacak şantözler gibi giyindiklerini zannetmeleri normal. Demem o ki dönem işlerinin dekor -kostüm konusunda çuvallamalarında bütün suç Yeşilçam'ındır.

Baktım dizide her şey fazladan melodili bir neşe içinde abartılı ve renkli ilerliyor. Yadırgıyordum ki tam o noktada Çağan Irmak'ın ne yapmak istediğini anladım. Çalıkuşu, yola çıkışı itibariyle de bir tiyatro eseridir ya, Irmak da o kafada ilerleyip yorumunu teatral kılmak istemiş. Keşanlı Ali hezimetinden de kimsecikler ders almadı zaar. Çalıkuşu 2013'ün tamamı çizgi romandan kaçmış gibi abartılı kurgulanmış. Tamam teatral bir yeni soluk deniyorsunuz da ortaya çıkan Fars dahi değil, bir tür müsamere. Evlatlarımız sahne alacak, eşe dosta anekdot biriktireceğiz diye izliyoruz amma sıkıntıdan da patlamayalım istiyoruz, çok mu? 

Feride, -romanda ısrarla bahsedildiği gibi- yaramazdan ziyade hain bir çocuk ve Safinaz'dan hallice bir genç kız olarak yorumlanmış. Feride karakterinin içinin boşaltılmasının faturası da, plastik malzemesinin kusursuzluğu ile gönüllere taht kurmuş Fahriye Evcen'in kısıtlı rol kabiliyetinden mâ-adâ projeyi tasarlayan Çağan Irmak'a kesilmelidir. Filhakika bir projede Çağan Irmak ve dengi çapta bir imza varsa karakter yorumlarını oyuncular üzerinden eleştiremem. Şüphesiz öncelikli muhatabım Çağan Irmak olacaktır. Bu sebeple ne Fahriye Evcen ve Burak Özçivit, ne de uyarlamanın biçimi ve seçilen yol üzerine fazla cümle kurmayacağım. Demek ki Çağan Irmak'ın gönlünde yatan Feride ile Kâmrân ve okuduğu romandan aldığı kâm budur. Kabul eder izlersiniz ya da televizyon tarihinin tozlu raflarına gömersiniz. Patron sizsiniz..

Açıkcası cast yönetimini oldukça başarılı buldum. Cast direktörleri, hakimiyet ve yeterlilik konusunda güçlendikçe çok daha parlak sonuçlar çıkaracağına da inanıyorum. Bu projede de yan kadroda çok başarılı ve güçlü oyunculuklar izledim. Pek çoğu deneyimli, pek çoğu da isimsiz oyunculardı. Hepsinin gönlüne sağlık! Misal Feride'nin 10 yaş halini canlandıran Nehir Çağla Yaşar'ı tarifsiz beğendim. Nasıl isterseniz öyle adlandırın amma ekran işlerine baktığımda bazı oyuncuların gözlerinden asla somut olarak tarif edemeyeceğim bir ışık çıkıyor ve ciğerimi kesiyor. Dün gece Çalıkuşu'nu izlerken de bazı performanslarda aynı duyguya kapıldım. O ışık dile geliyor ve 'Olmadım, ben bu role oturmadım', diyor. Örnek de vereyim. Kanal D'nin başarılı projesi Kanıt dizisinde genç polis rolünde izlediğimiz Deniz Celiloğlu'nun çıktığı her sahnede sanki Kanıt'ı izliyormuş gibi hissettim oysa kadroda Suskunlar'daki yorumuyla ocağımıza ateş gibi düşen Mehmet Özgür de vardı ve onu izlerken aklıma zerre kadar Takoz İrfan gelmedi. Deniz Celiloğlu'nun canlandırmaya niyet ettiği karakterin ise bakışları, replikleri tonlayışı, saçı sakalı, yarı külhan duruşu tamamen bizim eski Selim'di. Selim, zaman makinesine binmiş, kostüm değiltirmiş ve Çalıkuşu'nun arızalı dünyasına ışınlanmış gibiydi. Olduğu gibi. Hiç değilse sakalını kesip, saçını yandan tara? Plastik malzemeni elletmeyeceksen o zaman yeni bir karakter ver bize? O da yok.

Eskisi gibi kadrolar çekime 2 hafta kala şıpınişi hazırlanmıyor ki, oyuncuların karakter çıkarmaya vakit bulamamalarını gerekçe olarak kabul edelim. Lafımın tamamı da Deniz Celiloğlu'na değil. Haddinden fazla alınmasın. Muhtemelen pek kıymetli ve yetenekli bir oyuncu adayı ama meziyetini henüz ekran seyircisiyle paylaşmaya karar vermemiş olmalı. Yeri gelmişken lafı meclisten dışarı ama mutlaka söylemeliyim, bazı ekran figürleri ve onlara yol açanlardaki bu sebepsiz 'özgüvenli' hali düpedüz meslek sevgisizliği olarak kabul ediyorum. Hayır, yüz bin kişi filmini izleyecek diye bir titizlenme, bir abartılı önemseme, kıymet verme hali takınacaksın ama 10 milyonun karşısına çıkarken, 'Alt tarafı televizyon işte!' Yağma Hasan'ın fırını çoktan kapandı, kaldırın kafanızı biraz da, dünyada sektörün geldiği noktalara bakın.

Ömrü bol olsun, blog röportajı için konuştuğumuzda, 'Oyunculuk bir ruh haldir.' demişti, Ahmet Mümtaz Taylan. Kulağıma küpedir, size de şiddetle tavsiye ederim. Netice.. Dizide en beğendiğim, çok zekice kurulmuş dediğim tek sahne de, Ortadoğu'da savaş esnasında çekilmiş ve net yorgunu bir fotoğraf karesinden yerelleştirme çıkınca toptan iflas ettim. Her şey kötü mü? Değil ama, benim için yeterli değil. Neden bu işi izleyeceğim, sorusuna cevap veremedim. Çalıkuşu, hayli demode uyarlama anlayışı, tuhaf rejisi, ergen hikâyesi ve (umarım henüz) içi boş karakterleriyle ilgi alanım olmaktan çok öteye düştü. 'Tims'e olan sevgi/ saygı kontenjanımı da Muhteşem Yüzyıl işgal edince 'İzlerim!' diyeceğim tek bir sebep bulamadım. Arada bakarım, o kadar..

Emeği geçen herkese teşekkür eder, Çalıkuşu'nun ekran macerasının bereketli ve uzun olmasını dilerim.


Öyle yani..



.

Salı, Eylül 24, 2013

Güzel Çirkin Final Yaptı



Yapımcılığını Erler Film'in üstlendiği, 1 Temmuz'da, Kanal D'de yayına başlayan ve başrollerini Naz Elmas ile Ali Sunal'ın paylaştığı, Kemal Uzun'un yönettiği polisiye dizi 'Güzel Çirkin', bu gece yayınlanan 13. bölümüyle ekrana veda etti. Ne yazık ki Naz Elmas'ın ekran talihi hiç gülmedi. Haziran Gecesi'nden sonra elle tutulur sağlam bir projenin içinde duramadı. Aslında iyi projeler de seçemedi. Bütün ekibe hayırlı, uğurlu, bol bereketli yeni işler diliyorum. 



Yarın da Tims'in Kanal D için hazırladığı uyarlama dönem dizisi Çalıkuşu'nun ilk bölümü yayınlanacak. İzleyemeyeceğim. Kısmetse, ve hava çok terslenmezse Harbiye Açıkhava'da, Mazhar Alanson Konseri'ni izleyeceğim. Bu arada hafta sonu FilmEkimi maratonu başlıyor. 6 Ekim'e kadar yaklaşık 35 film izleyeceğim. Umarım, sırasız işler çıkmaz da fazla film kaçırmam. Kısmet..


Öyle yani..

.











Cumartesi, Eylül 21, 2013

Kayıp: Mehmet, Özlem'i Seviyo!




Dün gece Kayıp'ın ikinci bölümü yayınlandı. İlk bölümdeki ses sorunu giderilmiş, arka plan müzikleri ziyadesiyle geri çekilmişti. Hikâyenin 3 bölüm daha topallayacağını sahibi İrfan Şahin de röportajlarında açık açık beyan ettiği için orasını fazla deşmeyeceğim. Bazı oyunculuklar bana sorarsanız hâlâ sorunlu duruyor. Ama bana sorarsanız.. Misal Kürşat Alnıaçık, yakın planlarda fazladan mimikli ve kaşı gözü çok hareketli görünüyor. Onun kaşına gözüne bakarken lafları kaçırıyorum. Çok büyük sorun değil de, çenemi tutamıyorum işte..

Kayıp'a, Mete Horozoğlu sesi eşliğinde özetimsi bir 'Previously On' da eklemişler. Metinde bir-iki saçma kitabi cümle vardı ama idare eder. Özellikle Özlem'in payına düşen diyaloglarda inceden bir acemilik de sezmiyor değilim. Daha dikkatli bakmak lazım. Hikâyede kendini en korunaklı tutmaya çalışan karakter Özlem ve ağzından çıkanlar belki daha özenli olmalı. Telefon konuşmasındaki her yöne giderli "Anneciğim" tonlamasının da sebebini anlamadım sanmayın. Neyse.. Bölüm başlar başlamaz 15 saat geri gittik. Açıkçası Mehmet'in takip sahneleri ortalamanın üzerinde heyecan vericiydi. Etkilenmedim diyemem. Fakat hikâye annenin acısına dönünce hızla zap yapasım geliyor. Dolunay Soysert'i de germek istemiyorum amma ( Bendeki de ne kibirli bir özgüvense!) Leyla yorumunda adını koyamadığım, içime sinmeyen bir yapaylık var. Çözüm de öneremiyorum sadece mızmızlanmakla kalıyorum. Dün gece izlerken dedim ki, Allahım biri bu kadına sakinleştirici iğne vursa da bölüm boyunca boş çuval gibi otursa!

Artık reji için övgü düzmek istemiyorum. Kadın, ( pardon Hocam, laf öyle geldi) Ömer Kavur ve Ziya Öztan'ın rahle-i tedrisinden geçmiş, sakızdan çıkma niyet manisi koysanız önüne dünya kuruyor. Ne övücem? Bu hikâyenin reyting listesinde ilk 10'da kalmasında en büyük pay rejinin ve çok kaliteli performanslar sergileyen oyuncularındır. Dün gece Mehmet'in ailesiyle de tanıştık. Aileyi de çok sevdim. Aslında hikâyenin acilen bir aşka ihtiyacı da yok değil. Dün yayınlanan bölümde zihnimi en ferahlatan sahneler Mehmet ile Özlem'in ufak flörtleşmeleri oldu. Mehmet ve Özlem arasında ağır arızalı, bol tutkulu bir aşk izlemek istemeyen var mı?

Aslında Kayıp'ın geleceği için hiç endişelenmiyorum. Kanal D, her türlü zararı göze alıp işi tutturana kadar direnecek, ekrandan çekmeyecek, eminim. Son olarak, dünkü bölüm, haftaya da Kayıp izlememi sağlamaya yetti. Med Cezir şimdilik benim için fazla ergen bir hikâye..



Öyle yani..


.

Cuma, Eylül 20, 2013

Konusu genç, rejisi yaşlı dizi: Med Cezir



Bu bölümün başında tatlı Yaman'ımız, yanlış yapmadığı sürece yeni yuvasında geçici olsa da barınma garantisini aldı. Hatta kendine Ender'in inşaat projesinde iş de buldu. Böyle tatlı tatlı, ferah feza, suya sabuna dokunmadan izliyordum. Fakat reji, Mira ile Yaman'ın en romantik sahnesine kan doğrayınca yine içim sıkıldı. Vallahi Ali Bilgin kırılmasın ama rejisiyle bu işin altından kalkması için daha 10 fırın ekmek yemesi lazım. Ece Yörenç ve Melek Gençoğlu'nun adeta alametifarikası olan romantik sahnelerde reji çok başarısız oluyor. Seçtiği açılar, kadrajlar, zayıf mizansenler yüzünden içimiz cız edemeden sahne izliyoruz. Mira ve Yaman'ın el temasıyla başlayan yakınlaşma sahnesi resmen sıradan bir sahne gibi geçti gitti. Yaman sanki kızın elini değil de patates tuttu. Mira sanki Yaman'a değil de, duvara yanaştı. Selim ile Ender'in öpüşme sahnesi de cabası.. Hele de bölümün zirvesi olması planlanan Orkun- Yaman kavgası ve peşinden gelen yangın sahneleri tam anlamıyla bir müsamere mizanseni gibiydi. Gerginlik olmasın ama reji işin pırıltısını aşağıya çekiyor. Kurmaca dünyasında vizyonu çok zayıf. Bu kadar genç bir adamdan, bu kadar "yaşlı" bir reji nasıl çıkıyor, hayret içindeyim? Neyse..

Bölüm ilerlerken Faruk Beyciğimiz içine düştüğü nakti krizi çözmek için şahane bir yol buldu. Parayı eskiden beri yanık olduğu Ender'den (500 bin dolar) istedi. (Aytaç Kara'nın uyarısına göre orjinalinde 100 bin dolar borç alınmış ama dizi biteli onca yıl oldu, dolar epeyce yükseldi.) Ender elbette borç vermeyi kabul etti. Bu konuşmayı duymadan, reji zoruyla gözümüze soka soka uzaktan izleyen Yaman da, sanırım pozisyonu yanlış anladı. Yakında kokusu çıkar. Ender de haftaya parayı Faruk'a verir, Selim'den de gizler. O zaman seyreyle gümbürtüyü.. Bu arada Eylül'ün doğum günü partisi esnasında Mira ve Orkun iyice gerildiler. Yaman, Orkun'dan kalan vaktini anacığını kurtarmaya çalışarak harcadı. Şerefsiz babalığını ziyaret bile etti, şikayetini geri almasını istedi. Mert de kuyruğu gibi peşinde dolaşmaya devam etti ve adama şikayetini geri alması için para teklif etti. Bölüm finale yürürken Orkun- Yaman gerginliği yükseldi ve sonunda alev alev yanan evin içinden Yaman'ı yine Orkun aldı. Yaman, duman zehirlenmesi sebebiyle ambulanslık oldu. Neyse ki tatlı Yaman'ımız yolda gözünü açtı. O sahnedeki Selim'in yüz ifadesini ölsem unutmayacağım. Med Cezir'in -sanırım ben de izleyeyim diye- bu bölümünde hapishanede türkülü bir sahne yazmışlardı ama kusura bakmasınlar, detone türküyü dinleyemedim. Sesi kıstım. 

