Pazar, Aralık 28, 2008

Tiyatroya El Verenler!



Bahçeşehir Belediyesi yaklaşık iki yıl önce başlattığı, "Tiyatroya El Verenler" projesinin bugün açılışını yaptı. Belediye başkanı Kemal Aydın, Bahçeşehir Kültür Hizmetleri kapsamında "Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu- Haldun Dormen Sahnesi" adı verilen bir tiyatro binası inşaa ettirmiş. 350 kişilik salon bugün düzenlenen bir törenle hizmete açıldı. Türk Tiyatrosu'na emeği geçmiş 68 sanatçının el iziyle oluşturulmuş dev bir cam pano da tiyatronun fuayesinde sergilendi. Artık hep orada kalacak. Sanatçıların foroğraflarının bulunduğu özel bir kitapçık bütün konuklara dağıtıldı ve projede el izi bulunanlardan törene katılabilen sanatçılar plaketlerini aldılar. Plaket, dev cam panonun minyatürüydü, güzeldi.

Tören, tiyatro binasının dışına kurulmuş şık bir çadırda düzenlenen kokteyl ile başladı. İkramlar, canlı müzik, dışarıda yağan yağmura rağmen iyi ısıtılmış bir çadırda Bahçeşehir sakinleri, siyasetçiler ve sanatçılar hoş vakit geçirdiler. Baykal'ın İzmir'den gelmesini beklediler. Tam vaktinde geldi. Binanın da açılışını yapan CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, kısa bir konuşma yaptıktan sonra salonda hazır bulunan sanatçılara plaketlerini takdim etti. Töreni Cem Davran sundu. Mükemmel bir fotoğraf vardı sahnede, gözlerim doldu. Bir daha yan yana gelmeleri pek de kolaylıkla mümkün olmayacak tiyatro sanatçıları, Baykal'ın elinden plaketlerini aldılar. Projenin oluşumuna katkısı olan, aynı zamanda tiyatroya adı verilen Haldun Dormen de bir konuşma yaptı, Belediye Başkanı Kemal Aydın da. Plaket töreninden sonra Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu, Haldun Dormen'in rol aldığı Tiyatro Kedi prodüksiyonu olan Moliere'in "Kibarlık Budalası" adındaki oyunla perde açtı. Lakin ben oyunu izleyemedim.

Yukarıda gördüğünüz fotoğraf, "Tiyatroya El Verenler" projesi için oluşturulmuş özel kitapçığın kapağıdır. İçinde, Türk Tiyatrosu'na emeği geçmiş 65 sanatçının fotoğrafları ve temennileri var, kendi el yazılarıyla. Proje devam ederken aramızdan ayrılan, bu töreni ve tiyatronun açılışını maalesef göremeyen Suna Pekuysal, Hadi Çaman ve Savaş Dinçel'i de sahneden saygıyla andılar bugün, ben de anmadan geçmeyeyim.

Eh! Bir araba laf etmişken, projeye el verenlerin de isimlerini sayıp dökmek gerekir.
Kitapçığa giren ve el izi alınan toplam 68 sanatçı var demiş idim.

Buyrunuz! Liste alfabetiktir. Bizzat sahnede hazır bulunabilenlerin yanına yıldız ekledim, fotoğrafın büyüsünü hayal edin diye...

Ali Poyrazoğlu, Aliye Uzunatağan*, Altan Erkekli, Arsen Gürzap*, Atacan Arseven, Ayşen Guruda, Ayla Algan*, Ayten Gökçer*, Beklan Algan, Beyhan Saran*, Can Gürzap*, Cihan Ünal*, Cüneyt Gökçer, Cüneyt Türel, Çolpan İlhan, Deniz Türkali, Demet Taner*, Dilek Türker*, Engin Cezzar, Erdal Özyağcılar, Erol Günaydın, Erol Keskin, Ferhan Şensoy, Fikret Hakan, Funda Postacı*, Gönül Ülkü, Gazanfer Özcan, Genco Erkal, Göksel Kortay*,
Gülriz Sururi*, Güven Hokna, Hadi Çaman*, Hakan Altıner*, Haldun Dormen*, Halil Ergün, Haluk Bilginer, Handan Ertuğrul*, İlkay Saran*, İzzet Günay*, Levent Kırca, Macide Tanır, Melek Baykal, Metin Akpınar, Metin Serezli*, Mustafa Alabora*, Müjdat Gezen, Münir Özkul, Müşfik Kenter*, Nedret Güvenç*, Nejat Uygur, Nevra Serezli*, Perran Kutman, Rutkay Aziz, Savaş Dinçel*, Selçuk Yöntem*, Suna Pekuysal*, Suna Keskin*, Tarık Papuçcuoğlu*, Tijen Par*, Tomris İncer*, Tomris Oğuzalp*, Tülin Oral*, Yıldız Kenter, Zafer Ergin, Zafer Önen*, Zeki Alasya, Zeliha Berksoy, Zihni Göktay*


Böyle işte...


.

Cuma, Aralık 26, 2008

Tülay Ve Zehra'nın Ardından...

Her sabah erken uyanmam ya, bu sabah uyandım. Kanaltürk ekranında bu sabah "Orada Neler Oluyor" programının iki zevzek sunucusu, Ahmet Mümtaz Taylan ve Nilüfer Aydan'ı konuk etmişlerdi. Ahmet Mümtaz, malum kaza sebebiyle davet edildiği programda çok üzgün görünüyordu. Şimdi neler olacak? Bunları anlatmak niyetindeydi ama sunucu kızların dertleri başka. Onlar Cengiz Semercioğlu'nun hatırıyla bindikleri bu ekran gemisinde bütün yolculardan magazin malzemesi çıkarma peşindeler. Utanmadan, sıkılmadan, olayların aslına astarına bile bakmadan, bıkmadan bunu yapıyorlar, her sabah. Onlara ölüm, kalım fark etmez maksat malzeme çıksın. Kuralı bozmadılar ve elbette her yolu denediler meseleden ağlak bir tad çıkarmak, kaza ve sonrasının acılı kısımlarını sorumsuzca ortaya dökmek için. Ahmet Mümtaz'ı, birkaç mesnetsiz soruyla zorladılar (zorladılar dediysem, sabrını zorladılar) ama, o bütün nezaketiyle konuyu gelmesi gereken yere yönlendirdi ve zevzeklerin oyununa gelmedi.

