Cuma, Ekim 31, 2008

Hatırlamalı: John Coltrane



Caz eleştirmenlerine göre "gelecek onun sazından çıkıyor"du. John Coltrane, MCA için "Coltrane" kaydını tamamladığında aylardan Nisan'dı. Albümün kaydında, piyanoda Mccoy Tyner, basta Jimmy Garrison ve vurmalı çalgılarda Elvin Jones da vardı. Kendisinden sonra gelen hemen her saksafoncuyu etkilemiş bu eşsiz müzisyen, caz dünyasında avangard örnekler sergilemekle birlikte, geniş bir hayran kitlesini de kazanabilmeyi başarmış tek müzisyendir.

İlk konser! Elvin Jones'un dalgalanıp kabaran temposu, Mccoy Tyner'ın ısrarlı akorları ve Jimmy Garrison'un adaletli kontrbasının eşlik ettiği yarım saatlik bir solonun ardından, bütün bunların yoğunluğuna dayanamayan Coltrane, diz üstü çöker. Dinleyiciler ismini haykırır, çıkışta elini öpmeye kalkışırlar...

Gün gelecek, mistik ve büyülü bir sazın sesini aradığımızda, en az yüz seçenek olacak elimizin altında...


.





••
Photo: © Jim Marshall,1960
location: Ralph J. Gleason's Home (Berkeley, CA)
price: $ 1,800.00

Çarşamba, Ekim 29, 2008

HAMDOLSUN DİGİTÜRK AÇIKLAMA YAPMIŞ


"Digitürk'e Tepki Maillerini LigTV Yayınlayanlar Organize Ediyor."


Milyon dolarlık bir kurum şikayet mektubu almayı bile bu kadar hazımsız karşılar mı?
Bu engelleme binlerce Blogger'ı mağdur, bir kurumun da imajını mundar etmiştir...




.

•• ©1999 Ken Light, Two Ladders at Dusk, Pear Orchard
Hood River, Oregon 1980

29 EKİM 2008


.
.
.

FİLDİŞİ TARAK




Sararmış bir tarak. İnce ve sık dişleri var. Sırt sırta dizilmiş, birbirine küs kardeşler gibi. Gümüş bir hamam tasının içinde duruyor. Damarları ellerinin derisini delecekmiş gibi duruyor. Uzun ve düzgün parmaklarının arasında tuttuğu bu sararmış fildişi tarağı önce tasın içindeki gaza batırıyor sonra saçlarımı tarıyor. Uzun saçlarımı. Çünkü bitlendim. Yani tam bitlenmedim de, kafamda sirke buldular. "Hep o bitliler yüzünden!" diye söyleniyor ananem, "Kaç kere söyledim, oynamayasın?" Annemin sorularını cevapsız bırakmam gerektiğini biliyorum. Tecrübesi, dayakla sabit. Ananeme cevap vermek serbest, o beni dövmez. Yine de cevaplarım bacaklarının arasında boğuluyor. Yüzükoyun gömülmüşüm kucağına. Saçlarım kucağından yere sarkıyor. Küçük küçük prensler düşlüyorum, Liliput'tan kaçmak için saçlarıma tırmanan. Rapunzel'i yeni okumuş olmalıyım. Fildişi tarak derimi yüzüyor. Ağlıyorum. Canım yanıyor. Ağlarken uyuyakalıyorum. Babam eve gelince ananemin derisinden kemer yapıyor kendisine. Babamı konyakçı suretinde görüyorum rüyamda. O zamanlar da doğru yorumlayamıyorum rüyalarımı.

Kenarı mekik oyalı, havalı, beyaz bir tülbentle çıkıyorum babamın karşısına. "Hadi bakalım, hacca da gitcen mi?" diye soruyor. "Bitlendim ben!" diye ağlıyorum. "Bit değil onlar, sirke" diye düzeltiyor ananem. Hacca gitmek ne demek bilmiyorum. Sormaya vakit de bulamıyorum. Babam, Mehmet Abi'yle gelmiş, iş dönüşünde eve. Oyun arkadaşım benim. "Vaaay sirke!" diyor. Adım, Sirke kalıyor. "Hadi ordan.. Turşu!" diyorum. Onun da adı, Turşu kalıyor. oh işte!.