Eylül ve Sude performansları da halen dizinin en zayıf halkaları olarak varlıklarını devam ettiriyorlar. Mert'i bu bölüm daha iyi gördüm. Akışta zaman uzatmalık minik minik aralara serpiştirilmiş bazı dolgu sahneler var. Sırıtıyor. Establising shot yok. Keşke olsa, toplamda epeyce dakika kazandırır insana.. Son olarak, bu bölümün en eğlenceli yeri, bence, Mira'nın arabada giderken Mert'e George Lucas- Star Wars üzerinden laf sokmasıydı. Bu hafta Kayıp'ı kayda alıp, canlı canlı Med Cezir izledim. Haftaya aynı şeyi yapar mıyım? Gidip Kayıp'ı izleyeyeim de, ona göre karar vereyim. 



Öyle yani.



.

Aramızda Kalsa'ymış, iyiymiş..






Önemli Not: Bu yazıyı okumaya başlamadan önce lütfen günler önce yayınladığım, Aramızda Kalsın yazısını okuyunuz.


Aramızda Kalsın, hepimizin bildiği gibi uzun zamandır üzerinde çalışılan bir TMC projesi. Hikayemizin baş kahramanı olan Antepli iki çocuk annesi, sıradan ve saf ev kadınımız Yadigar'ı (Gökçe Bahadır) büyük ve kötü bir sürpriz beklemektedir. O sürprizden bir tık önce her anne gibi evlatlarına pervane olmuş Yadigar’ımız, gündelik hayatını sürdürürken, aslında o günün sıradan bir gün olmadığını, evliliklerinin 12. yıldönümü olduğunu büyük kızı Yaren’e söylerken biz de öğreniriz. Kızı Yaren’i okula göndermeden önce mutfakta doyurmaya çalışırken hikayeyle ilgili o ana kadar bilmemiz gereken konuları da ders kitabı cümleleriyle diyalog niyetine bizim için tekrar eden Yadigar’ın, tam o esnada ev telefonu çalmasın mı? Çalsın. Arayan ‘Memur Bey’, Yadigar’ın adresini dahi bilmediği, cincoz kocasının tapulu mülkü olan daireyi su bastığı bilgisini verir. Kocası, ( Cengiz Bozkurt ) ilk beş dakikada defalarca tekrarlandığı üzere Ankara’ya sağlık kontrollerine gitmiştir. Çaresiz Yadigar, düşer yollara ve olaylar gelişir. 

Yadigar, öğrenir ki kocası bildiği şerefsiz Halil'in, hamile Yandan Handan'la bambaşka bir hayatı vardır. İşte bu dakikadan sonra kalan 1 saat 37 dakika boyunca gerek kağıt üzerinde, gerekse okuma provalarında hiç de fena durmayan bu küçücük ve şirin fikir, nasıl heba edilir, onu izleyeceksiniz. Şaşkınım. Selin Tunç gibi rüştünü çoktan ispat etmiş, hikayesini de, diyaloglarını da, çatısını da defalarca sağlam kurabilmiş bir yazar, nasıl olur da bu kadar kırık dökük, zaaflı bir iş yazar, ver cevabını verebilirsen? Ben veremedim. Diziyi izlemeyi bitirdim. Karnıma ağrılar girdi. Sanki birileri eline almış kırmızı kalemi, Selin Tunç senaryoda ne yazdıysa silmiş ve yerine yenilerini eklemiş gibiydi. Yemin ederim, diziyi saniye saniye eleştiresim var ama, kıyamıyorum. Kalbim elvermiyor. Bu senaryoya -yüzde bin milyon kere iddiaya girerim ki- kesinlikle çekim esnasında ve dahi montaj masasında bir karışan, kesen biçen, ekleyen çıkaran olmuş. Aksi mümkün değil. Ay biri aksini söylerse bileklerimi keserim! 
Dizide, Gökçe Bahadır’ın samimiyetini, projeye inancını, rol arkadaşlarına saygısını attığı her adımda, karede hissettirdiği güçlü performansını bir kenara koyarsak hiç kimseyi beğenmedim. Binnur Kaya, Hüsne karakteriyle Yabancı Damat’ın Nazire'sine selam çakmış, işini sağlama almış. Yıllarca aynı kadını izledik, sevdik, güldük zaten, bu saatten sonra ne gerek vardı, diyen olmamış. Uğur Yücel’in oyunculuğu için cümle dahi kuramam. Bu saygısızlığı yapmamayı tercih ederim. Caner Cindoruk ise bütün potansiyeline rağmen doğru projeyi seçememe konusunda bir dünya markası olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Yeknesak melodili sözde "italyanca" konuşmasına ölümüne güldüm, sakın ola bana kızmasın. Yan cast bir facia.. Cast Direktörü de kusuruma bakmasın ama, oyuncuların tamamına yakını sanki yoldan geçerken sete çağırılmış gibi inandırıcılıktan yoksun ve sıradandı. 

Aramızda Kalsın, komedi tabanlı, sıcak bir iş olacaktı. Sen, bir drama yaratıp, dünya kuracaksın sonra da metninde şaka diye tanımlanacak, gülümsetecek, zeka içeren tek bir cümle olmayacak ama benim hikayeyi canlandıran karakterlerin durumdan çıkardığı “komik” performansa gülmemi bekleyecek, umudunu buraya mı dayayacaksın? E, Yalan Dünya var, onu izlerim? Bahtiyar kafasını musluğa soktu, Hüsne ağzını burnunu eğdi, omuzlarını büktü diye kahkahalarla gülmemi bekleyeceksiniz öyle mi? Oldu. Gülerim ben buna. Gülmekten geçtim de, Aramızda Kalsın’ın anlattığı hikayeye, kurmayı denediği çatışmaya inandım mı? İnanamadım. Ne Civan’ın komik bir gerekçeyle ( ülkede aşçı nüfusunun köküne kıran girmiş olmalı) 2 hafta için -15 sene sonra- memleketine dönmesine, ne Bahattin'in et lokantasını ayakta tutabilmek ve bataktan kurtulmak için Civan’a ihtiyaç duymasına, ne de Yadigar’ın bulduğu mektuba ve gizemli 'emanet'e dayanarak İstanbul’a gelmesine inandım. Kusura bakmayın. Şimdi ilk bölüm hikayesi olarak, karakterlerden birini Antep, diğerini İtalya’dan (dekor da olsa) getirip, finali de hikayenin çatısı olan evde karşılaşmaları olarak seçtin mi? Bu kararı verdikten sonra el mahkum kalan 1 saat 37 dakika boyunca, af buyur, uydur uydur ipe diz sahneler yazacaksın, çekeceksin. Başka çaren yok. Bu arada Hatice Memiş’in rejisini de şaşkınlık içinde izledim. 
Diyeceksiniz ki, “Bu iş izlenir..”, o kadar  “duayen” oyuncuyu karşıma dizerseniz papuçlarımı da izlerim. Bak Samanyolu’na, aynısını bit kadar bütçeyle ve ne zor oyuncu bularak çekip, en kabadayı dizileri peşine takıyor reyting listesinde. Neyse.. O değil de, bölüm boyunca şunu düşündüm. Bu bizim Yadigar Kız, anasından kalan mektubun mealini neden ve ısrarla anlayamadı? Anasının kan kardeşine bahsettiği “Emanet” neden bu kadar gizli saklı, 'tuhaf' cümlelerle tanımlanmıştı? İster misin, Serap Gazel, Melis Başar Altuğ ve Selin Tunç birlik olsunlar ve bölümler boyunca bize bu emanetin ne olduğu, ne olmadığı üzerinden bir kurmaca izletmeye kalksınlar? Özet;  'Aramızda Kalsın' yine box ofisi sağlam, reytingi yüksek oyuncularla kurulmuş pahalı bir kadroya özensiz dikilmiş kalın bir mintan... Mintan kalın da, suçu biçenin mi, dikenin mi, giyenin mi, giyerken tek bir soru sormayanın mı, satanın mı, vitrine koyanın mı yoksa oturup ay çok yakışmış, büyüyünce de giyersin diyenin mi, var sen karar ver. Emeği geçen herkesin gönlüne sağlık. Yolu, umarım uzun ve keyifli olsun..