Ahmet Mümtaz mümkün olduğunca net ortaya koydu, olanları, olabilecekleri ve yapılması gerekenleri. Zihnimde kalanları size de aktarmak istedim. Eksik, fazla, affola!
"Bu elim kazayı, sektörün sorunlarını ve şartlarını konuşmak için bir çıkış noktası olarak almak gerekir. Kimseyi dışarda bırakmadan, kanal sahipleri, yapımcılar, yöneticiler, oyuncular, teknik ekip, yönetmen kısacası herkesin bir araya gelip, birlik olup şartları konuşmamızın, bu işi daha planlı prensipli hale getirmenin yollarını aramamızın zamanıdır. Tülay ve Zehra'yı hep hatırlamanın, hemen unutmamanın yolunu, başka arkadaşlarımızı da kaybetmemek için gerekli güvencelerin ve şartlarının nasıl sağlanacağını konuşarak bulmalıyız. Sektörümüzün çalışma şartları zordur ama şu gerçeği de unutmamak gerekir, bizler Türkiye standartlarının üzerinde para kazanıyoruz ve kazandırıyoruz. Tutmamış, yani şu anda çöpte olan projelere harcanan milyonlarca dolar belki de bu sektör çalışanlarına sözü edilebilir bir güvence sağlayamak için gerekli şartların oluşturulmasına harcanabilirdi. Tutan diziler yapımcılarına da, kanallarına da başka yerde kazanamayacakları oranda büyük paralar kazandırıyorsa belki bu kazancı daha adil paylaştırmanın da yolunu konuşmaya başlamak lazım. Bütün sektöre ortak akıl diliyorum."

Sonuç, bütün dinlediklerimden anladığım, kişisel düşüncelerim, bu olaya bakışım şöyledir. Elbette ve belli ki bu kaza doğrudan çalışma şartlarının zorluğu ve sağlanan teknik şartlarda oluşmuş olağan üstü bir ihmal ve zaaf sebebiyle oluşmuş ve bu sebeple de büyük patlamayı gerçekleştirecek, sektörün aksını değiştirecek 'kıymette' ve 'çapta' değil. Gencecik iki insan öldü. Bu bir gerçek. Bu kazayı, meselelerin merkezi belleyip durumdan romantik bir isyan çıkaran da aklı selim sahibi insan değildir, gerçeğin peşinde değildir. Onu, şunu, beni suçlamakla kazanacak tek bir nefes yok. Asıl sorulması gereken soru şudur: İki genç insanın kaybıyla gözlerin çevrildiği sektör ve mensupları uzun zamandır müşteki oldukları halin dile gelebilmesi için ne yapacağına artık karar verebilecek ve hareket etmeyi becerebilecek mi?


Pazartesi gününe kadar yeni bir yazı daha yazmayacağım.

Böyle yani..

Perşembe, Aralık 25, 2008

Van Gogh Başlıyor!


“Bir yüzden sevgi çıkarılabilir mi ya da bir yüze sevgi eklenebilir mi ?"

Oyunlarında daha çok portrelere yer vereceğini açıklayan Tiyatro Gerçek, ilk oyunu Van Gogh’un provalarına devam ediyor. Hakan Gerçek’in Van Gogh’u canlandırdığı oyunun dekor tasarımı Nurullah Tuncer’e, ışık tasarımı Cem Yılmazer’e ve kostüm tasarımı Aslı Ataseven’e ait.

3 Şubat 2009 tarihinde İzmit Süleyman Demirel sahnesinde prömier yapacak olan oyun 19 ve 26 Şubat'ta İstanbul Akatlar Kültür Merkezi'nde seyirciyle buluşacak.

Pazartesi, Aralık 22, 2008

'Hayır' demeyi nasıl öğrendiniz?




11 Eylül 1997... Açıkhava Tiyatrosu'nda Chaka Khan konseri var. Çok güzel bir konser olmuştu, hatırlıyorum. Konser bitiminde cep telefonumu açtığımda iki tane sesli mesaj düştü kulağıma..
"Sana ulaşamıyorum.. Çabuk gel.. Baban nefes alamıyor.."
Annemin telaşsız, buz gibi sesi hâlâ kulağımda. Nasıl da soğukkanlıyım. İçim acıyor ama dışım buz keseli çok olmuş. Önce annemi arıyorum, babamla konuşuyorum.
"Gel beni hastaneye götür. Nefes alamıyorum.."
Takside giderken Doktor Süalp'i arıyorum. Ambulans için adres yazıyor, o da uykulu. Doktor olmak zor zanaat! Ambulanstan önce gidiyoruz annemin evine. Babam, o güne kadar sadece adını duyduğu 'o adam'la da tanışıyor. Evlendiğimi sandığı için bozuk attığı anın öznesi olan adamla, ilk kez tanışıyor. Babama sorarsan, evlenince benim bile içimden bir canavar çıkacak ve o ana kadar inşaa edilen her güzel şeyi yutacakmış. İki büklüm kapanmış midesinin üzerine, zor konuşuyor. Nezaketi elden bırakma zamanları ama, gel de anlat babama. Gider ayak o kadar tatlı ki, Soner kucaklayıp merdivenlerden bir an önce indirmeyi dahi teklif ediyor. Neyse ki ambulans yetişiyor da alaturka hallerimiz son buluveriyor. Ambulansla gelenler portatif bir sırt koltuğu getirmişler. Tek hamlede alıyorlar babamın minicik kalmış bedenini sırt sedyesine, indiriyorlar üç katı, tek solukta. Ambulans gidiyor. Biz de peşinden..