Günün birinde Turşu, çalışmak için Arabistan'a gidiveriyor. Babam, kocaman ve sararmış bir haritada Arabistan'ı gösteriyor bana. İstanbul'dan karışlayarak ölçüyorum, gerçekten uzak. Turşu uzaklara gidiyor. Hayatta kalmak her zaman zor. Öyle diyor babam. Mektup arkadaşım oluyor Turşu. "Kapıyı açıyorum, sanki Menekşe plajındayım, her yer sarı sarı kum.."diye, dertleniyor her satırda. Kenar süsü olarak başına örtü sarılmış bıyıklı bir adamın fotoğraflarının basılı olduğu kağıtlara yazıyor mektuplarını. Çöpçülük yapıyor. Çok para kazanıyor. Çok para ne demek, biliyorum. Ne işini seviyor, ne de kumlu sokakları. Zaten ikinci mektubuma cevap bile vermeden geri dönüyor, bildiği sokaklarına. "Açlıktan öl, ama asortin sarsılmasın sakın.. Pavyon kapısında sabaha kadar sarhoş bekle!" diyerek, kızıyor, çok azarlıyor babam Turşu'yu. Hiç vazgeçmez babam. Biliyorum. Bir tek bana kızmaz. Unutmuyorum. Babam ve Turşu akşamları mutfak kapısını kapatıp, o ağır dumanlı sigaralarını içmeye devam ediyorlar. Babam, tanımadığım insanlara o sigaraların aslında esrar olduğundan bahsetmemi çoktan yasakladı. İlkokul ikinci sınıfa gidiyorum. Onlar kapalı mutfak kapısının arkasında kahkahalarla gülerken ben, yasakların can sıkıcılığını ezberleyip; hep susmayı, az anlatmayı ve hiç şikayet etmemeyi öğreniyorum. Büyüyorum.

Yoldan geçen bir taksiyi durdurup, biniyorum. Bu sabah da durakta araba yok. Taksici, dikiz aynasından bakıyor, ilk virajı döndüğümüzde. " Tanıdın mı beni Sirke?" diyor. Gülümseyişinden tanıyorum. Ön dişlerinin altın kaplaması matlaşmış ama, gözleri hala yemyeşil parlıyor. Saçları bembeyaz olmuş. Altın Diş Fevzi Abi'yi tanıyorum. Babamın durak arkadaşı. Ağır ağır gidiyor kısacık yolu. Sigaramdan bir nefes daha alamıyorum. Saygıdan olmalı. Elimde küçülüyor sigara, kültablasına da atamıyorum. Babamın cenazesiyle ilgili birkaç anekdot anlatıyor, gülüyoruz. Cenazede de çok gülmüştük. O, gözünü son kez yumduktan sonra da gülmüştüm, sabaha kadar. Ne garip..

"Turşu da öldü biliyor musun?" Öylesine, sıradan bir cümle gibi söylüyor. "Babandan iki ay sonra, Turşu da gitti.." diyor. Kendi griliğine boğulmuş, kendi içinde kaybolup gitmiş kaç cümle daha kuruyor, duymuyorum. Arabadan inip, yolun kenarına dikilip, avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum. Bağırmıyorum.


Turşuuuuuuuuuuuuuuuuuuu!





.
•• Vedat Ozan

Pazartesi, Ekim 27, 2008

BUNA DA HAMDOLSUN DİGİTÜRK!



Cuma günü, öğle vakti "Blogger.com" ve "Blogspot.com" adreslerine erişim engellendi. Aniden. Ulaşamaz olduk. Akşama doğru, blogları tıklayanlar "Diyarbakır 1. Sulh Ceza Mahkemesi'nin fişmekan sayılı kararı gereğince erişim engellenmiştir." yazısıyla karşılaştılar. Telefonla arayanlar, mail atanlar, sms atarak akıbetimi soranlar oldu. Hepsine teşekkür ederim. "Hayırdır, kim dava açtı sana?" sorularıyla da karşılaştım. Bu beklentiyi yaratmaktan memnun muyum, bilemedim. Daha da kötüsü, bir blog yazarının sevgili babacığı sabah sabah ilgili yazıyı görünce evladı tutuklandı sanarak telaşa bile kapılmış. Vakit ilerledikçe öğrendik ki, Digitürk, Lig tv maçlarını blog üzerinden yayımlayan "HIRSIZ"ları durdurmak için mahkemeye başvurmuş ve şalter indirilmiş. Cuma akşamı.. Karar tarihi: 20.10.2008, kapatmanın uygulandığı tarih: 24.10.2008

Elbette, bir kurumun ticari haklarını koruma çabasını, bu fikir sanat eserleri ve telif HIRSIZlarıyla başaçıkma çabalarını haklı buluyor ve kişisel olarak sonuna kadar davalarını destekliyorum. Hırsızlık, ne kadar gerekçelendirilse de HIRSIZLIK'tır. Bunu bir kenara koyalım.

Lakin, meselenin işaret ettiği parmak Digitürk olunca mücadele için seçmiş olduğu yönteme karşı samimiyet tesis edemiyorum. Çünkü kurumun adı geçtiğimiz günlerde bir başka yasaklatma olayına daha karışmıştı. Bir yöneticisi, 9 günlük bayram tatilinden yararlanmaya çalışarak, punduna getirip Ekşi Sözlük'ü de kapatmaya kalkışmış, ama başaramamıştı. Gerekçe? Anlatayım. Gerekçe bu kurumun elemanı olan "Cihangir Karabağlı" beyefendinin sanal aleme, mailbox'lara ve dolayısıyla da Ekşi'ye düşen "traji-komik bir müşteri cevaplama mektubu"ydu. Sözlükte eğlence malzemesi haline gelen e-mailine karşı alınganlık geliştirmiş ve hukuki yollara başvurmuştu. Neyse ki bu badire atlatıldı. Sözlüğün avukatı duruma erken müdahale etti ve kapatma kararı kaldırıldı.

Şimdi bütün bu hikayenin gelişimine bakınca, üstelik "Blogger" bu tür yasal hakları ihlal eden yayınlar karşısında izlenecek yolu açıkça işaret de ettiği halde (yol çok basit. bir faksla, bu yayınların ticari hakkı bende diye yazıyorsun, belgeni yazıya ekliyorsun ve blogger o dakika ilgili blogun yayın hayatını durduruyor.) basit bir yazışmayla halledilecek bir "ticari hak arama" durumu için dava açılmasına, davanın Diyarbakır'da açılmasına, kapatmanın "cuma" gününe denk getirilmesine filan samimiyetle bakamıyor insan elbette. Blogger'ın yeniden erişime açılması tıpkı geçen sene kapatılan Word Press'de olduğu gibi bir yıl da sürebilir. Bu durum nazarımda "bilişim hukukunu bilmeyen" hakim sorunu da değildir artık. Ya işbilmezlik var bunun altında ya da suiniyet.

Engellemenin faili ortaya çıkınca, Sayın Cihangir Karabağlı hariç olmak üzere (korktum kendisinden cevap almaktan veya alacağım cevabın muhtemel tavrından..) Digitürk'ün 3 üst düzey yetkilisine elektronik posta ile şikayetimi ilettim ve Digitürk üyesi bir blog yazarı olarak samimiyetle bir cevap beklediğimi belirttim. Hâlâ bekliyorum. Sanırım uzun süre de bekleyeceğim. Söz konusu erişim engeliyle ilgili 3. şahıs olarak ihlal edilen haklarımın peşine yasal olarak da düşeceğim. Digitürk üyeliğimi de bu gerekçeyle iptal edeceğim, bunu da öbür tarafa koyalım.

İki taraf da dolduğuna göre asıl merak ettiğim şudur: acaba Digitürk, her iki hamlesiyle de karşısına aldığı kitlenin doğrudan kendi hedef kitlesi olduğunu biliyor mu, yoksa Ekşi Sözlük kullananların ve blog yazarlarının düdük çalamayan genç çocuklar olduğunu mu sanıyor? Her iki grubun da "bilinçli internet kullanıcısı" olduğunu bilmiyor mu?

"On söyle, bir yap" demiş, büyüklerimiz... Allah, her yöneticiye kurumunun ticari haklarını gözetirken, marka değerini yerle bir etmesini engelleyecek basireti de ihsan eylesin.



.
Digitürk avukatlarından daha çabalı olan sözlük yazarı "plainwalker"ın izniyle..



Blogger copyright infringement

.





•• Kaş 1998, rd

Cuma, Ekim 24, 2008

BLOG ERİŞİMLERİ ENGELLENDİ!!

"işte bu madde ile internet, basın yasası’na monte ediliyor. bundan böyle gazete, dergi çıkartmak ve yayınlamak için gereken tüm prosedürler web sitesi açarken de geçerli olacak. her isteyen sanal ortama çıkamayacak ve öncelikle valilik makamından, polis ve savcılıktan izin almak zorunda kalacak. "

Alıntı: http://www.tissad.org.tr/

Perşembe, Ekim 16, 2008

Arnavut Salih


50’li yıllarda, şimdi RadyoEvi'nin bulunduğu arazide, Arnavut Salih adında bir adamın barakaları ve ahırları varmış. İstanbul'un en halis süt mandırası orasıymış. Notre Dame De Sion Kız Lisesi'nin o heybetli binası ve karşısında Salih'in inekli, kuzulu, yeşilli, samanlı, böğürtülü mandırasından başka hiçbir şey yokmuş Harbiye denilen o semtte. Ne otellerin, Orduevi'nin devasa çatıları göğe merdiven dayamış o zamanlar; ne tostçu, dönerci, kokuları, ne gece pazarında hayat kadınları..

Sene 1977. İlkokulun son senesindeyim. Evin en hararetli sohbet konusu: "Bu çocuk orta okula nerde başlayacak?" Annem ısrarla, eğitim hayatıma "damdösyon"da devam etmemi uygun görmekte. Oysa ben, sıra arkadaşım Gülcan gibi "kız meslek lisesi"ne gitmek istiyorum. Bir şey bildiğimden ya da hedeflediğimden değil, öylesine. Gülcan'dan ayrılmamak istemiyorum. Salopet etek altına mantar topuk modası zamanları. En güzel mantar topuklu çocuk sandaletleri de "Gutan"ın vitrininde. Annem almıyor. "Bileğin burkulur, çok yüksek!" diyor. Mantar topuklu sandaletin peşine düşmüşüm, unutuyorum Gülcan'ı da, Damdösyonu da, Kız mesleği de. Zaman unutturmaz. Herşeye deva bulduğu aslında yalandır.

Bir sabah, annem elimden tutup -o tekinsiz ve uzun gezmelerden birini daha başlatacak sanırken ben-, Harbiye'de kocaman, kasvetli ve korkunç bir binanın önüne sürüklüyor. Tabelayı okuyorum. Okuyamıyorum da, gördüğümden anlıyorum ki, burası o okul işte! Ne kadar kirli duvarları. Çok eski bu bina. Bahçesi, duvarları, koridorları, sınıfları ürkütücü geliyor. Başı kapalı kadınlar ortalıkta beyaz ve temiz yüzleriyle gülümseyerek uçuşuyorlar. "Rahibe.." diyor annem. Yürümüyorlar sahiden de uçuşuyorlar mermer zeminde. Burda mı okuyacağım artık? Hem de yatılı! Ağlamıyorum ama eve gider gitmez babama ispiyonluyorum okulu. "Gitmicem o okula!" diyorum. Kararlıyım. Konuya annem karışıyor. Babamla tartışıyorlar geleceğimi. Babam lafın bir yerinde "Tamam Aysel, verelim damdösyona... Hatta hafta sonlarında da Arnavut Salih'in mandırasına bağlarız.." diyor. İyice korkuyorum. Mandıra ne demek bilmiyorum.

Annem öfkeyle kapıyı çarpıp, çıkıyor evden. İşe gidiyor. Matine var. Baş başa kalıyoruz babamla. Pişti destesini getiriyorum. Beni hep yener. Babam, yüzünde hiç çözemediğim dalga geçiyor diye hep şüphelendiğim, o garip ve bildik ifadeyle karşıma oturup, "Nedir bu kız meslek meselesi anlat bakalım" diyor. Heyecanla, abarta abarta, yalan dolan sıralıyorum, bildiklerimi, ne biliyorsam! Ne biliyorsam? "Hem Gülcan da oraya gelicek.." diyorum. Yüzü ekşiyor. Sonuç cümlemi sevmiyor babam, tanıyorum bu ifadeyi. Birileri yüzünden birşeyler yapmanın, başkalarına bağlanmanın erdemsizliği üzerine kısa bir konuşma geçiyor aramızda. Hiçbir şey anlamıyorum. Sonunda da: "Ama madem kararını vermişsin. Yarın gidip kaydını yapalım." diyor. Annem ayılıp bayılıyor bu kararımızı öğrenince ama, konu kapanmış bir kere.

Yaz vakitleri. Eğlenceli sokak oyunları, yazlık sinema geceleri, kavga- gürültü geçiyor zaman. Babam mantar topuklu sandalet bile alıyor. Üstelik ayağım da burkulmuyor. Yapraklar soluyor. Hava soğumaya yüz tutuyor. Okul vakti geliyor. Güle oynaya gidiyorum okulun ilk günü. İlk gün Gülcan gelmiyor. Sonraki hiçbir gün gelmiyor Gülcan. Gülcan'ı bir daha hiç görmeyeceğim. Babama yalvarıyorum, ama beni okuldan almıyor. Ağzından çıkanı kulağın duysun, ders olsun sana diyor. Sevmediğim bir okula gidiyorum. Her gün, her hafta ve aylar boyunca teğel söküp terzi olmayı, plastik bebeklerin bezlerini değiştirip anne olmayı, yemek pişirip ev ekonomisi yapmayı öğreniyorum.

Balık Pazarı'nda rastlıyoruz Gülcan'ın babasına, aylar sonra. Annemin elini sıkıp işaret ediyorum Gülcan’ı sorsun diye. "Okçu Musa'ya yazdırdık." diyor, babası. "Arnavut Salih'in mandırasına da bağlıyor musunuz?" diyorum. Ortalık buz kesiyor. Annem kızıyor. Gülcan'ın babası ayıplıyor. Annem yol boyunca söyleniyor, aynı cümleyi öfkeyle tekrar ediyor. Yol boyunca dayak yiyorum. Seyircileri hep aynı. Ağzından çıkanı kulağın duysun, diyor annem. Elleri soğumuş oluyor biraz. Elini tutmak istemiyorum.

Sizi adınızla çağıran kaç kabus biliyorsunuz?


.



.
•• Çatılar, 1996- Bebek

Salı, Ekim 14, 2008

Hatırlamalı: Nadine Labaki


1974 Beyrut doğumlu. Sinema izleyicisinin oldukça ilgisini çeken ve beğenisini toplayan "Sukkar Banat" (Caramel), Labaki'nin yazıp yönettiği ve başrolünü oynadığı ilk uzun metrajlı filmi. Asıl hedefinin belgesel sinema yapmak olduğunun her fırsatta altını çizen Nadine Labaki, yönetmenliğe müzik videoları çekerek başlamış. Hatta Coca-Cola Light'ın yerel bir kampanyasının hem yönetmeni, hem de yüzü olmuş.

Nadine Labaki'nin senaryosunu Jihad Hojeily ve Rodney Al Haddad ile birlikte yazdığı bu ilk sinema filmi, yakında "Karamel" adıyla Show tv ekranlarına uyarlanıyor.




.

Cumartesi, Ekim 11, 2008

Unutmamalı: Attila İlhan


...
kimi sevsem sensin / senden ibaret
hepsini senin adınla çağırıyorum
arkamdan şımarık gülüşüyorlar
getirdikleri yağmur / sende unuttuğum
hani o sımsıcak iri çekirdekli
senin gibi vahşi öpüşüyorlar
kimi sevsem sensin / hayret
in misin cin misin anlamıyorum



.
"Kimi Sevsem Sensin" şiirinden alıntıdır.

Pazar, Ekim 05, 2008

Yazlık Sinema



Tahta iskemleler beyaz perdenin önünde dizilidir. Birbirlerine mahkum edilmiş gibi. Kalleş çıtalara çakılmış, gıcırtılı tahta iskemleler. En ucuzundan. Gündüzleri mermer basamaklı eşiklere serilip kapı önü sohbetlerinde görev yapan basma çiçekli minderler geceleri de tahta iskemlelere eşlikçidirler. Ağır işçidir basma çiçekli minderler. Yaz akşamlarında sinemaya giderdi gençler, mahallenin orta yaşlı kadınları sırayla bekçilik ederlerdi bu toplu gidişlere. Aynı filme her gece gidilir, aynı film her gece izlenir. Anlar biriktirilirdi. Gişeci, kuyrukta bekletmeden içeri alır müdavimleri, mahallenin hatırlı ablalarının eşlik ettiği küçük çocukları.

Herkesin oturacağı yer bellidir yazlık sinemalarda. Ablalarımız en arka sırada oturur. Makinistin tek delikli, beyaz boyalı, beton kovuğuna komşu bu iskemle sürüsü, "serseri"lerin aşka gelip dayadıkları pandiklere maruz kalmak istemeyenler için ve oynaşmaya niyetli çifler için yazlık sinemaların en güvenli yeridir. Lüks mevkii. Bir önündeki sıraya da yaşça küçükler yani bizler dizilirdik. Bizim sıranın başına Bekçi Teyze oturur,perdede film başlamadan oluşan o kısa karanlık anında da ablaların takipçisi sevgililer arka sıraya süzülürlerdi. Film izlerken konuşmak ayıptır. Yerinden kalkıp dolaşmak, başını aniden arkaya çevirip, soru sormak da.. "On dakika Ara" olduğunda içinden 20'ye kadar sayıp hareket etmelisin, arka taraf toparlansın, çeki düzen versinler kendilerine diye. Kolay değildi mahalle aralarında çocuk olmak hiçbir mevsimde.

Haftada bir film değişirdi yazlık sinemalarda. Çok eskilerde film başlamadan önce ses sanatkarları çıkarmış beyaz perdenin önüne. Meşk ederlermiş üç-beş parça sazla birlikte, seyirlik hikâyelerden önce. Hele, birinci sınıf yazlık sinemaysa mahallenizdeki, o zaman filmin kadın oyuncusunun bile çıkıp şarkı söylediği olurmuş. Ben, en çok Suna Abla'yla giderdim yazlık sinemaya. Mehmet'in yavuklusu olan Suna Abla'yla. Mehmet Abi mahallenin en yakışıklısıydı. Suna Abla da en güzeli. Nasıl tanıştığımızı hatırlamıyorum ama, akşamları elimden tutup hatta kucağına alıp, "Hava alsın biraz.." bahanesiyle arka sokakta Mehmet abiyle buluşma oyunumuzu hiç unutmuyorum. Komik bir tesadüf oyunu oynanırdı. Sevgililer buluşmazdı o zamanlar, tesadüfen karşılaşılırdı. At arabasının arkasında istifi azalmış karpuzların, sırnaşık yeşil otlardan yatağına özenle oturturdu Mehmet Abi beni. Kilisenin önüne parketmiş at arabasının arkasında hiç konuşmadan otururdum. Biri konuşur, diğeri ağlardı. Çok seviyorlardı birbirlerini. Ama kavuşamayacaklardı. Herkes öyle diyordu. Bütün mahalle biliyordu, "kimse kızını bir karpuzcuya vermek istemez" dedi, ananem sorduğumda. Neden karpuzcuya kız verilmediğini babama sordum bir gece, anlattı uzunca. Anlamadım.

Suna Abla, bembeyaz gelinliğiyle karşımızdaki apartmanın demir kapısında göründüğünde mahallenin içi kan ağlıyordu. Ben ilkokulu bitiriyordum. O uzaklara, çok uzaklara gelin gidiyordu. Pencerelere dökülmüştü bütün kadınlar. Çatıkkaş Sokak, adının anlamını öğreniyordu. Uğultuluydu sokak. Ben, Kırmızı İmpala'nın önündeki sarı saçlı gelin bebeğe bakıyordum. Suna Abla'nın gözünden süzülen yaşlara, ahşap evlerin ayrılık acısıyla gıcırdayan pencerelerine, Gönül Teyze'nin avuç avuç serptiği pirinçlere, uluyan köpeklere, gri gökyüzüne, arabanın önünü kesmeyen mahalle delikanlılarına, kenara çekilmem için kolumdan dürten Uğur'a, karşı binanın duvarına bakıyordum. Sev Dedi Gözlerim. Erman Film İftiharla Sunar! Orhan Gencebay. Perihan Savaş. Bu akşamdan itibaren sinemamızda.. Kırmızı impala gürültüyle terketti sokağı. Mahallenin daracık ağzından kıvrılarak çıktığında, Uğur'a sordum: "Yeni başlıyormuş bak.. bu akşam gidelim mi?"

O akşam minderlerimizi alıp yine sinemaya gittik. Mehmet Abi, Fevzi Bakkal'dan bira alıyordu. Bizimle gelmedi. O gece ve sonraki bütün geceler, sonraki bütün günlerde hep o kahve-siyah tekel şişesi elinde gezdi. Lale Abla'yla evlendiği o yağmurlu günde, hani Kontes'in zehirlendiği gürültülü gecede ve o korkulu bahar bayramında bile hep sarhoştu Mehmet Abi..

Hatırlamalı: Bahman Farmanara


1942 yılında Tahran'da doğdu. Londra'da büyüdü, müzik okudu. Amerika'ya gitti. 1966'da Güney California Üniversitesi Film Yönetimi Bölümü'nden mezun olup ülkesine döndü. İlk uzun metrajlı filmi, "Khaneye Ghamar Khanum"u çekti. Diğer filmleri İran'ın yeni yönetimince sansür edildi. Asla gösterime girmediği gibi filmler bulunamadı da.

Bahman sonunda İran'dan ayrılarak 1980 yılında Kanada'ya yerleşti. Film dağıtımcılığı yaptı. Hiç film çekmedi. 22 yıl sonra İran yönetiminden izin alarak, "Booye Kafoor, Atre Yas"ı çekti.

Filmin açılışında: "Ölümden korkmuyorum, beyhude geçen bir hayattan korkuyorum." der.


Meraklısı için..

Photo By Gelareh Kiazand

Cumartesi, Ekim 04, 2008

Hatırlamalı: Behiye Aksoy


Behiye Tetiker. 19 eylül 1933 yılında Çamlıca'da doğdu. 1951 yılında Ankara Radyosu'nda görev yaparken bestekar avukat Halil Aksoy ile evlendi. Ertesi yıl tek oğlu Ahmet Kazım doğdu. Ankara Göl Gazinosu'nda çalışırken Fahrettin Arslan tarafından İstanbul'a getirilip, Cumhuriyet Gazinosu'nda assolist olarak sahneye çıktı. O zamana kadar Zeki Müren'i çalıştıran gazinonun ilk kadın assolistidir. En parlak yılları bu zamanlardır.

1961 yılında Halil Aksoy'dan resmen ayrılır ama "Aksoy" soyadını bütün sahne kariyeri boyunca taşımaya devam edecektir. 1973 yılında uzun zamandır birlikte yaşadığı Fahrettin Arslan'la bir kavga sonucunda ayrılır ve beklenmedik bir sürpriz yaparak Berker İnanoğlu ile evlenir. 17 gün süren bu evlilik sonrasında Fahrettin Bey'e geri döner. Evlenirler. 1978 yazına kadar Fahrettin Arslan'la birlikte yaşarlar. Aynı sene Caddebostan Maksim'de assolist olarak son kez sahne alan sanatçı, Fahrettin Arslan'dan da, sahnelerden de ayrılır.

Halen kışları Ayazpaşa'da, yaz aylarında Side'de yaşamaktadır.

Bir rivayete göre, ne zaman araları limoni olsa sahnede "Kapın Her Çalındıkça" isimli şarkıyı söylermiş, bankoda dikilip kendisini dinleyen Fahrettin Bey'e hitaben..

Cuma, Ekim 03, 2008

Türkiye Sokak Hayvanlari İçin Dünya Buluşması


DUYURULUR!

4 ekim 2008 Dünya Hayvanlar Günü'nde bir araya gelerek, kesin ve net bir dille Türkiye'den hayvan hakları ihlallerine son vermesini isteyeceğiz. Bizimle aynı saatlerde Londra, Paris, Lahey ve dünyanın çeşitli başka şehirlerindeki hayvan hakları savunucuları da Türkiye'ye 'artık dur' demek için toplanacaklar.

Bizler hukuk devleti ilkesine inanıyor ve yüce meclisimiz tarafından çıkarılan 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu'na artık harfiyen uyulmasını istiyoruz. Büyük bir demokratik vatandaşlık bilinci geliştirmiş olan türk halkının, söz konusu yasanın sistematik bir biçimde ihlal ediliyor olmasına daha fazla kayıtsız kalmayacağına dair inancımız tamdır.

Bir vatandaşlık hareketi biçimine bürünecek bu yeni hayvan hakları süreci içerisinde yer almak isteyen herkesi saat 16:00'da Kadıköy İskele Meydanı'na bekliyoruz.

http://turkeymassacre.wordpress.com/



Dikkat, bu sitedeki görüntüler rahatsız edici olabilir yine de TIKLAYIN!

AWAKE


Awake, bana göre pazarlama stratejisi olarak gerilim süsü verilmiş olsa da aslında romantik bir film. Senaryosu filmin yönetmeni Joby Harold tarafından yazılmış. Harold'un ilk filmi olduğunu düşünürseniz de sonuç oldukça başarılı. Filmin oyuncuları; Hayden Christensen, Jessica Alba, Lena Olin ve Terence Howard. Senarist, karakterleri ve kimi olayları öyle derinlemesine inceleyip didikleyip önünüze sermiyor. Önce bu durumu senaryo sığlığı sanıyorsunuz ama sabrederseniz sebebini anlıyorsunuz. Kısacası, işlenmemiş sıradışı bir konuyla yola çıkan filmin, daha iyi bir kurguyla "mükemmel" olması mümkünmüş.

İzleyin...

Hatırlamalı: Ahmet Tarık Tekçe



"Metin'i eşi doğum yapıncaya kadar bırakın, yerine ben yatayım."

Metin Toker, sınıf arkadaşı Ahmet Tarık Tekçe'nin Adnan Menderes'e çektiği telgrafta böyle dediğini anlatır. Babası dönemin "Adalar Hakimi" olan Tekçe, Galatasaray Lisesi mezunudur. 1920 doğumlu Tekçe, Haliç Feneri Nüfus Memurluğu'nda çalışırken, "Adalar-Paravan" adlı bir mizah gazetesi çıkarır. İlk evliliğini tiyatro sanatçısı Nezihe Becerikli'yle yapar. 1952'de bir parti başkanı aleyhine yazdığı yazı nedeniyle yaklaşık 1 yıl hapis yatar. 1948 yılında Tahir Olgaç'ın yazdığı, Faruk Kenç'in yönettiği "Tuzak" filmiyle "jön" olarak Beyazperde macerası başlar, sonradan "kötü adam" rollerine transfer olur. Nezihe Becerikli'den ayrılır. 300'e yakın filmde rol alır. Dönemin en başarılı "Yardımcı Erkek Oyuncusu"dur.

4 Ekim 1964 yılında hep korktuğunu söylediği şekilde, Türker İnanoğlu ve Filiz Akın'la birlikte son filmi olan Yankesici Kız'ın galası için Safranbolu'ya giderlerken trafik kazası geçirerek hayata veda eder.

Perşembe, Ekim 02, 2008

Güle Güle...


.
.
.
.
.
.
.
(1965- 2008)
.
Senin
gümüş bir kalbin
olmalı
*







* Haydar Ergülen / Sabah İçin Şarkı

Çarşamba, Ekim 01, 2008

Bollywood’da Grev..

100 bini aşkın oyuncu, kameraman ve teknisyenin çalışma saatleri ve ücretlerin iyileştirilmesi, ödemelerin zamanında yapılması gibi taleplerle greve başladığı Bollywood, yılda 200'den fazla film üretiyor.

Bollywood'da görev yapan meslek gruplarını temsil eden 22 sendikanın oluşturduğu birliğin başkanı Dinesh Haturverdi, üyelerine "iş bırakma" eylemini duyurduklarını ve gün itibariyle eksiksiz katılım sağladıklarını açıklamış.

Darısı Başımıza!




Gökhan Özgün: Masumiyet Müzesi aklandı mı?..


Taraf Gazetesi'nin köşe yazarı Gökhan Özgün, "Cehaletin Sonu Ve Masumiyet Müzesi" başlıklı bir yazı yazmış. Günlerden, 29 Eylül 2008...

Belki okumayanlar, farkına varmayanlar olmuştur diyerek alıntılamak istedim.

Buyrun..

" Kitaplara oldum olası düşkündüm. Bunun nedenini uzun süre anlayamadım. Çünkü derdim ‘bilgi’ değil,’sanat’ değil. Kaynağı ‘yüksek’ olan şeylerin, kaynağı ‘alçak’ olan şeyler kadar büyük felaketler yaratabildiğine de kısa ömrümde zaten defalarca şahit oldum.

Kitapları niye sevdiğimi, bir gün bir müze gezerken idrak ettim. Hayatımda çok çok az müze gezdim. Müze gezmeyi hiç mi hiç sevemedim. Bunun nedenini de, kitaba olan düşkünlüğüm gibi, hiçbir zaman anlamamıştım. Kısmet ikisini birarada anlamakmış."


Yazının devamı için tıklayınız...