Öyle yani..



.

Perşembe, Eylül 19, 2013

Muhteşem Yüzyıl'ın son demi..



Piyasanın prestijli ve çok konuşulan başarılı projesi Muhteşem Yüzyıl, dün gece son sezonun ilk bölümü ile ekranda arz-ı endam eylemeye başladı. Bölümü canlı izleyemedim. Neden? Çünkü misafirliğe davetliydim ve hep birlikte dizi izlemek yerine “Latince Sözlük’ten Kelime Bulup Anlam Uydurmaca” namlı çok zevkli oyunu oynadık. Dolayısıyla da bölümü canlı olarak izleyemedim. Olsun. Diziyi sabah mahmurluğu eşliğinde izlemesi de zevkliydi.

Bu arada bir tek ben mi, Muhteşem Yüzyıl sanki hiç sezon finali yapmamış, hiç tatile çıkmamış gibi hissediyorum? Geçen sezon, finişe 100 metre kala atın üzerinden atlayarak yarıştan çekilen Meryem Uzerli’nin trajik vedası yaz boyu konuşuldu durdu. Aylarca ve bıkmadan çeşitli sebeplerle Muhteşem Yüzyıl konuştuk desem, yalan olmaz değil mi? Yayına girdiği ilk sezondan itibaren kadrosuna eklediği isimlerle her daim gündemde olan, mahalle kahvelerinde gördüğümüz her sakallı oyuncuya, “Muhteşem için mi uzattın?” şakası yaptıran, beş çayı muhabbetlerine bile “ Ay bi ben kaldım şu dizide oynamayan!” bayık şaka ile başlamamızı sağlayan dizi, geleneği bozmadı ve bu sezon da adından çok bahsettiren transferler yaptı. İnşallah son sezonuna giren Muhteşem Yüzyıl kadrosuna katılamadığı için üzülen, kırılan oyuncu olmamıştır da dizi ekran yolculuğunu hayır dualarıyla tamamlar, hafızalarımızın tozlu raflarında baş köşeye oturur. Hoş, seneye de Kanaltürk satın alır, yeniden izlersiniz. Korkmayın.

Gelelim bölüme.. Pargalı’nın sıkıcı monoloğunu çok şükür uykuda atlatan Süleyman’ın balkonunda dikilip, karanlık şehri dalgın bakışlarla izleyerek makus talihine kahr’eden yeni Hürrem, ilk kareden itibaren Pamuk Prenses’in kötü Kraliçe’si edasıyla seyirciye selam verdi. Kötü Kraliçe dediysem, olgunlaşmış hali elbette.. Açıkçası Vahide (Gördüm) Perçin’in bütün bölüm boyunca sergilediği, bugün de bazı sözde “profesyonel ekran yorumcuları”nın diline “naif oyunculuk” diye düşüveren performansını hiç de kötü bulmadım. Ancak yazar grubu da, reji de Vahide'ye benim kadar bile inanmamışlar. Vahide Perçin, ekran tarihinin en zor işlerinden birinin altına girdi. Sezonlar boyunca dişini tırnağına takarak, tutunmak ve kendini sevdirmek için büyük bir savaş veren, sonunda da ekran seyircisinin kalbine taht kuran, Badem Gözlü Meryem Uzerli’den boşalan yeri doldurmaya kalkıştı. Öncelikle bu kararı alabilmiş olması ve yüksek cesareti için gönülden tebrik ederim.

Vahide Perçin’i hiç tanımam ama uzaktan edindiğim izlenime göre tevazulu dış görünümünün altında gümüşten bir özgüven abidesi varmış gibi.. Niye gümüş? Gümüş, bakım ister, aksi halde kararır gider. (Huyum kurusun yine ince gördüm.) Perçin ilk günden itibaren bizlere, sahnede devleşen ama ekranda standart kalıpların dışına çıkmayı pek de sevmeyen bir oyuncunun kariyer yolculuğu izletti. Orta sınıfın fedakar ama sert annesi rollerinin başarılı yorumcusu oldu. Kendisinden bir salon kadını performansı izleyemedik, muhtemelen yapımcılar da teklif etmediler. Geçen sezon kısa süre ekranda kalan ‘Private Practice’ çakması adını bile hatırlamadığım diziyi saymazsak farklı bir karakter yorumladığını göremedik. O yüzden, Modern İstanbul'un "sosyetik" hayatına destek atan "Saray Kadını" tanımına yataklık eden "Hürrem" rolünü nasıl yorumlayacağını merakla ve azıcık da ön yargılı bir kayguyla bekliyorduk.

Açıkçası senaryo ekibinin yaz boyunca çok çalıştığını, Meryem yüzünden teknede açılan deliği kapamak için hikayeye deli gibi asıldıklarını düşünmüştüm. Yanılmışım. Şahsen, hikayenin bel kemiği bir oyuncu değişecekse, etrafını doldururup, "açık kapatma" telaşına kapılmaktansa yeni gelen oyuncuya yardım etmek üzere düzenleme yapılmasını tercih ederdim. Pargalı’nın sesi ile seyirci avlamak yerine, Hürrem’in yaşlanma ve olgunlaşma yolculuğunu anlatarak başlar, seyirciyi yeni karaktere ısıtmak, karakteri de olabildiğince parlatmak için dokuz takla atardım. Atmamış, atamamışlar.. Bana göre soğuk renklerle kurulmuş karanlık bir atmosferde uzaklara bakan Hürrem ve falcının kehanetine bağlanan flash back sahnesi yeni oyuncunun bütün karizmasını çizdi. Zaten memlekette karakter tasarımı bilen yok. Yeni Hürrem’in makyajından başlayarak, giydiği kostüme varan yolda, yaratıcı ekip çok hatalı bir illüzyon kuruyor seyircinin gözünde.. “Vay çillerini bile kapattırmadı, estetik operasyona yanaşmadı”, dedikodusu uçurana kadar kadına yaptığınız ışığı, makyajı, kostümleri şenlendireydiniz.

Tam yeri gelmişken söyleyeyim; yukarıdaki paragrafta Vahide Perçin’e bakışımı uzun uzun yazdım ki oyuncuya “sempatim” var da, ekibi gömüyorum sanılmasın diye. Neyse. Dizi, ruhumuzu daraltan, karanlık, kasvetli sahnelerle, ışık tasarımıyla, iğrenç mor (sözde kızılla uyum haline olan sıcak renklerin en kötüsü) kostümle kadının, Meryem'e alışmış seyircinin gözünde handikaplı plastik malzemesinin üzerine ölü toprağı atarak başladı. Bütün ekip söz birliği etmiş gibi yeni Hürrem'i ilk sahneden itibaren karanlık, kötü tasarımlı, mat ışıklarla seyirciden resmen köşe bucak saklamış hatta kaçırmışlar. İlk izlenim önemli değil midir? İlk 3 dakika mühim değil midir? Nasıl başlarsak öyle devam etmez miyiz? Buna rağmen, Vahide Perçin o kadar güçlü duruyordu ki ilk sahnenin finalinde, “Benim adım Hürrem, ben affetmem!” repliği ile vallahi de, billahi de kalbimi çaldı. Eğer reji ve sanat grubu daha zeki bir tasarım kafasıyla karaktere bakar, kostüm ve aksesuarlarını sıcak renklerle donatır, yumuşak ışıklarla aydınlık sahneler kurarlarsa bu Vahide, üç-beş bölüm sonra şahane bir Hürrem olur. Söylemişti dersiniz..

Gelelim diğer oyunculara. Halit Ergenç, ilk sezonda zayıf bulduğum yorumunu yıllar içinde muhteşem bir şekilde zirveye taşıdı. Bin yıllar boyunca ekran seyicisinin kalbinde yaşayacak bir Süleyman karakteri yarattı. Kalbine, hırsına, azmine, oyunculuk aşkına bir izleyici olarak hayran kaldım. Yolu bereketli, keyfi daim olsun. Transferler arasında gözüme batanlar ne yazık ki Meltem Cumbul ve Berrak Tüzünataç oldu. Resmen Cihangir Kafeleri’nden kalkıp sete gelmiş gibilerdi. Kurulan dünya ile alakaları bile yok. (Ay bu tanımı da bu sabah televizyonda yorum yapan birinden çaldım. Ee.. Al gülüm, ver gülüm..) Keşke Merve Boloğur gibi biraz Osmanlı ve Harem'i anlatan romanlar (tarih kitabı demeye dilim varmadı) okusalarmış. Kısmet.. Şehzadelerin cast seçimi ne kadar başarılı olmuşsa, yeni sezonun kızları o kadar başarısızdı. Box ofis umuduyla kast yapmanın da bu tür dezavantajları oluyor.

Bölüm hikayesiyle ilgili yorumum başka bir yazının konusu olacak kadar uzadı bu Yeni Hürrem ve yeni oyuncular konusu. Farkındayım. Son olarak; Taylan Biraderler, sinema filmi çekme sevdasıyla Amerika’ya gidiyormuş. Yolları açık olsun. Çok başarılı ve mutlu olsunlar. Varisleri Mert Baykal- Yağız Alp Akaydın’ın da işleri hayli zor. Oturmuş dünyayı devam ettirmek en az sıfırdan dünya kurmak kadar meşakkatli bir iş. Allah yardımcıları olsun. Kalbim Muhteşem Yüzyıl ile birliktedir. Dizinin, başladığı gibi zirvede veda etmesi için bütün kalbimle duacısı ve takipçisi olacağım. Emeği geçen herkese teşekkür eder, bol reytingli, huzur dolu bir sezon dilerim.


Öyle yani..


Cumartesi, Eylül 14, 2013

FilmEkimi Başlıyor..



28 Eylül- 6 Ekim tarihleri arasında FilmEkimi seçimlerim.. Seçim dediysem, izleyeceklerimin listesi yani..

    1. ILO ILO (Singapur'un Oscar Adayı)
    Yönetmen:  Anthony Chen
    2. ENOUGH SAID
    Yönetmen:  Nicole Holofcener


    3. METRO MANILA Yönetmen:  Sean Ellis (İngiltere'nin Oscar Adayı)

   4. HELI 
   Yönetmen:  Amat Escalante

   5. LA VIE D'ADÈLE CHAPITRE 1 ET 2
   BLUE IS THE WARMEST COLOUR

   Yönetmen:  Abdellatif Kechiche


    6. 3X3D Yönetmen:  Jean-Luc Godard, Peter Greenaway, Edgar Pêra
    
    7. THE BROKEN CIRCLE BREAKDOWN
    Yönetmen:  Felix Van Groeningen

    8. DABBA / THE LUNCHBOX - Yönetmen:  Ritesh Batra
    
    9. FRUITVALE STATION
    Yönetmen:  Ryan Coogler
    
    10. SOSHITE CHICHI NI NARU /  LIKE FATHER, LIKE SON 
    Yönetmen:  Hirokazu Kore-eda
    
    11. WAKOLDA
    Yönetmen:  Lucía Puenzo
    
    12. WE ARE WHAT WE ARE
    Yönetmen:  Jim Mickle

    13. TIAN ZHU DING/ A TOUCH OF SIN- Yönetmen:  Jia Zhang-ke 

    
    14. INSIDE LLEWYN DAVIS
    Yönetmen:  Joel Coen & Ethan Coen

    15. THE CANYONS
    Yönetmen:  Paul Schrader

   16. THE CONGRESS- Yönetmen:  Ari Folman

   17. OMAR
   Yönetmen:  Hany Abu-Assad
   

   18. MAMAROSH - Yönetmen:  Momcilo Mrdakovic
   

    19. LA DANZA DE LA REALIDAD
    THE DANCE OF REALITY

    Yönetmen:  Alejandro Jodorowsky
   
    20. WARA NO TATE
    SHIELD OF STRAW

    Yönetmen:  Takashi Miike
   

    21. A FIELD IN ENGLAND - Yönetmen:  Ben Wheatley
   
    
    22. MOEBIUS
    Yönetmen:  Kim Ki-duk
   
    23. OBRANA I ZASTITA
    A STRANGER

    Yönetmen:  Bobo Jelcic

    24. LE PASSÉ / THE PAST- Yönetmen:  Asghar Farhadi

    25. GLORIA (Şili'nin Oscar Adayı)
    Yönetmen:  Sebastián Lelio
    
    26. THE LOOK OF LOVE
    Yönetmen:  Michael Winterbottom
   
    27. ONLY LOVERS LEFT ALIVE
   Yönetmen:  Jim Jarmusch
  

    28. LIBANK / HONEYMOON- Yönetmen:  Jan Hrebejk
   
    29. JEUNE & JOLIE
    YOUNG & BEAUTIFUL

    Yönetmen:  François Ozon
   

    30. GRZELI NATELI DGEEBI / IN BLOOM (Gürcistan'ın Oscar Adayı)
    Yönetmen:  Nana Ekvtimishvili &Simon Gross


    31. AS I LAY DYING -Yönetmen:  James Franco

    32. MICHAEL KOHLHAAS
    Yönetmen:  Arnaud des Pallières
    33. LES SALAUDS
    BASTARDS

    Yönetmen:  Claire Denis 




    34. AIN'T THEM BODIES SAINTS -  Yönetmen:  David Lowery

    
    35. CÂND SE LASA SEARA PESTE BUCUREŞTI SAU METABOLISM
    Yönetmen: Corneliu Porumboiu



.

Med Cezir: Sakin hayatlara düşen bomba



The O.C, önce Amerikalı sonra da bizim gençlerin kalbini çalarken hangi mühim işlerle meşguldüm hiç hatırlamıyorum. Bu kült dizinin birkaç bölümüne denk geldim ama hiçbir zaman tutkulu bir seyircisi olamadım. Hoş, 2008'de evimi kapatıp annemle yaşamak zorunda kalana kadar televizyon izlemezdim. Annemle yaşamaya başlayınca delirmemek için televizyon dizilerine sardım. Çık dolaş, yapamayacak kadar parasızdım ve bu bedava eğlence biçimi akıl sağlığımı korumamı sağladı. Hatta yerli dizileri izlemekle yetinmeyip, blog açıp eleştiri de yazmaya başlamıştım. Böyle böyle geldik bu günlere. Neyse.. Geçen sezon sonuna doğru Ece Yörenç- Melek Gençoğlu ikilisinin The O.C'yi Türk televizyonlarına yasal telifi ödenerek uyarladığı haberi ortalığa düşer düşmez oturup, ilk beş bölümü izledim. Dün gece de MedCezir adıyla ekrana uyarlanan dizinin tekrarına baktım. The O.C, yıllarca yerli senaristlere ekmek sağlamış; sahneleri, karakterleri, hikaye açılımları onlarca 'özgün' işe kaynaklık etmiş münbit projelerden biridir. Nihayet birileri projenin parasını ödeyip yasal uyarlama yoluna gitmeye başladı. Sektör etikleri açısından çok sevindirici ve gurur verici bir gelişme. Küçük ama güçlü bir adım. Elbette ve hâlâ, alenen çalıntı proje yazmayı kabul eden, adını o işe koymaya çekinmeyen 'senaristler' ve 'yapımcılar' da var. Ekmek parası neylersin...

The O.C meraklısı olmadığımı en baştan söyledim çünkü projeyle ilgili fikrimi söylerken karşılaştırmalı yürümeyeceğim. Misal istisnasız herkes Seth karakterinin yanlış uyarlandığı konusunda hemfikir. Benim bir fikrim yok. Ancak izlediğim bölümlerdeki Seth ile Mert arasındaki farkı görüyorum ama derinlemesine eleştiremiyorum. Mert rolünü ifa eden Taner Ölmez son dönemin parlak yeteneklerinden biri. 1986 doğumlu. Sanırsam 27 yaşında bir adam olarak yeterince 'genç' görünmediği kaygusuyla yorumuna çocuksu bir telaş eklemiş, bu da karakteri 'ebleh' sınırına taşımış. Oysa gerek yok. Plastik malzemesi yeterince çocuksu ve biraz daha rahatlarsa yorumu tadından yenmeyecek. Oyunculuklar üzerine uzun uzun yazmak istemiyorum. Serenay Sarıkaya ve Çağatay Ulusoy çok parlak ekran figürleri. Çok da yakışmışlar. En çok Mine Tugay ve Barış Falay'ın yorumlarından korkuyordum. İkisini de çok başarılı buldum. İkisinin de karakterlerine inandım. Sevdim. Gönüllerine sağlık! Ancak söylemeden geçemeyeceğim, Mine Tugay'ın göz altı torbalarını saklama telaşı da benim diyen devamlılık asistanını yakar, meslekten eder. Sadece Mine Tugay'ın göz altı torbalarını izleyerek günlük çekim programının aynısını yazar elinize veririm. Sahne sektirmem. Mine Tugay'dan korkarken golü başka yerden yedim: Eylül.. Beni umutsuzluğa düşüren tek yorumun sahibi Hazar Ergüçlü oldu. Hazar çok genç ve pırıltılı bir oyuncu. Kabul. Fakat fiziksel olarak karakteri doğru giyememiş. O pırasa püskülü gibi fönlenmiş saçlar, kambur şakül, kocaman ağzını daha da gözümüze sokan kırmızı rujuyla pavyona taze düşmüş varoş kızı gibiydi. Bilemedim. Eylül karakteri orjinalinde de 'varoş' bir kız ise sözümü seve seve geri alırım elbette. Murat Aygen'e de bayıldım, ayrıca belirtmek isterim..

Bana göre rejide ve kurguda da ince ince sorunlar vardı. Sahne yorumları, resim kaygularının yarattığı tuhaf açıların kullanımı, -muhtemelen oyunculuklar sarktığı için- geçiştirilmiş iyi çözümlenmemiş kavga sahneleri ve araba takip sahnesi haddinden fazla vasattı. Gişe kaygulu yapımcının filmi kısaltma telaşında bağlanmış ani sahne geçişleri de kurgulanan 'masal'da tatsız sıçramalar yarattı. Prodüksiyonu zayıf, sanat yönetimini özensiz buldum. Kılık kıyafetler ne kadar başarılı olmuşsa, dekor o kadar zayıf duruyordu. Her buldukları boşluğa bir demet çiçek yerleştirerek hem gözümü hem de 'malikane'yi yordular. Çiçek de çiçek olsa alt tarafı beşinci sınıf gelin buketlerinin gediklisi Lilyum. Defile sahnesinde duvarlara sarı yıldızlar yansıyan müsamere goboları, abartılı Sushi tabağını ısrarla gözümüze gözümüze sokuşları (gerçi o da rejinin eksi hanesine yazar) filan içimi baydı. Düzeltilmeyecek, hayati hatalar değil elbette.. Özetle; gerek reji, gerekse sanat yönetimi açısından oluşmuş ufak tefek 'Gusto' ve 'vizyonsuz yorum' sorunlarını kenara koyarsak şahsen MedCezir'i izlerim çünkü senaryo ve uyarlamayı son derece eğlenceli buldum. Son dönemde yoktan bile tansiyon tutarak seyirciyi ekrana kitlemeyi başaran Ece- Melek ikilisini bu kadar genç lisanda bir işin altından -her anlamda- başarıyla çıktıkları için de yürekten kutluyorum.


Öyle yani.,


.

Cuma, Eylül 13, 2013

Kayıp: İşin sırrı rejide..




Kayıp'ın temel hikayesi/ çatışması Türk seyircisi için evvelce de denenmiş bir proje. Atv’de başarlı başlayan ama ekip içeriden çeşitli sebeplerle çatlamaya başladığında çabucak bitiveren “Kızım Nerede?” namlı dizi de yurt dışı esinlenmeli bir "kayıp" formatıydı. (orjinali İsrail menşei olsa gerek..) Daha sonra aynı formatı Ümit Ünal sadece 13 bölüm için Star Tv’ye çekmişti. Açıkçası her iki işi de izlerken, hikayenin durağanlığı ve temposuzluğundan bileklerimi kesmek istemiştim. “Nedense” ülkesinde yer gök inleten ama bizde fıslayan her başarılı formatta olduğu gibi “çocuk kaçırmalı hikayeyi sevmiyor ya bizim seyirci” diyenler çoğunluktaydı. Bu kadar yüksek sesle söylendiğine göre haklı olabilirler demiştim.

Ta ki, Kanal D, Kayıp’ı duyurana kadar. İçimde bir umut ışığı parladı. Acaba dedim, bu sefer olur mu? Kayıp’ın orjinal hikayesi, kanalın üst düzey yöneticisi İrfan Şahin’e aitmiş. Sayın Şahin’in 3 yıldır aklını kurcalayan, üzerinde çalışılan, birkaç kez farklı ekiplere yazdırılan proje sonunda bu sezon görücüye çıktı.  Kaan Taşaner (Kemal Özdemir), Dolunay Soysert (Leyla Şarman Özdemir), Kürşat Alnıaçık (Murat Şarman), Erhan Can Kartal (Kerem Özdemir), Zeynep Altıner (Yasemin Özdemir), Mete Horozoğlu ( Mehmet Kantarcı), Aslı Enver (Özlem Albayrak), İlker Kaleli ( Faik Şaşmaz) ve Menderes Samancılar'ın rol aldığı Kayıp, tanıtım konusunda bütün ilkleri de peşinden getirdi. İlk kez bir kanal 14 dakika 41 saniyelik bir ön gösterim yayınladı. Holding’e ait bütün yayınlarda tanıtımı yapıldı. Konvansiyonelde ekran eleştirisi yazan yazmayan bütün gazetecilere DVD gönderilip, ön izleme yaptırıldı. Yetmedi, dizi, televizyonla eş zamanlı olarak bazı web sitelerinde yayınlandı. Velhasılıkelam beklentiyi bulutlara astılar.

En baştan girişmek gerekirse jenerik çok etkileyici olmuştu. Hoş, her jeneriği bir süre izledikten sonra sıkılıyorum. Bundan da sıkılacağım kesin. Bu benim içsel bir sorunum. Fakat jenerik yazıları çok hızlı geçti. Seste özellikle müzikli sahnelerde balans sorunu var. Bazı laflar anlaşılmıyor, gargaraya geliyor. Genelde bin kere dinlemekten olsa gerek replikleri ekip ezberlediği için rahatça anlıyor ve sorun görmüyorlar. Ama işi ilk kez izleyen biz garibanlar araya kaynayan lafları anlamakta zorlanıyoruz. Bence final miksajına replikleri en az duyan kişi gitmeli. Gökhan Kırdar'ın müzikleri çok güzel ama temasal olarak fazla karışık geldi. Dizi zaten yüksek tempoya kilitlenmişken, temadan temaya gezmek de konsantrasyon kaybı yarattı. Fakat Sanat Yönetmeni Murat Güney yine olağanüstü bir iş çıkarmış. Onu ve bütün ekibini tebrik ediyorum. Reji çok başarılı. Görüntüler çok güzel. Ancak Sevgili Zeynep Günay Tan, iki avuç pirinçle 45 kişiye pilav pişirmeye kalkınca işin temposu over doz olmuş. Elde 20 dakikada anlatılacak hikayen varsa ve 90 dakika iş çıkarmaya uğraşıyorsan üstelik bunu da tempolu yapmaya çalışınca izlemesi oldukça yorucu bir iş çıkıyor ortaya. Hızlı demedim bak. Yorucu.. Twitter’da Sevgili tuz ruhu’nun da ( @_tuzruhu_) söylediği gibi en gerilimli dizide bile seyirciye nefes aldıracak, rahatlatıcı geçiş sahneleri olması lazım. Kayıp, bu tür nefes deliklerini de yüksek müzik sayesinde yorucu hale getirmiş.

Hikayenin izlediğim kısmına inandım. Elif Usman, olayı kurarken senaristlerin hep yaptığı gibi inandırıcılık hatalarına düşmeden ilerledi. Hani yazdığına inanmayan senarist durmadan olayları seyirciye izah eden sahneler koyar ya, burada olmadı. Hatta Mehmet Kantarcı, güvenlik kamerası kayıtlarına bakarken plakadaki renk numarasını keşfetme sahnesini bile yedim, yenilebilir buldum. Ancak proje "özgün" olmasına rağmen hikayenin bütün açılımları bin yıllık, kullanılmaktan eprimiş "polisiye klişeleri" ile ilerledi. Oyunculuklara gelince.. Dolunay Soysert’e hiç inanmadım. Üzmemek için fazlaca yorum yapmak istemem ama Dolunay Soysert bu kadrodaki en zayıf halka. İnşallah oturur zamanla.. Kaan Taşaner genç nesil arasında kendini en çok sınayan oyunculardan biri ve yetenekli. Bu dizideki babaya da inanmamı sağladı. Mete Horozoğlu zaten çok parlak bir adam. Özellikle Yıldırım Şahinler ve Aslı Enver'le karşılıklı sahnelerine bayıldım. Çok isterim ikisi arızalı bir aşk yaşasın. (Mehmet ve Özlem elbette) Aslı Enver, “sen anne olmadığın için anlamazsın” lafına verdiği cevabi oyunla resmen kalbimi çaldı. İlker Kaleli az daha uğraşırsa karikatür bir karakter olacak, aman dikkat. Yan castta beni rahatsız eden tatsız bir oyunculuk performansına rastlamadım. Özellikle hizmetli ailenin oğlunu oynayan kapüşonlu delikanlıyı çok beğendim. Ancak ana castın oyunları topluca bi tık aşağı alınmalı. Kaan Taşaner ve Aslı Enver hariç.. İkisini de çok beğendim.

Özetle, Kayıp kelimenin tam anlamıyla over doz bir reji başarısı. İrfan Şahin bugün okuduğum röportajında, "ilk üç bölüm en zayıf bölümlerimiz" demiş o yüzden diziyi takip edip etmeyeceğime 4. bölümü de izledikten sonra karar vereceğim. Emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. Yolu uzun ve bereketli olsun!


Böyle işte..


.


KüçükÇiftlik İftiharla Sunar: Matine Geceleri





Lunapark Gazinosu.. Patron, Osman Kavran vefat edeli 10 yıl olmuştur, değil mi? Toprağı bol olsun. Açık söylemek gerekirse, Lunapark, Aşiyan ve İzmir Göl Gazinosu'nu ihtiva eden "Kavran Gazinoları" bütünü, nazarımda her daim ikinci sınıf bir oluşumdu. Gazino aleminin kurallarını koyan, yön veren, sektörün her anlamda lider markası ise tartışmasız Maksim idi. Kavran Müesseseleri’nin hatırı sayılır ama asla korkutucu olmayan, saygı duyulası bir rakip olarak asli görevi ise varlığını sürdürerek, Maksim markasının parlamasına hizmet etmek olmuştur. O dönemi yaşayan herkes bu gerçeği bilir. Dün gece, KüçükÇiftlik Parkı'nda başlayan, 'Yeniden Gazino Geceleri' namlı organizasyonun mimarı da, bir oda dolusu nakit parası olan, sanatçı avanslarını bu dört duvar silme nakit dolu odadan getirip, masaya koyduğu rivayet edilen Osman Kavran'ın torunu, Naz Kavran.. Naz Kavran kimin kızı? Bütün gece masada bu konuyu tartıştık. Ben, 'Yaşı küçük, o zaman olsa olsa rahmetli Ali Kavran'ın kızıdır' dedim. Yanımdakiler ısrarla Mahmut Kavran'ın kızı olduğunu söylediler. Sorunun doğru cevabını henüz bulamadım. Araştırmadım da.. Bilen varsa, söylesin.

Eylül, hiç sevmediğim bir ay. Hayatım boyunca tatsız zamanlara yataklık etti. Babamı, işimi, evimi, çok sevdiklerimi hep bu ayda kaybettim. 12 Eylül de, babamın öldüğü gün. O sebeple dün gecenin bende anlamı büyük. Kapıdan adımımı attığım andan, eve dönüp yatağa girene kadar parçalı üşüşen anılarla muhatap oldum. Aksi gibi Gönül Kutlu'nun vefat ettiği haberi de dün gece düştü masaya, gülle gibi.. Allah rahmet eylesin. İzmir Fuarı.. Aylardan Ağustos.. Bülent Ersoy sahnede halktan gelen tezahüratla ‘gaza’ gelerek memesini açıyor ve 45 gün tutuklu kalacağı süreç başlıyor. Derken 12 Eylül 1980 darbesi oluyor. Zincirleme reaksiyonlar sonucunda da sahneye çıkması yasaklanıyor. 8 yıl sürecek bu mahrumiyet sürecinde misafir olarak gittiği bir davetten geçtim, hamamda dahi şarkı söylemesi yasak. Koskoca Türkiye Cumhuriyeti ve oturaklı devlet büyüklerimiz, taş ye diyorlar, hazıra dağ dayanmayacağına göre.. Neden? Hiç. Kim bilir, kimlerin canı istedi, kimin eşeğine kışt dedi. Zaten muhatapları hâlâ yaşıyorken de süreci yorumlamak bana düşmez. Neyse.. Yasak döneminde Bülent Ersoy, bir süre sessiz kalmış sonra video filmlerle hayatını idame ettirmeye çalışmıştı ama onu da Almanya'da yapmak zorunda bırakılmıştı. Galiba bir süre sonra video film çekmesini de yasaklamışlardı ya da illegal bir yasak çalıştırmışlardı. Tam hatırlamıyorum. Özetle Bülent Ersoy, faili meçhul bir gerekçeyle sekiz yıl mesleğinden men ediliyor, kendi deyimiyle koltuk çürütmeye mahkum ediliyordu. İşte sırf süreç sebebiyle bile dün gecenin tarihsel önemi büyük. 

Allah için konser alanına 'Gazino' havası verebilmek için oldukça çaba harcamışlar. Kapı girişine kırmızı halı bile serilmiş. Sahneye İzmir Göl Gazinosu'nun eski dekoru (hatırlamıyorum bile) kurulmuş. Minyatür bir T sahne yapılmış. Etrafına beyaz örtülü masalar atılmış. En arkalara da  ayakta duracak seyirciler için birkaç stand dizilmiş. Adam başı 275 TL ödeyen Fiks Menü müşterisinin, iğrenç bir beyaz peynir, kıyması taş olmuş kuş kadar börek ve dondurulmuş patates kroket yemesi bekleniyordu. Çok şükür, tok gittim. Her masaya -sponsor olsa gerek- 2  büyük şişe Yeni Rakı verilmişti. Mutfak kuramayacaksan, neden yemek vaad ediyorsun? İçki, kuru yemiş, meyva ver, yürü git, değil mi? Az sayıda alakart masa vardı, onlara da şampanyanın şişesi 300 TL’den açıldı. İki- üç çingene kızı çiçek sattı. Garsonlar acemi ama tuvaletler çok temizdi. Ortam gazinodan çok İzmir Fuarı gecelerini anımsatıyordu. Hiç duyuru yapmayıp, ilan etmeden, fısıltı gazetesiyle duyurdukları “konser” neyse ki doldu. Modacı Hakan Yıldırım, Sibel Vatandost, tesadüfen tam önümüze konuçlanan İzzet Yıldızhan ve Show Tv Genel Müdürü’nü (Adı sık sık söylendi ama unuttum) saymazsak eksi gazino gecelerini hatırlatan tek bir masa dahi yoktu. Varsa yoksa elde kamera, bira şişesi, kayıt yapan konser seyircisi..

Saat 20:00'da kapı girişi açıldığında hızla alana ve masalara yerleşen seyirciye Behiye Aksoy şarkıları eşlik etti. Saat 21:00'da, sekiz parça ‘laubali’ saz ile Oya Aydoğan sahne aldı. Eski kafalıyım. Solist ne kadar laf atarsa atsın, şaka yaparsa yapsın, cevap vermeyen, nezaketli bir gülümsemenin ötesine geçmeyen, “Radyo Sanatçısı” ekolünü seviyorum. Kimse kusura bakmasın. Oya Aydoğan, sahnede iki kostüm değiştirdi. Neşeli kadın vesselam. Şarkıcılık konusunda bir iddiası yok. Kendiyle çok da tatlı dalga geçiyor. Saat 22:30’da da Diva, siyah- beyaz çiçek desenli, şifon bir elbiseyle sahneye çıktı. Güzel, neşeli, hafif, eskilerin tabiriyle matine müşterisine hitap eden çok doğru bir repertuar yapmış. Bir ara ön masaya doğru “Benzemez Kimse Sana” da mırıldanmadı değil. Eğlenceliydi. Kendini sahneye atanlar, sahnede sonlanmaz şekilde göbek atanlar.. Sarhoş olup masalardan düşenler.. İzzet Yıldızhan okurken, bir şarkı da ona söyletilsin diye bütün raconu alt-üst ederek sahneye çöreklenen Türk Musikisi’nin “mümtaz” evladı Mustafa, sahne döndü toptan Çarşamba Pazarı’na.. Başta da söyledim; dün geceki organizasyona “Yeniden Gazino Geceleri” demek, dünyada benzeri bulunmayan, bize özgü bu kült eğlence biçimine büyük haksızlık olur. Üstelik "Gazino" kavramı yeni nesile de (onların da çok umuruydu) yanlış tanıtılmış olur. Dün gece izlediğim, hikâyesi aslına uymayan iyi niyetli bir organizasyon çabasıydı. Daha fazlası değil.. Umarım çok daha başarılı örneklerini izlemek nasib olur. 


.

Öyle yani..



.