Amerikan Hastanesi'nin acilinde, babama oksijen bağlanmış halde doktoru bekliyoruz. Babam bağırıyor, avaz avaz gitmek istiyor. Hastahaneleri hiç sevmez. Doğduğumda bile gelmemiş., düşünebiliyor musunuz? O hafta eve de gelmemiş. Günlerce evin sokağına bile girmemiş. Sağ bileğini buzlu cama geçirdiğinde de tutamamışlar İlkyardım Hastanesi'nde babamı. Dikiş atıldıktan sonra o kadar yaygara yapmıştı ki kovmuşlar hastaneden. Gülerek anlatırdı. Yine o korkulu huysuzlukla, bağırıyor. Yattığı yerde zaptedilemiyor. Ölümüne gitmek istiyor. Korkunç bir karmaşa var. Sakinleştirmek için yanına giriyorum, bana da bağırıyor.
"Beni burada zorla tutamazsınız!.. "
Doktoru, boğularak öleceği için eve gitmesine izin vermiyor. Olmuyor. Doktorlara özgü o büyüleyici maharet bile ikna edemiyor, babamın öfkesi dindirilemiyor. Çaresiziz.  O kadar enerji harcıyor ki gitmek için oksijen maskesi de işe yaramıyor, tıkanıp kalıyor kanserli hücrelerden zaten kuş hadar kalmış olan ciğeri..
"Söylesene orospu çocuğu, oksijen versinler! Parana mı kıyamıyorsun?"
İsmim, hastane koridorlarında çınlıyor. Annem ayıplıyor babamı. Nankör bu adam, diyor. Ben ayıplamıyorum babamı. Anlıyorum. Sonunda Sualp, babamın yanına gidip, son bir tetkik yaparak kanda bilmemne oranına bakacağını ve sonra da eve yollayacağını söylüyor. Söz veriyor. Babam gözümün içine bakıyor, doktorun verdiği sözün gerçekliğini tartıyor. Onaylıyorum sessizce. Kolunu uzatıyor. Hemşire basıyor iğneyi. Gevşeyip kalıyor. Gözünü gözüme dikiyor. Ömrümce tek bir kez bile yalan söylemediğim adamı, kandırıyorum. Elini tutup sedyenin yanında yürüyorum. Onu odaya alıyor, yatağa yatırıyorlar, elini hiç bırakmıyorum.
"Başka şansımız yok, bu halde eve gidemezsin.. İyi olacaksın, söz veriyorum."
Elimi sıkıyor. Diazem'in etkisi azaldıkça, huysuzluğu çoğalıyor. Hemşire gelip, basıyor bir iğne daha. Sabaha kadar bu tempoyla gidiyoruz. Durmadan konuşuyorum. O sadece başını sallıyor. Söz istiyorum. Her tür cümle ile yalvarıyorum.
"Nasılsa adamı sike sike tutuyorlar hastanede... Görüyorsun işte... Basıyorlar iğneyi çuval gibi yatıyorsun... Hiç değilse iki laf edebiliriz lütfen uslu dur, uyutmasınlar.."
İnatla başını iki yana sallıyor. Tükeniyorum. O da.. Gün kararırken, ikna oluyor aniden. Başını, "Tamam" anlamında sallıyor. Söz mü? Bir kere daha sallıyor. Gözleri kapalı. Babam her sözünü tutar. Hemşireye tembihliyorum iğne yapmamaları için. Eve gidip duş alıp, üzerimi değiştirip, geri geleceğim. Annem başında nöbetçi olarak kalacak. Annemi de tembihliyorum. Söz verdi, uslu duracak. Babama iğne yapılmayacak.

Uykusuzum ama hissetmiyorum bile. Araba kullanamıyorum. Ağlamıyorum ama. Hiç ağlamadım galiba. Söz vermiştim babama. Ağlama sakın, dediydi bilmiyorum hangi arada. Kulağımdan gitmiyor o cümlesi. Eve gidip duş alıyorum. Üzerimi değiştirip çıkıyorum. Aceleyle hastaneye dönüyorum. Babam uyuyor. İğne yaptılar mı? Hayır, diyor annem. Diazem iki saat kadar uyutuyor babamı. Günü devirene kadar ezberledim, biliyorum bu rutini. Ama babam uyanmıyor. Hesap yapıyorum. Taş çatlasa bir saat oyalandım evde. Babam uyanmıyor. Hemşireyi çağırıyorum. Normal, diyor. Normal olmadığını biliyorum. Kendi doktorumuzu arıyorum. Süalp gelip, babamı kontrol ediyor. Hepimiz koridorda bekliyoruz. Allahım ne deli bir kalabalık var etrafımızda. Herkes orada! Süalp, odadan çıkıp yanıma geliyor. Omzumdan tutup kalabalıktan uzaklaştırıyor. Elinde beyaz bir hap var. Zaten minicik hapı ikiye bölerek uzatıyor. Yut bunu!
"Biter bu iş bu gece... En geç 12 gibi... Bilinci kapanmış... Yapılacak her şeyi yaptık... Artık hiç acı duymuyor... Rahat ol... Seni, bizi duyuyor olabilir.... Bir süre sonra makineye bağlanması gerekecek.... Sana sorarlar... İznini isterler... Bağlamayalım... Uzatmadan bırakalım gitsin.... Herkes için en iyisi bu.... Hayır demen yeterli.... Makineye bağlanmadan bu işi bitirmek en iyisi..."
Gerisini duymuyorum. Hastanenin kapısına çıkıp sigara içiyorum. İslam Cenaze İşleri'ni arıyorum. Numarasını Bahtım vermişti, hastanedeki şuursuz kalabalığı görünce halime acıyıp, "Sana en gerekli adam bu, numarayı yaz bir kenara" demişti. Arıyorum. Ali Bey huzur dolu sesiyle açıyor telefonu. İçim duruluyor. Hemen de geliyor hastaneye. Kalabalığa bakıp "kim ilgilenecek detaylarla?" diyor, "Ben!" diyorum. Az konuşuyor. Az soru soruyor. En az soruyla, en çok bilgiyi acıtmadan alıyor. İşinin ustası. Cep telefonunu veriyor. "Vefat gerçekleşince beni haberdar edin, lütfen." diyor gitmeden önce.


O gece onbiri kırkbeş geçe "hayır" diyorum sarışın bir hemşireye.



Böyle işte..

Pazar, Aralık 21, 2008

Hatırlamalı: Barry Morse


Herbert Barry Morse, 1918 yılında Londra'da doğdu. ABC'nin ünlü Tv dizisi Kaçak'ın komiseri "Philip Gerard" rolüyle tanıdığımız, "Space: 1999"un "Profesör Victor Bergman"ı, "Master of The Game"in "Dr. John Harley"i olan Morse, İngiliz Kraliyet Akademisi Drama Bölümü'nden mezun oldu.

Son olarak Amerikan yapımı "Merely Players" isimli kendi yazdığı komedi dizi/ show'unda kızı Melanie Morse Macquarrie ile birlikte rol aldı. 1999 yılında eşini kaybedince New York'a yerleşti. 2 Şubat 2008 tarihinde vefat etti.


.

Cuma, Aralık 19, 2008

HUZURSUZLARA DAİR


Hangisi daha zor, bilemiyorum. Bir kız çocuğunun babası olmak mı, bir babanın kız çocuğu olmak mı? Gerçekten bilmiyorum bu cevabı. Niye sorduğumu bilmediğim gibi. Başım ağrıyor mesela. Sebebini biliyorum. Ama bu sorunun cevabını bilmiyorum. Ben, en çok babamı sevdim. O şapşal soruya da istisnasız "babamı!"diyerek cevap verdim, küçük bir çocukken bile. Oysa beni ilk terk eden erkek babamdı. Esrar içerdi. Şiddet kavramını öğrenmemi sağlayan da babamdı. Annemi çok döverdi. Gerçekten döverdi ama. Kan çıkmadan biten çok az kavga hatırlıyorum. O kadar küçük bir çocukken ve annem bu kadar çok dayak yerken duygusal olarak babamdan neden uzaklaşmadım, bilmiyorum. Üstelik annemi de çok sevdiğim zamanlardı.

Geriye, en geriye gidip hatırlayabildiğim ilk çocukluk anım, yine bir dayakla ilgilidir. Babam, kapıyı çekip evden çıkmış. Annem ağlıyor. Ananem beddua ediyor babamın arkasından. Ben, anneme olanları soruyorum, bilmiyorum hangi kelimelerle, ama cevabı hatırlıyorum. "Baban kumbaranı kırıp, paraları almak istedi. Ben izin vermeyince de beni dövdü." Bu cevabı alıp yine de kızgınlık büyütmemek, o babaya öfkelenmemek nasıl mümkün olabilir, bilmiyorum.

Elimi belime koyup, sabah körü kapıdan giren babama, "İsmeet, hangi karıların yanından geliyorsun bakiim eve??" sorusunu sorduğumda ilkokula çoktan başlamıştım. Babam suratıma bakıp, yüzünü ekşitmiş sonra beni kucağına alıp yatağın üzerinden indirmiş ve " Sonunda kendilerine benzetecekler seni... O yüzden kitap oku diyorum sana" demişti. Anlamamıştım onlara benzemek ne demektir, kitap okumak insanı neye benzetir. Bu olaydan sonra bir gece babam evden beni de yanına alarak çıktı ve Asmalı Mescit'de bir meyhaneye götürdü. Masada üç güzel kadın ve Turşu vardı. Turşu, benim de arkadaşım. Kadınlardan birinin yanına oturduk ve babam, "Hani geçen sabah elini beline koyup sormuştun ya hangi karıların yanından geliyorsun diye. Tanış bakalım." dedi. "Karı" lafının üzerine o kadar çok basmıştı ki ağzımdan çıkan laftan çok utanmıştım.

Hülya, babamın dostuydu. Pavyonda çalışıyordu. Babam bir orospuya kapılmıştı. Ama Allah için asla bir orospunun parasını yemezdi. Üstelik Hülya, babamdan önce de Yunus Abi'nin dostuydu. Yunus Abi babamın en yakın arkadaşıydı. Her şeyi biliyordum çünkü annemden öğrenmiştim. O geceden sonra da Hülya Abla'yla yan yana geldim, hatırlıyorum. Bir seferinde kucağına bile oturmuşdum. Babam da beni anneme söylemekle tehdit edip, yıllarca havuç suyu içirdi. Sonra babam ve Hülya ayrıldılar. Ben de babamın başka dostlarıyla tanıştırılmadım. Ama havuç suyu içmeye devam ettim.

Babam ölmeden evvel buluştuğumuzda bir sürü soru sordum. 13 senede biriktirmişim. Hepsini uslu usul cevaplamıştı. Kumbara meselesini de sorduğumda, "Evet kırmak istedim ama kafasında kırmak istedim!" demişti. Cevabının doğruluğundan hiç şüphe etmedim. Blog takipçileri bilir ki üst üste dökülmem. Ancak Başkan yazdığı bir yorumla babamla ilgili öykülerin hüzünlü olduğunun inceden altını çizince düşündüm. Beni çok eğlendiren, beni en çok güldüren adam babamdı. Çok komik anılarımız var ama, onları da kaleme alsam sesim hep kırık çıkar. Biliyorum. Sebebini bulamıyorum. Yazarak bulurum belki dedim de o niyetle döküldüm yine.. Ne sorduğum sorunun, ne de bu burukluğun cevabını bulamadım.

Böyle işte...


•• Hans Wolfgang Hawerkamp


.

Perşembe, Aralık 18, 2008

Gidenlere: Belki Bir Gerçeğiz Belki De Ruya


Büyükada'nın arkasındadır Yörükali Plajı. Bileniniz, hatırlayanınız vardır mutlaka. Kadim zamanlardı. Çocuktum. Güzel günlerdi, eğlenceli günlerdi. Bilmeniz gereken kısmı "yörükali", kalanını şimdi öğreneceksiniz.

Aşık olmuştum o yaz deli gibi. Oğlan on altı yaşında, ben beş! O, "fatma"ya aşık, ben ona. Gözümü açıp fırlıyorum evden. Onu görmeden bir günüm geçmiyor. İtiraf da ediyorum. Oturuyoruz her gün iskelede yan yana. Onlar nerdeyse, ben yanı başlarında bitiyorum. Geceleri de peşlerindeyim. Sinsiyim ve sıkı rekabetçiyim. O zamanlar da şimdiki gibiyim. O, beni daha çok seviyor ama aptal kız anlayışsız. Bir tek beni sırtında gezdiriyor. Sadece bana dondurma alıyor. Kucağında oturtuyor. Onu da öpüyor. Sabahları erkenden gelip beni tek katlı kulübeden kurtarıyor. ananemin "kahvaltını bitirmeden gidemezsin!" konulu kaprislerinden çalıveriyor.

Bir gün, ah eşşek kız!! Kıskançlıktan olsa gerek, yanaşacak motorların seyrindeyken kıyıda, itiverdi sevgilimi iskeleden. Şakacıktan. Oynaşırlarken. Can havliyle, kurtarabilmek için sevgilimi, öne doğru bir hamle yapmışım, cupp!! denizdeyim. Ada iskelesinden kalkıp Yörükali'ye yanaşan motor limana girmek üzereymiş ve dalga beni iskelenin altına sürüklemiş. Ben görmedim bile. Sadece etrafımı kaplayan buz gibi bir yeşillik hatırlıyorum. Bir de yüzemediğimi. Birilerinin beni ayaklarımdan dibe doğru çektiğini. Kim atladı ardımdan, beni kim çıkardı o sudan, hatırlamıyorum. Anneme de soruyorum, hatırlamıyor. Kendime geldiğimde başım kalabalık. Gözümü açtığımda, çıplak etimin üzerinde ucu burnuma batan, kocaman, buz gibi bir ekmek bıçağı gördüm. Korktum, ağlamaya başladım. Annem beni susturamadıklarını hatırlıyor nedense, onda kalan tek iz de bu. Meğerse sıçramalarım dursun diye, koca karı çözümü önermiş birisi. Bıçak o yüzden dururmuş etimin üstünde, gözümün önünde.

Bende "deniz" korkusu işte böyle başladı..
Buna da şükür,
Ya "aşk"dan korksaydım...
.
.
.

on sekiz aralık ikibinbeş...

sonsuzca çalışıp duran iki cam sileceğinin arkasında
imkansız ela gözlerinde, öldüğümü gördüm.

sana bakıp ellerime tuzlar serpeceğim

sen öldün bugün
ben yaşlanıyorum

bilmiyorsun, yağmur da hâlâ yağıyor.
ben görüyorum...


.

Çarşamba, Aralık 17, 2008

Sıra sıra siniler


Mercan, ispari, karagöz, izmarit, kupez, istavrit, kalamar ve saz arkadaşları.

Tutan: Samanpostlulardan Orchant

Pazar, Aralık 14, 2008

Pazar Keyfi: Seni Andım Bu Gece!

rakamlar



Saklanmakla üstesinden gelinecek ne kadar az şey var
biliyor musun?

Biliyorsun

Ne yükten kaçmak niyetim
Ne bir el hareketiyle korkuları savuşturmak
Sadece yoldan söz ediyorum
Hem
İstediğin hızda yürürsün
Çünkü zaman eskin bir tay olacak önünde
İstediğin yükü bir kenara bırakırsın
Çünkü taşımak zor olmayacak hiç kararmayan bir kutbu
Ve istedigin zaman durursun
Çünkü yola çıkalı çok oldu

İstersen kelebek de avlarız,
kanadındaki alaca sessizliğe bir tan yeri neşesi dolsun diye yetirdiğin uykudan

Yolunu sen bul
cümleleri sen çağır...

.




••
Kahretsin! Kime ait olduğunu henüz bulamadım...

.

Perşembe, Aralık 11, 2008

VİCDANIM SIZLADI!


Filmin en güçlü tarafı hikayesi. Herşeyin ama herşeyin aniden anlamını yitirişinin, bir anda bütün gerekçeleri, acıyı, çekilen eziyetleri, insanın ne için yaşadığı ve savaştığı, direndiğini unutuverdiğinin yani bir "hiç" edişin hikayesiydi, beni gerçekten çok etkiledi. Dakikalarca durdum ve düşündüm. Hikaye bana eski bir hal için yeni bir durum söyledi, yazanın eline sağlık olsun. Ama senaryoya dökülüşünü o kadar başarılı bulmadım. Ben, boşlukları kendim doldurdum yer yer ve bu sebeple etkilendim belki de, bilemedim.

Ses, teknik olarak tam bir felaket. Parasını basıp aldığım taş gibi sıfır Dvd olmasa elimdeki, jelatinini açmış olmasam korsan zannederdim izlediğim kopyayı, o kadar kötüydü. Perdede de ses bu kalitede mi bilemedim. Film, teknik olarak bir facianın kapısında yatıyor zaten. Yer yer görüntüler çok kötü. Kırmızı kırmızı, küçük ışıklar var, durmadan vizörden yansıyordu bazı yerlerde (teknik açılımını bilemedim, affedin) meseleden koptum, kamera arkasında olduğumu bu kadar hissedince. Bilerek yapılmış, görmediğim yeni bir anlatım tekniğiyse peşin söyleyeyim tutmaz bu teknik, en azından beni bozdu.

Vicdan filminin Dvd'sinin dibine bir "röportajlar" kısmı eklemişler. Orada filmin yönetmeni Erden Kıral usta diyor ki: "Senelerce absürt oyunculuklar, uzaklara bakan, anlamsız bakışlarla oynayan adamlara alışkın olduğumuz için bu çocukların olağanüstü doğal ve başarılı performanslarını ağzım açık izledim." Tam kelimesi kelimesine bu değil ama, ana fikri buydu konuşmanın. Bu cümle bitince içimden dedim ki, Allah benden alsın ömrümü sana versin Usta! Ama, ben de benzer bir cümleyi rejiniz için söylemeyi çok isterdim, söyleyemedim."

Erden Kıral'ın bu filmde bize sunduğu reji o kadar eskimiş ki, yeminlen vicdanım sızladı. Şöyle bir silkelenip, yenileşmeyi denemiş ama, olmamış. Çok kilit sahneler müsamere tadında çekilmiş. O sütyen avuçlamalar, uzayan direklerin gölgesine bakmalar, başak dallarına yakın girmeler, tuhaf objelere yaklaşıp bin dakika sabit kalmalar, kaynayan kazanlar, doğsun güneş batsın güneş göndermeleri, iki kürek kemiğinde ne güzel birleşiyor dövme hayretiyle çekilmiş planlar, yürüyen bantlarda rutinleşen nesneler zamanı çoktan geçti. Bitti, gitti. Yeni bir şey görmek istedim, yeni bir durum göstermenizi isterdim hocam, özür dilerim. Fazla laf etmek ve saygısızlık etmek de istemem.

Kıssadan hisseye varayım, bu filmden iki önemli sonuç çıkardım ve mutlu oldum. Bir: Bu güne kadar izlediğim hiçbir filmde oyunculuğunu sevemediğim halde Nurgül Yeşilçay, iyi bir yönetmen ve iyi bir senaryo ile çok şaşırtıcı ve mükemmel bir performans çıkarabilir. Vicdan'da kötü mü? Hayır. Ama tek başına. İki: Tülin Özen'in oyunculuğu tek tip olma yolunda hızla ilerliyor.

Murat Han'a gelince... Bence Hollywood'a dönsün hiç değilse Ortadoğu'lu terörist furyasının kuyruğundan filan yakalasın, nemalansın. Ne diyeyim? Demiyorum ki, yeteneksizdir. Ama o karakter "Mutluluk"dan çıkıp teri soğumadan bu filme misafir gelmiş gibi be arkadaşım. Bir de bir araba laf etmiş dvd röportajında, "metnin altından girerim üstünden çıkarım, yandan bakarım sağa bağlarım, hikayenin ve karakterin ne demek istediğini çıkarırım iyi anlarım, iki kuşun kanadını birbirine bağlarım" filan diye. Bırak alttan girip üstten çıkmayı arkadaşım, bu tiplemenin ne farkı var "dilsiz"miş gibi olmasının dışında Cemal'den, biri bana bunu anlatsın.

Bir de şöyle bir moda çıktı. Murat Han'ı tenzih ederek söylüyorum lafımı, yanlış anlaşılmasın. Bunlar yavur ellerinde gidip oyunculuk üzerine okuyorlar ya, işte o derslerine girdikleri hocaları ve onların "kuramları"nı bunlardan başkaca da kimse bilmiyor sanıyorlar. Dönüp, derslerde duyduklarını burada bize laf diye satıyorlar. Lan arkadaşım, sizin bahçede reytingi en yüksek hoca Eric Morris, adamın yazdığı her kitap dilimize çevrildi. Dost Yayınları bastı, kitapları sebil. Sokaktan çocuğu çevirsen anlatıyor bu lafları çatır çatır.


İşte böyle..

.

Salı, Aralık 09, 2008

Fotoğraf Arkası Yazıları


Eski bir Zeki Müren fotoğrafı var elimde. Ön yüzünde, "İsmet Bey'e sevgilerimle.." yazan, hayranlar için imzalanan fotoğraflardan. Saklıyorum. Sararmış. İmzası bile solmuş. Olsun. Saklıyorum yine de...

Kapağında ejderha kabartmaları olan, el oyması ahşaptan, küçük bir tütün tabakası vardı babamın. Dokunmak yasaktı. Yerinden oynatılması bile. Şimdilerde kayıp. Kimbilir nerede. Neyse. "216" olarak da bilinen, Export Samsun sigarasının revaçta olduğu zamanlardı. Ve annem tüm zamanların iflah olmaz otlakçısı. Her fırsatta babamın 216 paketinden sigara alıp, içerdi. Babam çok kızardı annemin otlakçılık huyuna da. Sanırım babam annemin her huyuna kızardı. Tıpkı annemin bana hep kızgın olduğu gibi. İnsan sevdiği birinin canını neden yakmak ister, anlayamazdım. Babama sorardım: Hiç canını acıttım mı senin? Acıtmadım çünkü kıyamam, derdi. Anneme neden kıydığını anlayamazdım ama, sormazdım. Annem, beni önce döver sonra da sarılır öperdi. Çünkü seviyorum seni, derdi. Kafam iyice karışır, işin içinden çıkamazdım.

Günler böyle akıp gider, kan revan içinde kalmadıkları, nispeten az gürültülü zamanlarda da, bu otlakçılık meselesinden çıkan tatlı- ekşi bir itişme yaşanırdı aralarında.

- Alma arkadaşım şu sigaradan! Zaten bulunmuyor..

- Aman! Mundar ediyorsun parçalayıp parçalayıp...

Hemen hergün aynı itişmeyi dinler, aynı sahneyi izlerdim. Babam esrarlı sigarasından bir tane daha yakar, annem kapıyı çarpar, "Zıkkım iç!" diyerek çıkardı odadan. Evi terk ederken yanına aldığı, ölümünden sonra da öksüz kalan "siyah bond çanta" yı karıştırıyorum şimdi... Daha dün sabah ölmüş babam. Siyah- Beyaz fotoğraflar var. İyi, kötü anların son hali. Bir de Zeki Müren fotoğrafı. Parlak kağıda basılmış, siyah beyaz. Fotoğrafın arkasında o çok sevdiğim el yazısıyla, büyük harflerle, mavi tükenmezden süzülmüş bir cümle:

"Sigaralarımı elleme, ecdadını siktirme!"




. Bu yazı 13 Eylül 1997 akşamı, İstanbul'da kaleme alınmıştı...

Pazartesi, Aralık 08, 2008

AROGANA İYİBA!



"Dahşan Affı"ndan yararlanarak serbest kalan Komutan Logar intikam almak için dünyaya gelir. Küçük bir entrikayla kandırdığı Arif'i bi milyon yıl geriye gönderir ve olaylar gelişir. Sayın Yılmaz elinize sağlık, kesenize bereket olsun. Bugün, City's Nişantaşı 3. salonda filminizi izleyen 6 kişiden biri de bendim, müşerref oldum.

Gora'da aldığı eleştirilerin neredeyse tamamıyla "taşak" geçer mahiyette hazırlanmış, ülkemiz şartlarıyla bakarsan teknik bir şölen izledim, itiraf edeyim. Kostümler, makyajlar on numara olmuş ve onbeş numara mükemmel mekanlar kurulmuş, ortam oluşturulmuş. Filmin " Türk Telekom/ ttnet" reklamı mahiyetinde gelişen ilk yarısına nazaran ikinci kısmı daha hareketli ve akıcı olmuş. "Güldün mü?" diye soran olursa cevabım olumlu olur. Evet, güldüm. Ancak Cem Yılmaz bu sefer daha fazla risk almış ve esprilerinin meylini yukarı doğru vermiş. Belden aşağısı tadında, küfrü neredeyse hiç olmayan temiz bir lisanla ve temiz bir zekayla güldürmeyi denemiş.

Cem Yılmaz, dilinden duymaya alışkın olmadığım kadar politik ve incelikli döşemiş esprilerini filmine. Hamdolsun hep inceydi de, hiç bu kadar politik göndermeler duymamıştım demek istedim. Tabii yine kahkaha tufanı yaratan kısmı belden aşağı iner gibi yaptığı yerler oldu. Tansiyon oralarda yükseldi salonda. Aksaklıklar vardı ama lafını etmeye değer mi, bilemedim. Deneyelim. Arif'in kuleye tırmanırken iple yukarı çekildiği aşikardı ama, acemisiyiz bu işlerin o kadar kusur olsun diyerek görmezden gelinmeli mi, bilemedim. Nil Karaibrahimgil dışında bana batan oyuncu olmadı. Kimi sahnelerden süzülen mecburcu figürasyonlar ve Arif'in malzeme deposunu patlatıp Taşo'yla birlikte köye döndüğü sahnede ahali rolündeki figürasyonun yönetmen talimatıyla ortaya çıktığı bariz olarak hissedilen beklemeli bağlantıları dışında pek kimselere takılmadım. Bazı sahneleri yönetmen motor demeden bir tık evveliyle bağlamışlar gibiydi, özellikle kalabalık sahneleri, bilmem anlatabildim mi? Bugün parayı bastın mı on numara dinazor çakıyorlar istediğin negatifi yolla, o sahneleri de "büyük numara çekmişler!" diye izleyemedim. Arif'in nikah yüzüğünü niye mi geri aldı? Onu esbab-ı mucibesini de 3. filmde anlayacağız sanırım. Bunlar filmin nazar boncuğu olsun, ne diyeyim.

Ancak anlamadığım tek durum hattı zatında kalbimi de kıran tek durum, 9 milyon dolar döküp filmin en kilit sahnesi olan futbol müsabakasını neden yakın planlara boğarak geçiştirildiği oldu. Yine de çok para harcanmış olduğu belli olan ama senaryosundan taşmayan bir prodüksiyon olmuş AROG ama, beni bozmaz. Ben sevdim bile diyebilirim. Üstelik ilk kez Cem Yılmaz'ın da iyi bir oyuncu olduğunu fark ettim bu filmi izlerken. Bana yeter. Sonuç olarak AROG bir sinema filmidir. İyi mi, kötü mü olmuş bunu tartışırız, tartışınız. Ama hatasıyla sevabıyla, eksiğiyle fazlasıyla bir film olmuş, skeçler bütünü değil. İzleyiniz, izletiniz.

Emeği geçen herkesin eline sağlık!

Bu arada, in cin top oynuyor İstanbul'da...

.

Pazar, Aralık 07, 2008

Güz Sancısı


Tomris Giritlioğlu'nun yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendiği filmin çekimleri tamamlanmış. 23 Ocak 2009'da vizyona girmesi bekleniyormuş. Filmin oyuncuları arasında Murat Yıldırım, Beren Saat, Umut Kurt, Okan Yalabık, Tuncel Kurtiz, Hüseyin Avni Danyal, Zeliha Berksoy, Kenan Bal ve İlker Aksum var. Bugün internette filmin fragmanlarına da rastladım.
Tıklayın!

Bütün çocukluğum babamdan, ananemden ve annemden dinlediğim "6-7 Eylül Olayları" hikayelerinin eşliğiyle geçti. Bu sebeple Güz Sancısı benim için fazlasıyla mühim bir film. Neticeyi merak içinde beklemekteyim. Babam, büyüyen kalabalığın arsız ateşine uyanıp da Tünel'deki havlucu dükkanından alıp eve getirmese Tasula da o şuursuzluğun tacizinden nasibini alacakmış. Tasula yani Türkan, babamın birlikte büyüdüğü en sevgili arkadaşı Yorgo'nun kız kardeşiydi. Ananem, Tabutçu Kevork Usta'nın dükkanına "Türk" bayrağı asarken yaşadığı korkuyu anlatırdı ve elleri titrerdi o günlerdeki gibi. Bu olaylardan sonra bütün kardeşleri İsrail'e gitmiş, ama ananem büyüdüğü toprakları terk edememişti. "6-7 Eylül Zengini" diye işaret edilir, parmakla gösterilirdi bir kısım müslüman esnaf benim çocukluğumda, isimleri bile hatırımda. Onların torunlarına miras bıraktıkları evlerin asıl sahiplerinin korkunç hikayelerini anlatırdı bazı geceler babam ve "Kumbaracı Yokuşu'ndan top top ipekli kumaşlar, erzaklar su gibi aktı kan ve nefretle birlikte" derdi, gözleri yaş içinde...

Ananemi ziyaret etmeye gelen eski komşuları, anneme bildiğim adı yerine "Rahel" diye seslendiğinde kafam karmakarışık olurdu. Bugün bile zihnimin bir kenarında takılı duran, bu memlekette yaşayıp da adını saklamak, müslüman kızı numarası yapmak zorunda kalan annem gibilerin ruh halidir. Uzun yıllar çözemediğim acı bir kimlik bilmecesidir. Eskiden daha çok konuşurduk. O zamanların birinde sormuştum neden gerçek adını kullanamadığını, "Müslüman kızlarla evlenir, gayri müslim kızlarla eğlenirlerdi." dedi bir seferinde. Çok zaman maruz kaldığı bu sosyal şiddet sebebiyle affettim annemden sebepsiz yere yediğim dayakları.

"Bazen içtenlikle dilenmiş bir özür yaraları sağaltmaya yeter", derdi babam. Emin değilim İsmet Paşa! Kimse benden özür dilemedi daha. Ve ben unuttum mu sanıyorsun, "Babama söylerim Hitler gibi sabun yapar seni!" diyerek elimden pilli bebeğimi alan komşu kızı Hatice'yi? Unutmadım. Unutmak, kapalı bir kapının önünde kalmak gibidir. İçeri girebilseniz sizi geçmişe götüreceğini iddia eden bir kaç tuzak asılıdır o kapıda, mutlaka...



•• Fotoğraf www.sadibey.com adresinden alınmıştır.


.

Ellerim limon kokuyor, balık ayıkladım.


İstanbul sokaklarında kesif bir sakinlik var. Son bayram göçmenleri de yarın yola çıkacak ve hepten ıssızlaşacak İstanbul, belli. Ekranda da bayrama özel yarı sessiz bir yayın akışı uygulanıyor. Yarın akşam saat 20.00 itibariyle Nihat Hatiboğlu özel bayram yayınında Beyazıt Öztürk'ü ağırlayacakmış. Bunu dışında bir özel yayın duyurusuna rastlamadım. Hemen hemen bütün kanallar bayram tatili sebebiyle dizilerin yeni bölümlerini yayımlamayacak. Yerine tekrarlar ve yayım yorgunu yerli ya da yabancı sinema filmleri var. Bayram sessizliği benim işime yarayacak. Umarım. Yazıp bitirmem gereken söyleşiyi, izlemediğim filmleri bu tatile sığdırmak için iyi bir fırsat var önümde.

Hoş, ben bugün de aynı niyetle çıktım evden ama sinemaya gitmeyi beceremedim. Yağmura kadar yürüdüm, sonra Cihangir'e sığınıp çay kahve eşliğinde kalan işleri temizledim. İnternette dolaştım. Art Core adında bir siteye bulaştım. Peş peşe telefonuma düşen SMS yorgunu bayram kutlamalarını sildim. Evet, sildim hem de okumadan. Bu yavan kutlama trafiğininden geriliyor olduğum doğrudur. Ufak bir gerginlik de değil, bildiğin tiksinti hissine kapılıyorum. Gönderenin kendini önemsemesinden başka bir boka yaramadığına inanıyorum, yaratılan bu sanal kutlama trafiğinin. "Telefon rehberimi açayım da kim var kim yoksa tek tip bir mesaj yollayayım, bak ben ne mühim bir insanım onyüzlerce kişiye sms yolladım." saplantısından başka bir anlamı yok nazarımda. Kimsin sen be? Beş tuşa basıp, sesini duyuramayacak kadar kalabalık ve vakitsizsen ya da yakınımda değilsen, üzme tatlı canını çıkar beni listenden, kutlama bayram seyran, parana da yazık. Düş cebimden!

Bu kutlama geyiğinin beni çileden çıkaran bir diğer "püf noktası" da, o uzun ve kafiyeli mesajların "isimsiz" geliyor olmasıdır. Onbir haneli numara cebinize düşer, siz aval aval bakarsınız. "Kurbanınız kanlı, bahtınız şanlı, yolunuz taşlı, alnınız ak, sırtınız pek, oranız buranıza denk, tuzunuz kuru ve bayramınız kutlu olsun!" Ee? Sarı Çizmeli Mehmet Ağa! Özgüvene bak. Hey Maşallah! Bu kadar eminsin yani senin adını telefonumun listesine eklediğimden, aferim. Bir, bilemedin iki kez konuşmuşum, ömrüm oldukça kısmet olursa belki bir kez daha konuşacağım insanların numarasını kayıt altına almıyorum arkadaşım, kusura bakma. Hoş, aylarca konuşup kayıt altına almadığım numara da olur. Aylar boyunca konuşup yine de kısa mesaj atarken sonuna adımı yazdığım olur. Kabul, ben tuhaf bir insanım. Bu sebeple isimsizlerden kutlama mesajı alınca hepten anlamsız buluyorum. Bunu hatırlanma, saygı duyulma, büyüklerin eli küçüklerin gözü bağlamında önemsenme olarak alamıyorum. Aksine, nasıl oluyor da bu kadar hödükle tanışıyorum, iş yapıyorum, konuşuyorum diye hayıflanıyorum.

Nereden nereye.. Zihin ishali dedikleri bu olmalı...


Alakası yok ama, Mamma Mia'yı dvd'den izledim de, kendimden utandım...

Böyle işte!

.

Pazar Keyfi: Nuri Bilge Ceylan


Bundan 30 yıl kadar önceydi. Darbeyi üniversitede yemiştik. İdeolojik sakallarımız ve bıyıklarımızla, ve yine ideolojik basma elbiselerimiz, hushpapilerimizle, üniversite kampüsünde kasılmış kısılmış kalmıştık.

Oturuşumuzla, bakışımızla, edamızla, sessiz sedamızla, kendimize çaresizce anlam ve ifade katmaya çalışıyorduk. Hep yanyana oturuyorduk. Konuşsak da konuşmasak da yanyana oturuyorduk. Kimin yanında oturduğun çok önemliydi. Kimileri merdivenlerde oturuyor, umutsuzluğa kerkiniyor, kimileri kantin masalarını siyasi ayrımlarla bölüşüyor, umutsuzlukların etrafında biteviye bir son akşam yemeği görüntüsü çiziyordu.

Elimizdeki, doğru yanlış farketmez, üç beş laf uçup gitmişti. Hocalarımız sıra traşından geçirilmişti. Bu memlekette her neslin hayatından kaybolmasına hükmedilen 10 senenin ilk senelerini mümkün olan en az acıyla kaybetmeye çalışıyorduk. Türkiye’deki her yeni nesil gibi, biz de kendi neslimizin payına düşen kendi mahkûmiyetimizi yaşıyorduk. Voltamızı, kendi küçük büyük cemaatlerimizin, birbirimizin gölgesinde atarak, biraz olsun ısınıyorduk.

O günlerde, kampüsün ortasındaki yazın tozlu, kışın çamurlu futbol sahasından, bir cemaatsiz, yalnız adam yürüyordu. Bir oraya yürüyordu. Bir buraya yürüyordu. Her daim yalnızdı. Ama yüzündeki ifadeye bakarsan yalnızdan ziyade tek başınaydı. Biz cemaatinin kollarında vakit dolduranların suratındaki ifade, onunkinden çok daha fazla yalnızlığı andırıyordu.

Adamın omzunda hep bir fotoğraf makinesi vardı. Hep bir aşağı bir yukarı yürüyordu. Hep işi vardı. Her fırsatta üniversitede bir yerde ve belki de başka yerlerde fotoğraf sergisi açıyordu. Yüzünde belli belirsiz bir, ‘beni maymun edemezsiniz’ gülümsemesi vardı. O adamın adı Nuri Bilge Ceylan’dı.

Üç Maymun’u seyredince bütün bunlar bir ‘film şeridi gibi’ gözümün önünden geçti.Üç Maymun hayatımda gördüğüm en iyi film. Derdim, sinema eleştirisine merdiven dayamak değil. Benim sinemayla ilişkim basittir. Bir filmi bir kez görüp bir ay sonra başından sonuna neredeyse sahne sahne muhayyilemde tekrar canlandırabiliyorsam, o film benim için iyidir. Ne kadar kolay hatırlayabiliyorsam, filmin dili o kadar benim anadilimdir. O dil bana o kadar nüfuz etmiştir.


Devamını Buradan Okuyun!


Alıntı: Gökhan Özgün,

Taraf Gazetesi - Aralık 2008



.

Çarşamba, Aralık 03, 2008

Salı, Aralık 02, 2008

Vatandaş Polisten Kimlik Sorsun


Böyle buyurmuş Cerrah Müdür, vatandaş polisten kimlik sorsun demiş. Sa'olsun, varolsun. Kısmetse, bir başka sefere sorarız. Merak ediyorum. Eğlendiğiniz bara, yemek yediğiniz lokantaya hattı zatında güvenli yuvanıza paldır küldür polis girse itiş kakış, çığlık kıyamet arasında kaç kişi cesaret edip, "pardon, acaba kimliğinizi görebilir miyim?" diye sorabilir?

Dün basına yansıdı malum olay. Polis kılığına girmiş eli coplu, full aksesuar birkaç hayvan, Ataköy'de bir bara girip, müşteriler arasından genç bir kadını saçından sürükleyerek dışarı çıkarıp arabaya bindiriyorlar. Full aksesuar dememdeki kasıt, baskına geldikleri arabanın da mavi çakarı var. Mekanın kameraları herşeyi kaydetmiş saniye saniye. Kadını sürükleyip çıkarıyorlar, ertesi sabah da evinin önüne atıyorlar. Tecavüze uğramış olarak. Zontalar yakalanmış. Görev sırası adli makamlarda...

Şimdi, açıkçası ben etrafta bön bön bakan, yardım etmeye kalkışmayan ahaliye suç bulamıyorum. Mekanda eğlenen insanların sessiz kalmasına şaşıramıyorum. Polisin taşıdığı kimliğin sıradanlığını, o hayvanların polise ait aksesuarlara nasıl ulaştıkları sorusunu da bir kenara bırakıyorum. Bu durum şunun altını çizer benim kitabımda: Halk, polisin bu tür davranışlarda bulunabileceğine o kadar ikna ki, aksi bir durum olabileceği aklına gelmiyor.

Korkutulmuşuz, korkuyoruz. Ben korkuyorum polisten, itiraf ediyorum. Evim yeniden soyulsa karakola başvurmam. Çünkü yalnız yaşadığımı öğrenen semt karakolu polislerinin 3 ay kapımı çalmasına yeniden tahammülüm yok artık. Yıllar önce Dolapdere'de trafik çevirmesine girdiğimde bana "in aşağı arama yapıcaz" diyen delikanlı polis memurlarımızın yaka numarasını bugün olsa isteyemem, "hanginiz hangi hakla arama yapıcak lan düdükler! diyemem. Bahçeme paldır küldür silahlarıyla yeniden dalsalar, korkudan titrerken beni azarlayan polise kafa tutamam. El insaf, bahar vakti bahçemde oturuyorum. Polisler hırsız kovalarken bahçeme dalıyor. En öndekinin elinde kınından çekilmiş silah, bana doğrultuyor. Havlayan köpeğimi işaret ederek, "sustur şunu yoksa vururum"diyor. Ömrümde ilk kez burnuma silah dayanmış, karşılığında da, "kimi vuruyorsun düdük? " diye çıkıştığım için üzerime yürüyen memuru şikayet ettim mi? Etmedim. Aklı başında, ayakları yerde, görmüş geçirmiş bir insan evladıyım üzerime yürüyen memuru şikayet etmeye korktum. Yarım ağızla özür dileyen amirinin ihsas ettirdiği gibi başıma bela olurlar, canımı sıkarlar, dert açarlar diye korktum. Yaka numaralarından fal baktım.

Öyleyse vatandaş polis elele, mutlu yeşil günlere!