Cuma, Aralık 31, 2010
Varılan yer değil yol, yolculuk güzel!*
Hurafe, safsata, batıl inançlarla dolu çocukluğum, elbette yılları da kategorize etmeyi becerdi. "Tek seneler iyidir, çift seneler kötü" diye bilinir benim topraklarımda. Menüden ne sipariş edersen et, önüne koyulanın farklı olacağı bir hayat lokantasındayız. Olan bitenden bağımsızlaşmayı, akan suya kapılmadan kendi kıyılarıma tutunmayı, bu oyunu kendi kurallarımla oynamayı, düşüp kalkmayı oldukça erken öğrendim. Umarım sizin aydınlanmanız da vakitli olur yoksa hayat çekilmez bir eziyet haline gelebiliyor insan evladı için.
Şu fani dünyada, ömrüm yettikçe bana verdikleri emeğe, sevgiye ve ödenmez desteklerine selam duracağım ustalarım oldu. Kimi hayatıma alenen yön verdi ya da farkına bile varmadan ustalık etti. Var'olsunlar! İşbu sebep, gıyaben izniyle ustalarımdan birinin sözüyle veda edeceğim 2010 yılına: Varılan yer değil yol, yolculuk güzel!
Böyle yani..
.
Pazar, Aralık 19, 2010
Tek kusurum Ayaklarım!
Second Life avatarımın katıldığı güzellik yarışması vesilesiyle Hürriyet Gazetesi'nde röportajı çıktı. Haberi yazan sevgili Hakan Gence'ye anonim kalma isteğime saygı gösterdiği ve röportajı maksimum özenle deşifre edip yayımladığı için teşekkür ederim.
Bilmem farkında mısınız sağ yanımda Obama? God bless me!!
Böyle yani..
"Aman da okumazsam ölürüm" diyen ve evine Hürriyet girmeyen o birkaç kişi için gelsin :))))
buradan okuyunuz!
Salı, Aralık 07, 2010
Yönlenemiyoruz!
Bu sebeple lütfen
http://ranini.blogspot.com
adresinden geliniz.
.
Du bakalım...
Cumartesi, Aralık 04, 2010
Evlen benimle!
İzah da edeyim bu mutlu günü. Bir zamandır second life'da yaşıyorum, bilen bilir. Uzun zamandır da sohbet ettiğim hatta eğlenip, keyif aldığım New York'lu bir kız var. 38 yaşında. Geçen yıl yarı önemli bir politikacıyla on yıldır sürdürdüğü evliliğini 5 yıldızlı bir skandala bağlayarak boşanma davası açtı.. Nekahat dönemini SL ile atlatmaya çalışıyor, bitmeyen dava yüzünden ve yerel basının ilgisi sebebiyle sokağa çıkamadığı için.
İşte bu kızımız geçen akşam - ki onlar için sabahın kör saati- aniden online oldu ve konuşmaya başladı. Onun aksanı hızlı konuştukça daha da anlaşılmaz oluyordu benim için ama, kurduğu cümleler içinde pek bir telaş vardı. Zaten boktan bir ingilizcem var (var denirse) sesinin tonundan "ağlıyorum saatlerdir, aman tanrım, hassiktir bu nasıl olabilir" gibi kelimecikleri de cımbızlayınca duruma müdahale ettim.
- easy babygirl.. i do not understand anything if u talk fast okay.. easy..
- u don't understand me?
- not at all
- okay. again. i watched a movie and i am still craying like a crazy..omg ranini!!!!
- which one? horror?
- nah! the stoning soraya m.
- so?
- would u marry me?
- what?? hunny u know i am totaly straight and i knew same here.. am i wrong?
- yes i am straight too is not about my choise is about your life. but don't worry. i am here and please go to milan immediately! right now! find david shine. i sent to u his address. look at your email. his my father. he will bring to u ny.. if u want we go to california and we got married then and there
- aham! hunny calm down.. there is no any recm in my country*not yet.
- not yet!!! i know but soon
- lol! ahahhahaa okay.. okay tell me what u know? can not be about only a movie?
Pazar, Ekim 31, 2010
Depresif Paparazzi Bildiriyor..
- Efendim anne..
- Uyandırdım mı?
- Yok. Söyle..
- Uyu hadi, uyu.
- Söyle anne, uyumuyorum.
- Sesin niye öyle?
- Yeni uyandım ama uyandım artık söyle..
- Biliyor musun kim geldi?
- Kim geldi?
- Karolin geldi, Karolin!
- Karolin?? O kim?
- Ayol yok mu Kanal D'deki kadın, sarışın. O işte..
- Senin televizyon almıyordu Kanal D'yi?
- Uykuluk yemek için geldi.
- Of.. Dur bi toparlanayım uzun sürecek bu iş belli.. Ee.. Afiyet olsun. Gelsin. Yesin bana ne? Ayrıca gelmemiştir. Benzetmişindir.
- Ayol hadi ben benzettim, herkes mi benzetti? Geldi diyorum. Herkes geliyor buraya. Nerelerden kalkıp geliyorlar hem. Çok meşhur buranın uykuluğu, bilmezsin sen. Sabaha kadar kimler kimler geliyor. Zaten ben tanımadım. Millet bağırınca kavga var zannettim cama çıktım ben de sonra bakkal anlattı o zaman anladım o olduğunu. Haysiyetsiz kadın!
- Haysiyetsiz??
- Utanmadan eve sokturdu kendiniiii!! Bi de takmış koluna geziyor etrafta gecenin bir vakti! Yazıklar olsun.
- Ali de yanında mıydı??? Ahahahahhha yok artıııık!
- Benim burdan tam göremedim ama uzun boylu esmer bi adam vardı yanında. Yüksek bi araba böyle Hani Rahmetli Adnan'da vardı, aynısının siyahına binmiş.
- Hmmm.. Paparaziler büyük haber kaçırmış desene...
- Yatacak yerleri yok bunların yooook!
- Ay anne yapma kurban olayım yapma ya.. Ne işi var kadının niye Pangaltı'ya gelsin uykuluk yesin? Benzetmişinizdir de.. Çok ayıp olmuş artık her kim ise..
- Bütün herkes bağırdı arkasından yazıklar olsun dediler, kadınlar camlardan bağırdı avaz avaz hep.. Zor kaçtılar, kisi de arabaya bindi gitti.
- Off... Yazık değil mi ya, siz manyak mısınız abicim? Utanmadan bi de anlatıyor musun marifet gibi?
- Ben bişey yapmadım baktım öylece... Hatırlıyor musun, Ümmühan da Mustafa'nın dostunu bıçaklamıştı aynı böyle Karaköy İskelesi'nde..
- Nasıl hatırlayayım?
- Küçüktün sen hatırlamazsın ama anlatmadık mı sana?
- Anlattınız.
- Ama çocuklar olmuyor.
- Anlamadım?
- Ümmühanın bi kızı, iki de oğlu vardı. Cemile'nin iki kızı var. O kadın da rahmetli Hüsniye gibi aynısıı.. İsmet ne zaman üzerime yürüse rahmetli babanen beni korurdu o kadın gibi.
- Hasefe gibi.. Ee.. Ne alaka?
- Bilmiyorum artık! Baban da babasını bıçakla kovalamıştı hatırlıyor musun Kumbaracı Yokuşun'dan yukarı. Üst kattaki kadınla basmıştı babanen dedeni de sonra deden kahveye gelmiş. Baban ayağa kalkmamış. Deden de, "Artık büyüklere saygı gösterilmiyor mu?" diye bağırınca baban tezgahtan bıçağı kaptığı gibii..
- O hooo.. Uykuluktan girdik anılardan çıktık sabah sabah ama..
- Taksim'e çıkma sakın.
- O niye??
- Bomba patlamış. Canlı bomba sakın çıkma. Niye taşındın oraya ne güzel oturuyordun Etiler'de uzak uzak. Herşey Taksim'de oluyor senelerdir böyle bu bilmezmiş gibi gittin oraya..
- Aha.. Koskoca yaz dur dur da, kara kışta manik ol sen. Bir bu eksiktiiii..
- Ne dedin?
- Demedim bişey anlat sen annecim, dinliyorum..
.
Cuma, Ekim 01, 2010
ÇOK OYUNCULAR TOP 10 LİSTESİ
Aşağıdaki liste yeni sezonda görücüye çıkan yerli dizilerde irili ufaklı yer tutan ÇOK oyunculardan oluşmuştur. Listenin başında ya da sonunda yer almanın bir önemi yoktur. Hepsi aynı ölçüde kötü, sadece aklıma geldiği gibi sıraladım. Listede 9 isim var. Son isim sizin yorumlarınızla eklenecek. Yorumlarda adı en çok geçen oyuncuyu listenin sonuna ekleyeceğim. Buyrun bakalım..
1. Tansel Öngel (Kılıç Günü)
2. Atsız Karaduman (Kılıç Günü)
3. Bülent İnal ( Bitmeyen Şarkı)
4. Altan Erkekli ( Yerden Yüksek)
5. Leyla Bilginel (Kılıç Günü)
6. Sinem Kobal (Küçük Sırlar)
7. Birce Akalay ( Yer Gök Aşk)
8. Sezin Akbaşoğulları (Küstüm Çiçeği)
9. Fırat Çelik* ( Fatmagül'ün Suçu Ne?)
* Fırat Çelik bu listeye, seslendirme hatası sebebiyle girmiştir. Seçilen ses rengi ile oyuncunun fiziki uyumsuzluğu büyüyü fena halde bozmaktadır.
Böyle yani...
.
Salı, Eylül 28, 2010
Hayat Ağacı
İclal Aydın'ın canhıraş bir heyecan ile kanat çırpıştırdığı darbe niteliğindeki programı Kanal D'yi nazarımda 10 (on) yıl geri götürdü. Deha seviyesinde bir pırıltı ile tasarlanmış içeriği olan bu programı içimde bir bilinmez sıkıntı ile izledim. Programın suçu yok. Allah da biliyor, Seda Sayan yayında Swarovski ile sıvanmış yaka mikrofonu taksa sıkıntımı gideremezdi. Lakin kabul etmeliyim ki İclal aydın'ın da işi zor. Yerel kanallarda durum nasıl bilemiyorum ama, ulusal kanallarda o saat diliminde ayakta kalmak gerçekten de her baba yiğitin harcı değil, Allah yardımcısı olsun. İclal Aydın hafta içi, her gün, saat 14.00'da yayına giriyor. Brüt olarak 1 saat 40 dakika ekranda kalıyor. Aynı saatte ekrana sürülen rakipleri, dizi tekrarları ve Show Tv'nin yeni sefaleti "Nikahta Keramet Var (NKV)" gibi uyduruk işler. Hayat Ağacı, ilk haftanın sonunda ne mutlu ki Show Tv'yi solluyorken (NKV'a da geçilse ilk haftayı tamamlayamazdı zaten) dizi tekrarlarının altında kalıyor. Özet olarak söylemek isterim ki İclal Aydın ekranda kalmak istiyor ise yayım saati sonrasında eline aldığı karne, kanalın zaten bedelini ödeyip, kaymağını yediği bir işi o saatte yayına sürmesi halinde alacağı sonuçtan daha parlak olmalıdır. Ne zor değil mi? Bu gidişle de bunu başarması biraz zor görünüyor.
Hayat Ağacı'nı sadece bir kez izledim. Konuk bulmakta zorlandıkları aşikar. Filvaki benim için bilgilendirici de bir program oldu. İzah edeyim. İclal Aydın'ın yayına telefonla katılan bir izleyicisine, "Ayol, maşallah ne güzel anlatıyorsun, şimdi İrfan Şahin diyecek ki sen bırak Feşmekan Hanım sunsun artık programı.." tadındaki şen şakrak beyanından anladığım kadarıyla birkaç ay önce (6- 7 ay olmuştur, senesi geliyor nerede ise.. zaman nasıl da geçiyor) Doğan TV Holding’in CEO'su olan Sayın İrfan Şahin halen yönetimi altındaki her kanal ve o kanallarda yayımlanan her program ile tek tek ilgilenmekte, ıkın sıkın 1 rating alabilen bir programın sunucusunun değişmesi gibi küçücük konularla bile bizzat meşgul olmaktadır. Ne hoş..
Böyle yani..
•• Fotoğraf ilgili kanalın resmi web sitesinden alınmıştır.
Cumartesi, Eylül 18, 2010
Perran Kutman'dan Deli Saraylı
Ne yazık ki başlık yaptığım bu tanıtım cümlesini duyduğum ilk günden beri sonucun böyle olacağını tahmin ediyordum. Şaşırmadım. Hangi sonuç mu? Anlatıyorum. Son yayımladığı sefalet, "Evcilik Oyunu" sebebi ile Show Tv'yi boykot ediyorum. İzlemiyorum. O sebeple dün gece "Türk halkının nabzını benden iyi bilen yoktur, ne yazsam tutar" tadındaki açıklamasından sonra ürettiği her projesi batan Osman Sınav'ın yeni dizisi "Kılıç Günü"nü ve yazar ekibi değiştiren, "Hanım'ın Çiftliği"ni izleyecektim. Böyle planladım gecemi ama planladığım gibi olmadı. Yayım vaktine doğru ağır bir kaşıntı tuttu. Yeminimi bozdum. Gani Müjde'nin hatırına Deli Saray'lıyı izledim. Mutsuzum.
Fikir mükemmel. Mükemmelden de önemlisi, kusursuz. Fikrin hayat bulduğu "dönem" on numara önemli, civcivli ve yazan adam için ab-ı hayat niteliğinde. Hikayeyi fısıltı gazetesinin manşetlerinde gördüğüm ilk günden beri ekrana çıkmasını gülümseyerek bekliyordum. Nihayet dün gece ilk bölümü yayımlandı. Projenin yönetmeni Aydın Bulut, ödevini iyi çalışmış, 1000 numara iş çıkarmış. Sokağa, döneme, geniş kadraja, kumandanın selam çakan mahmuzlarına tek kelime edemem. Allah için sanat yönetimi de iyi çalışmış. Ha, elbette didiklersek yüzlerce hata bulur, sayar dökeriz ama fikir o kadar parlak ki gerek yok, hırpalamamak lazım.
Gelelim oyunculuklara.. Perizat bildiğin, Perihan, Şehnaz, Afet.. Bir milim değişikliği yok kostümleri görmezden gelirsek. Oysa üzerine basa basa "diğerleri göz hizamdaki karakterlerdi, bunu bilmiyordum. ilgimi çekti" diyerek rolünü övmüştü yedi düvele Perran Kutman, doğal olarak ben de başka bir kadın izlemeyi umdum, dört yıl aradan sonra ama bulamadım. Mahsuru da yok. Perran Kutman bize sunduğu her haliyle izlenmesi gereken bir oyuncudur ama bilinsin ki kimsenin Perizat'a kuş kondurduğu yok. Çetin Tekindor ise tam aksine Miralay'dan bozma uşak karakterinde doğuştan armağan edilmiş yeteneğini konuşturdu. Yönetmen nadiren de olsa kimi anları ( yorgunluktan olsa gerek) es geçip adamın oyununu bölse de Tekindor, karakterinin her milimetresini konuşturdu Allah için, gönlüne sağlık olsun.
Deli Saraylı'nın, Cüneyt Türel, Ani İpekkaya, Ünal Silver, Engin Alkan, Öner Erkan, Özge Özpirinççi, Kenan Ece, Melis Birkan, [ve yapımcı şirket yüzünden adına ulaşıp yazamadığım. açasın adam gibi bi site koyasın full kadronun adını?] gibi oyunculardan oluşan çok değerli bir kadrosu var. Bazı plastik malzemelerin seçimi gereksiz olmuş, yerlerine no name oyuncu koysan da bal gibi olurmuş. Sonuçlara bakınca da izlenirliğe bir katkıları olmadığı ve olamayacağı da ortada üstelik.. Kim mi? Eleştiriden öğrenen, rol paylaştığı iri isimlerin yeteneklerinden etkilenip, kendini geliştiren bir malzeme olmadığı için isim bile telaffuz etmeyeceğim. Neyse..
Çoğunluğun aksine projenin seçtiği ingiliz aksanlı Türkçe'yi çok sevdim, başarılı buldum. Ne tuhaf bir insanım değil mi? Ez cümle, Deli Saraylı AB'nin gösterdiği ilgiyi kabartıp listede biraz daha yukarılara doğru tırmanırsa ne hoş olur aksi halde 4-5 bölüm sonra tozlu raflardaki yerini alır. Yemin ederim, projenin fikrine de yazık olur. O sebep, biraz abanıp izleseniz diyorum..
Ah.. Unutmadan... Haluk Bilginer, Mehmet Turgut'a verdiği röportaj esnasında kendi adının da alfabetik sıra ile listelendiği sıfatı yani "oyuncu"ların bir kısmını "yavşak" olarak tanımlamış. olsun. Benim için mahsuru yok. Her insan evladı, her sözü söylemekte özgürdür. İstediği sözü söylemeye en çok da Haluk Bilginer'in hakkı vardır. Ancak kim yavşak, kim taşşak tartışmasını yeniden başlatırken bulunduğu sektörün sorunlarına da aynı rahatlık içinde dalmasını ve kemikleşmiş meseleleri yorumlamasını beklerim. Beklemek de benim özgürlüğüm. Yoksa popüler bir söylem peşinde koştuğunu daha da fenası an itibari ile bulunduğu mekanda volta atarak röportajını yayımlanmadan önce son birkez okuyup, onay vermediğine bin pişman olduğunu düşüneceğim.
Böyle yani..
.
Çarşamba, Eylül 15, 2010
Öyle bir geçer zaman ki
Metro'nun Taksim girişine 12 Dev Adam'ın portrelerini asmışlar. Her biri diğerinden mükellef fetiş objesi okullu kızlarımız dev portrelerin önünde dikilip fotoğraf çektiriyorlar. Fetiş objesi mi? Öyle değiller mi? Hepsinin eteği kıçının tepesinde, bak şu hallerine! Bu nasıl aciz bir argüman elin sabisi hakkında, edep yahu? Daha on yıl önce giydiğin yırtmaçtan kursağın görünüyordu, yakışıyor mu sana böyle konuşmak? Tamam da, ben İstiklal Caddesi'nin göbeğinde sergilemiyordum kursağımı, ayrıca.. Derken, durdum. Yolun ortasında durdum. İç seslerimin utanç verici kavgasının yarattığı şaşkınlıktan kurtulmak için Kızılkayalar'a girip çift kaşarlı tost yedim. Sustum. Sorgulamadım. Sadece karnımı doyurdum. Hesabı ödedim. Yeniden yürümeye başladım. Hızlı yürüyünce birkaç metreden sonra sağ dizim ağrıyor. Yavaşlıyorum. Sahiden yaşlanıyorum. Gün be gün eskilere benziyorum, eskiyorum. Eskidikçe tuhaf sosyal kurallara biat ediyorum. Bu içler acısı halim örselenmiş bedbin egomun, yıkılmış bedenimle elele vererek oynadığı acımasız bir oyundan mı mütevellit, bilmiyorum. Zaman işte, tuzu kuru ne de olsa, halinizi umursamadan geçip gidiveriyor.
"Öyle bir geçer zaman ki", dün gece Kanal D ekranlarında yayıma girdi. Projenin yönetmeni Zeynep Günay Tan ve sanat yönetmeni Murat Güney blog okurlarının yakından tanıyıp, bildiği isimler. Benim de mesleki aşklarına, işe gönül koyuşlarına, meseleyi profesyonel yöntemlerle kotarışlarına hayran olduğum iki genç insan, onları seviyorum, biliyorsunuz. Bu sebeple diziyi izlerken çok korktum. Yutkunmak zorunda kalmaktan, sevemediğim şeyleri görmezden gelmekten ürktüm. Hoş, artık dizi eleştirisi de yazmıyordum ama yine de korktum. Çünkü blogda olmasa bile, sözlükte bu proje ile ilgili iki satır fikir beyan etmem gerektiğini biliyordum. Ne sebeple kendimi bu kadar önemsediysem artık... Nitekim, dizinin yayımından sonra sözlükten aldığım içtenlikli bir mesaj öngörümü doğruladı. "Çalışmaya başladığımız ilk günden beri acaba ne yazacaksınız diye merak ediyordum" diyen sözlükdaşım sayesinde korkumun sebebini anladım. Galiba içten içe yeniden dizi eleştirmek istiyordum ama bir türlü yazmaya başlayamıyordum.
Başlıyorum. Coşkun Irmak, her insan evladına tek bir kez, (bilemedin üç) nasib olacak bir öykünün altına imza atmış. Bu hikayenin, sayfalarca süren o ince sızılı derin ağrılı detayları yaşanmadan kaleme alınabilir mi? Bilemedim. Önemli de değil ellerine sağlık olsun. Ne şanslı ki hikayesinin tek bir satırını bile heba etmeyecek kadar büyük yürekli bir yönetmen ile çalışıyor. Açık söylemek gerekirse dün gece bölümü izlerken hikayenin ağır işleyişine rating denilen imansızın ters tepki vereceğinden çok korktum. Nitekim, tekrarı aslından fazla izlenmiş. Ancak aslı da taş gibi ikinci sıraya yerleşmiş. "Öyle bir geçer zaman ki", bugün itibariyle rating listesinde anlı şanlı, bol starlı, milyon dolarlık kadrolu Ezel'in kenarına dahi yanaşamayacağı kadar yüksek ve parlak bir sonuç almıştır. Her iki projenin aldığı share ve ratingler arasındaki fark 1- 2 puanmış gibi görünse de profesyoneller aslında ne demek istediğim iyi anladı. Elbette cin fikirli kimi bezelye beyinliler projenin yayımlandığı kanalın izlenme oranının yüksekliğini sebep gösterip işin başarısından çalmaya kalkışacaklardır ama, yemezler. Aynı kanalda yayıma girip girdiği gün listenin dibini gören en az 5 işin adını ezbere sayarım.
Gelelim kadroya... Çok akıllı ve nispeten de ekonomik bir kadro kurmuşlar. Erkan Petekkaya, bugün "Ali Kaptan" karakteri ile çizilen çerçevenin içine oturacak, o çapta, görünümde, yaş çizgisinde ve oyun yeteneğindeki adaylar arasında akla gelecek en parlak ve doğru isimdir. Çok da güzel oynadı, gönlüne sağlık olsun. Ayça Bingöl ise son zamanlarda gözüme ilişen en yetenekli kadın oyuncudur. Yeterince ışıltılı, gereğince durgun ama iyi oyuncu. Gereksiz tek bir taş koymuyor rolünün üzerine, ne fiziksel ne de zihinsel olarak. Kadınsal kompleksleri de yok. Kadınsal kompleksten kastım ne mi? İsim vererek izah edeyim. Misal Hatice Aslan oyunculuk kapasitesini fiziksel komplekslerine gömdürmüş kayıp bir yetenektir benim nazarımda. Ekrana çıktığında, her göz göze gelişimizde sanki şöyle diyor: Ah bi salınsam, hala bunların hepsini cebimden çıkarırım ama neylersin ki yaşım geçti! Bu sinsi fikir de Aslan'ın, bir metrelik oyun yeteneğini kemip kemirip 3 karışa düşürüyor. Neyse konumuz o değil. Ayça Bingöl de henüz o yaşlarda değil. Ama Bingöl'ün bu yumuşak ve barışık hali onun uzun zaman boyunca, ekranda, çok daha iyi yerlerde, keyifle, rating yapan oyuncu etiketiyle bol bol rol kapmasına sebep olacaktır, bir kenara yazalım. Dizinin kadrosunda Wilma Elles, Yıldız Çağrı Atiksoy, Aras Bulut İynemli, Farah Zeynep Abdullah, Emir Berke Zincidi, Meral Çetinkaya, Mete Horozoğlu, Orhan Alkaya, Mehmet Gürhan, Zeyno Eracar, Nilperi Şahinkaya, Dila Akbaş, Tolga Güleç, Salih Bademci, Ferit Kaya, Simay Küçük, Sercan Badur, Yeliz Kuvancı, Şenay Aydın var. Şahsi fikrime göre de herhangi bir kast hatası da ya da oyunculuk gediği yok. Hepsinin gönlüne sağlık olsun.
Zeynep Günay Tan, viran olmuş bir şehirden 60'lı yılların mis kokusunu çıkarabildiği için nazarımda kıymetini katlamıştır. Üstelik de kadrajını kasmak zorunda kalmadan ferah feza çekmiş işte eski İstanbul'u. Elbette antremanlı, "Çemberimde Gül Oya" gibi büyük bir deneyimden geçmiş olması işini kolaylaştırır da, İstanbul gün be gün çökerken, saniyede bir değişirken onun da başarısını tamamen bu tecrübeye dayamak haksızlık olur. Gözümü yoran fotoğrafları da olmadı değil. Hani az da olsa, heves ettik elde ne var ne yoksa gösterelim havası sezmedim değil. Olsun. Kimseye bi zararı yok. Bu da benim edepsizliğim olsun. Ayrıca Zeynep Anne, ilk bölümü bütünüyle izlediği gün durumu görüp, notlarını almıştır çoktan. İkinci bölümü izlediğimizde bu yorgunluktan bizi kurtaracağından ve elindeki her "plastik malzeme"nin de göz bebeğine kadar giremeyeceğini anlamış olduğundan eminim.
Dizinin sanat yönetmeni Murat Güney'e söyleyecek tek bir sözüm var: Helal olsun. Kostüm, saç baş işleri de minik ve anladığım kadarıyla mecburen verilmiş küçük firelerle mükemmel çalışmış. Ellerinize sağlık. Devamlılık bakamadım heyecandan ama, gözüme bariz bir hata ilişmedi, tekrar bölümünde yakalarsam söylerim. Makyaja gelince, kimi "Plastik Malzeme"lerin makyajı gece rüyama girecek kadar abartılı idi ki, elden ne gelir? Sizin suçunuz değil, biliyorum. Makyaj değil, restorasyon ekibi gibi çalışmak zorunda kaldığınızın farkındayım, o yüzden ses etmiyorum. Velhalısıkelam, teknik ekibinden servis şoförüne, yönetmeninden yazarına, çaycısından oyuncusuna kadar herkesin ellerine sağlık. Bu projeyi okuyup inanan, ekrana sürmeye karar ve onay veren ekibe de minnettarım. Yolunuz bereketli olsun.
Bu arada, dün bu dizi için sözlükte fikir beyan ederken "Lale Devri bu kadro ile ilk 10'a bile giremez" demiştim. Yanılmamışım.
Böyle yani..
.
Pazar, Eylül 05, 2010
4. GÜN
Bu sabah sigara yakarken değişik bir ses duydum. Ciğerlerimin sesini. İlk kez öksürerek uyandım. Onlarca yıldır sigara içerim, hiç öksürmem. Bu sabah öksürdüm. Öksürüğüm sigarayı yakmamı engellemedi ama gidip paketteki sigaraları saydım. Dün gece açtığım pakette an itibari ile 7 dal sigara var. [Dal mı?] Daha az içmem gerektiğine karar verdim.
Çarşamba, Ağustos 04, 2010
3. GÜN
Ancak ben, duruma ayana kadar bahçeme çöp atıldığını düşündüğüm içim avazım çıktığı kadar bağırmaya devam ettim. Saydım sövdüm. Ne komşuların pisliği kaldı, ne insafsızlıkları... Sarmalanmış otun içeriğine vakıf olmamla senkronize olarak sağımdaki binanın üst katından kıvırcık saçlı genç bir erkek başı uzandı. Kibar ve titrek bir sesle sordu:
- Utanmadan bir de çöp atmaya mı başladınız ulan bahçeye??? Yazıklar olsun! Aaaa! Bu ne ?? Bu çöp değil hay ağzına sıçayım yaaa..
- Şey.. Afedersiniz hanfendi benim beyaz bi kağıda sarılı paketim düşmüştü sizin bahçeye mi geldi acaba?
- Hee benim bahçeye geldi!
- Alabilir miyim ben onu?
- Alamazsın!!! atıyorum ben onu çöpe!!
- Peki sağlık olsun o zaman. İyi geceler..
- İyi gecelermiş.. İyi gecelermiş.. İyi geceler diyo ya utanmadan! Sen dua et ben polisi aramıyorum. Kapat tabii ışıkları!! Camı da kapat, camı daaa!
Bu ne iğrenç bir öfkedir yakama yapışan, anlamadım. Okur okur da belki utanırım diye yazdım. Neyse işte, otun bir kısmını Çeyrek'in ağzından almıştım, hemen veterineri aradım. Bi bok olmaz, en fazla uyur, dedi. Otu da çöpe attım. Geceyi hatırladıkça edepsizliğimin sınırsızlığına şaşıyorum. Hay Allahım ya!
./..
.
Salı, Ağustos 03, 2010
2. GÜN
Manik hezeyandan kurtulmuş üç-beş fotoğraf var elimde elbette. Bir tanesinde babam ve annemin ortasında şakın bakışlarla duruyorum. İkisini birarada ve kavgasız gürültüsüz görmekten şaşkın faltaşı gibi açılmış gözlerle bakıyorum. Dönme dolapa binmişiz. Annem dizlerine kolları lacivert- kırmızı ince çizgili beyaz hırkamı örtmüş. Babam meşin bir ceket giymiş. O hırkayla iyi anılarım yok. Gördükçe içim kararıyor. Çünkü annem hırkamı bacaklarını kamufle etmekten başka işler için de kullanırdı. Tam o yaşlarda olmalıyım. Osmanbey Caddesi'nden Şişli'ye doğru hızla koşuyoruz. Annem kolumu o kadar çekiştiriyor ki kopacak sanıyorum. Hayır, dayak yemiyorum. Annem bir adamdan kaçıyor. Arkamızdan bir adam koşuyor. Köşeyi dönüp bir taksiye biniyoruz. Adam taksinin kapısına yapışıyor. Bizi durdurmaya çalışıyor. Durduramıyor. Taksici amca tuhaf gözlerle bize bakıyor. Annem, kapıya yapışan adamın babam olduğunu, çok içki içtiği için babamdan ayrıldığımızı, hergün kapıya dayanıp bizi dövdüğünü anlatıyor. Dönme dolaptaki şaşkınlığı giyiyorum yüzüme, taksinin arka koltuğunda otururken. Anneme,"O adam benim babam mı?" diye soruyorum. Annem, kolumu sıkıyor ve " şaşkın mısın evladım elbette baban!" diyor. Ağlamaya başlıyorum. Ah be anne, bana ne yaptığını idrak etmeden ölüp gideceksin ya en çok da buna yanıyorum! Evet, babam içiyor ama içki değil. Evet, babam dövüyor ama bizi değil. Ve o adam benim babam değil. Yemin ederim değil. "Benim babam taksi şoförü tıpkı sizin gibi.." diyorum. Lafımı bitirmeden annem ağzımın ortasına elinin tersiyle okkalı bir tokat yapıştırıyor. Ağlamıyorum.
Dolapdere'yi geçince sola, Ömer Hayyam'a doğru dönüyoruz. Taksi yokuşa dayanır dayanmaz, sağda iniyoruz. Ümmühan Teyze'ye akşam oturmasına gidiyoruz, haftanın bilmem kaç bela günü yaptığımız gibi.. Mustafa Amca ganimeti nakite çevirir, Ümmühan Teyze de çok güzel pilav pişirir. Beşinci katta oturuyorlar. Merdivenleri çıkarken annem bugün de olanları babama anlatırsam başıma gelecekleri izah ediyor, kibarca. Dudağım kızarmış, buz koyacağız. Belki annem et çiğneyip basar dudağıma. Tiksiniyorum bu kocakarı tedavisinden ve parmağını tükürüğü ile ıslatıp ıslatıp gözümün çapağını temizlemesinden. Akşama kadar dudağımın şişi inmezse, babama yalan söyleyeceğim. "Hani o tahta küpler var ya baba, bir araya getirip resim yapıyoruz hani. İşte onu bi attı Gültekin.... Acıdı, evet!.." diyeceğim ve cümleyi bitirir bitirmez deli gibi ağlamaya başlayacağım. Bütün gün biriktirdiğim gözyaşlarımı boca edeceğim oracıkta. Boğazımı kessen gözyaşı boşalır ya öyle ağlayacağım. Doya doya... Kimsecikler beni susturamayacak. Babam taşak geçmeye başlayacak, "Ulan turşu suratlı, beş saat olmuş şimdi niye ağlıyorsun?" diyecek, dah açok ağlayacağım. Sonunda babam olanlardan şüphelenerek, "Ulan Maruşka yoksa sen mi bi bok yedin, bu çocuk niye bu kadar ağlıyor?" diyene kadar ağlayacağım. Babam yerinden kalkacak, ağır adımlarla, dişlerinin arasından fıslar gibi konuşarak ve parmağını sallayarak annemin burnunun dibine kadar girecek "Ulan şu çocuğa fiske vurduğunu bir duyarsam seni lime lime doğrar leşini köpeklere atarım." diyecek.
Ah be güzel babam! Sana inandığım için senelerce dayak yedim biliyor musun? Annemi öldüreceğinden o kadar emindim ki sana hiçbir şey anlatamadım. Şiddetinle şiddet doğurduğunu, çok sevdiğin kızının sırf bu sebeple un ufak edilmesine izin verdiğini bilebilseydin... Keşke... Bi'haber ölüp gittin ya bir de buna yanıyorum..
./..
.
Pazartesi, Ağustos 02, 2010
Kalırsa içinde bir derin sızı kalır..
İnsanın sevdiklerinden uzak kalması, onları çaresizce özlemesi nasıl da derin bir sızıdır. Özlersin, için sızlar. Sızı. Bırakıp gittiğini sandığın herşeyi aslında yanı başında taşıyıp, hayatı ağır aksak ama yine de adımlamak zorunda kaldığını anladığın anlarda duyduğun, dinmez bir ağrıdır. Tek bir kez elini istemsizce göğsüne götürüp yok etmeye çalışsaydın o kalleş sızıyı, işte o zaman her sabah, ama her sabah, hep aynı saatte, annesinin elinden tutarak dükkandan içeri giren, küçücük ellerinde sıkı sıkı tuttuğu, büyüklerin hiçbir işine yaramayan sadece yoksunların ve çocukların ilgisini çeken o bozuk paraları tezgahın üzerine bırakan, çilli kızın kocaman gülümseyen gözlerine bakarken neşeleneceğime içimin sızlamaya başlamasına şaşırmazdın. O küçük kız çocuğu, son gördüğümde 3 yaşına yeni girmiş olan kara saçlı, bal gözlü kızı hatırlatıyor bana. Kimbilir kaç yıldır görmedim. Yirmi yıl oldu mu? Kırk? Saymadım. Anlattığım hikayelerinin gerçekliğinden kimselerin emin olamadığı, kapıyı çarpıp çıkan babasının arkasından iç çekerek ağlayan, ite kaka büyüyen, imkansız kahverengi gözleriyle inadına gülümseyen o çilli kızı unutmamak için yazıyorum. Akıbetinden korkuyorum. Sağ ve esenlikli olmasını içtenlikle diliyorum ama dönüp arkama bakamıyorum. Onu bulmaya çalışmıyorum. Arayıp sormuyorum. Sadece unutmamak için yazıyorum. Bencillik mi bu? Kimbilir.. Eski günlerden bakiye, siyah beyaz ve kalabalık bir fotoğraf. Gözleri yosun rengi kadının eteğine yapışmış puslu bir İstanbul sokağında çekilmiş kirli bir fotoğraf. Fotoğraf siyah- beyaz. kadının yosun gözlü olduğunu bir tek ben biliyorum. İnsan, zamanla başka birilerini de sevmeye alışabiliyor. Kendinden uzaklaşıp, başkalarına soyunuyorsun her gün ve her gece. Adı zihnime düştükçe, yüzü gözümün önüne geldikçe hissettiğim tek duygu: derin bir sızı. Kaybetmenin, uzakta olmanın, çaresiz kalmanın her gece omuzlarına yeniden yüklediği o derin sızı. Göz altlarına torba torba oturan, ansızın neşeni bölen, dinmeyen, bitmeyen bir acı. Elimden geleni yaptım mı? Her sabah yüzümü yıkarken kendime bu soruyu sormuyor muyum? Ne çok soru var aklımda cevapsız gezinen, belki de içinde hiç bir zaman bulamak istemediğim cevapları gizleyen.Bu fotoğrafı yakmalıyım. Belki o zaman unuturum. Unutmak mı istiyorum?
Hayır. Anlatıp kurtulmak istiyorum. Sanırım şu derin sızı meselesinden yakamı kurtarabilirsem olanı biteni anlatmaya başlayacağım. Unutmamak için yazıyorum ya, her sabah kendime yeniden soruyorum, o küçük kızı gerçekten sevdim mi, diye.. Cevabı bazen buluyorum, çok zaman soruyu cevaplamayı unutarak günlük işlere dalıyorum. Kaçarak saklanamazsınız kabuslarınızdan. Güzel lafmış! Ne zaman ve niye not almışım, hatırlamıyorum. Ne diyordum? Hah! Gerçekten sevdim mi? İçtenlikle sevdim. Deli gibi sevdim. Kimseyi sevmediğim gibi, bütün sevilmesi gerekenleri onun üzerinden temize çeker gibi, günah çıkarır gibi derin bir sadakatle sevdim. Bir gün onu da bırakıp gitmek zorunda kalabilme ihtimalinden deli gibi korkarak tutkuyla bağlandım, farkında bile olmadan. Bak bu ihtimalli cümle tam olarak da Yılmaz Erdoğan'dan araklanmış olmalı. Olsun. Çok yakıştı buraya. Geçmişten bir iz bulabilmek umuduyla mı başladım gazetelerin ölüm ilanlarını okumaya, hatırlamıyorum. Okumak dedim de, gözlerim yakını görmüyor artık. Gözlük takıyorum. NUmarasını değiştirmem lazım da, kim gidecek şimdi göz doktoruna? Sahi bir doktor arkadaşım vardı onu mu arasam? Ne zamandır hatırını bile sormuyorum, belki çoktan emekli olup hep düşlediği o sahil kasabasına yerleşmiştir. Eskiden hiç değilse haftada birkaç gece meyhaneye gider, orada karşılaşırdım dostlarımla ya da dost olamadıklarımla. Meyhane dedim de aklıma geldi. Sahi, kaç gündür sokağa çıkmıyorum? İki hafta oldu mu? Olmamıştır. Belki de olmuştur, günleri saymıyorum. Hem şu zıkkımı almak için iki günde bir, düzenli olarak bakkala gidiyorum ya, sayılmaz mı? Çöpü almaya gelen çocuğa kapıyı açıp, "iyi akşamlar" diliyorum. Bahçeye atılan çöplerin sahibine küfür ediyorum. Gecenin bir vakti doğru zile basamayan ve benim gafletimden sıyıran pizza getiren kavruk oğlana ise artık kızmıyorum.
Askere gidiyormuş. Umurumda bile olmadığını söylemeli miyim? