Cuma, Haziran 14, 2013

Kuşak çatışmasına dair sevecen bir güzelleme...


1 Mayıs 1977, Tepebaşı. 
Cumhuriyet Sineması'nın önünde dikilip, Taksim'e yürüyen ‘devrimci’ ağabeyleri alkışlıyorum. 

1 Haziran 2013, Cihangir.
İlk Yardım Hastahanesi'nin önünde, Gezi Parkı’na yürüyen incitilmiş gençleri alkışlıyorum. 

36 yıldır benim cephede değişen hiçbir şey yok gibi.. Oysa kabul görmüş öğretidir: ‘Her şey değişmeli!’

1 Haziran sabahı nükseden, -Allah biliyor kuldan gizlenmez- tesadüfen dahil olduğum şiddet girdabını acıyla, öfkeyle, zaman zaman güle ağlaya ama en çok da şaşkınlıkla izliyorum. 31 Mayıs gecesi ‘Gezi Parkı Direnişçileri’ tabir edilen gençler ateşin etrafında oturmuş, kitap okuyan adamı dinliyorlar, yaratıcı ruha dudak ısırtıyorlardı. Sonrası tufan.. Hiç masal dinlemeden büyümüş çocuklardanım. Herhangi birini tanıma imkanınız oldu mu? Masal niyetine anlatılan insan hayatlarını biriktirerek büyüdüm. Seçkin ailelerin, orantısız aşkların peşinde aklını yitiren evlatlarının perişanlığını, kocasını aldatan kadınların korkunç dramını, anneanne sözü dinlemeyen çocukların sonunu, kocaya kaçan kızların sefaletini dinleyerek kabus dolu uykulara uğurlandım. Yattığı odanın duvarından gelen tuhaf seslere dayanamayıp duvarı yıkan ve içinde hazine bulan adamın hikayesini saymazsak, çocukluğumda anlatılan hayatlar mutlu son ile bitmezdi. 

Duvarın içinde hazine bulan adam da çok mutlu olur ama ifrat ile hazineyi savurur, sıfırı tüketirdi ne hikmetse. Mutluluğun yolu mutlaka acıdan geçerdi. Eskiler, kaybedenlerin mutsuz hikayeleri üzerinden hayatı öğretmeye çalışırdı yenilere. Olmak için de, aydınlığa çıkmak için de önce yanmak gerekirdi. Doğuştan mes'ud insanlar, sebepsiz kahkahalar atan çocuklar ve onların masalları çok uzaktı bize. Kan çıkmazsa para yok diye bağırırdı Karpuzcu Acem Ali, öte dünyada arkamızdan koşardı tabağa mahkum pirinç taneleri, ayrılık olmasın diye gözden öpülmezdi. “Devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi*”, işbu sebeple bile, yazdığınız masala sahip çıkmayı, evlatlarınızı ferah uykulara uğurlamayı unutmayın çocuklar..

Günlerin getirdiği de, götürdüğü de herkesce malum. Çala söyleye, yaza çize, analiz ede ede tükenmeyecek. Yetişkin halimize sorarsan, deli saçması komikli videolara ölümüne gülen, mekana bir büyüğü geldiğinde ayağa kalkmayı bilmeyen, sigarasının dumanını yüzümüze üfleyen, sadece fonetik açıdan hoşuna gittiği için ağza alınmayacak galiz lafları ulu orta sarf’edebilen, eğip bükemediğimiz, planyaya sokamadığımız, aidiyetsizliğinden, bağsız köksüz duruşundan şikayetçi olduğumuz ‘Y Kuşağı'ndan hızlandırılmış hayat dersi alıyoruz. Milletçe. Almaya da devam edeceğiz görüldüğü üzere.. Ben ve benim gibi devletine ‘Baba' sıfatını ekleyerek büyütülmüş pek çok kuşakdaşım, ‘eve ekmek getiren’ öfkeli ama yorgun, 'evlatlarını döver gibi seven'** bir baba figürü etrafında hemfikir olup, vakayı kavramaya çabaladık.

Baba ile evlatları arasında süregelen bu tatsız husumet, tabiatın ruhunu incittikçe, çağın gereklerinin aksine gözümüzü açtı, yeni nesille bağımızı güçlendirdi, çok şükür. Plebisit ile Referandum arasındaki farkı halkın da, vekilinin de internetten search ederek öğrendiği zamanlardan geçiyoruz.. 40 yaşını epeyce aşmış, ikiden fazla sosyal medya sitesinde salınan, Candy Crush’da 147. levelı zorlayan, 10 yıldır Second Life oynayan, Ekşi’de atarlı, Twitter’da ergen ve hayatta ‘alıngan’ bir yetişkin olarak söylüyorum: En sıradan sohbet için 'meclis' kuran, ideolojik görüşünü de, sofrada ikram edilenden fazlasını da köşeleri keskin bir ast- üst adabı eşliğinde talep etmeyi öğrenmiş koca bir kuşak, sırasız konuşan gençleri ağzımız açık dinliyoruz. İnanın, sizi de search ederek öğreniyoruz. Gece yastığa başımızı koyarken, 'vay anasını meğer ne çok kirlenmişim' diyebilirsek müjde; direnişi kişisel not defterimize umut ışığı olarak yazabiliriz fikrimce.

Tüm dünyanın gözleri önünde yaşanan kuşak çatışmasından pek azımız abdesti sağlam çıktık. Sabırla koruk üzüm olurken, dayatmalara itiraz edişinizi bir kısmımız inat olarak etiketledik. Tavsiye vermekten, endişelenmekten, destek ile köstek arasındaki ince çizgiyi ‘iyi niyetle’ ihlal etmekten, sırt sıvazlayıp sakinleştirmeyi denemekten geri duramadık. Zihnimize kazınan büyük hesaplardan, öğretilmiş yaşam şartlarından, kurallardan, korkulardan, safsatadan, raconlardan sıyrılamadık. Gelecek kaygumuzla vedalaşamadık. Vakti zamanında sokağa döküldüğümüzde bizim için kaygılanan ebeveynlerimize, argüman geliştiren ülküdaşlara, korku salan otoritenin yansımasına dönüştük. Aynı videoya ikinci kez gülemeyecek kadar hızlı yaşayan bir kuşağın gözünde kahraman olmaya çalışmanın da beyhude olduğunu bilemedik. Özür dileriz. 

İtiraf etmeliyim ki günü değil, durmaksızın geçmişi düşünüyorum. Her adım ve her hareket eskiyi hatırlatıp, hesap defterinde yan gelip yatan bir denklemi daha gündemime sürüyor. İyi, kötü, taammüden kötü arasındaki farka uyanmaya çalışıyor, insan fıtratının küfünü üflüyor, vicdanımın sağlamasını yapıyorum. Şimdilik az kazanmış, çok kaybetmiş durumdayım. Henüz Z raporunu almadım da, kasa fişimde şöyle yazıyor: Samimiyet, ego ile eğilip bükülünce can acıtıcı bir kılığa bürünüyor. Etme.. Biliyor musunuz, aslında babamı anlatacaktım size, tam da babalar günü vesilesiyle... Kutlanası bir gün diye rivayet olunur. Hiç kutlamadım. Bizim zamanımızda yoktu böyle babalar, danalar günü modası ya da vardı ama bizim muhite pek uğramıyordu. Her gün bizimdi. Onlar hep babamızdı. Bir adamı sırf bu nedenle kutlamak anlamsızdı. Gülerler, tefe koyarlardı. Çok da tatlı anlatacaktım. Kah gülecek, kah ağlayacak, paylaşacaktık.. Kısmet değilmiş..

Son olarak, bu yazıya ilham veren 'Büyük Usta'ya da mahsus selam eder, gözlerinden öperim.. 

Babalar gününüz kutlu olsun..




*Murat Uyurkulak- Tol
**Yılmaz Erdoğan- Mevsimlik Şarkı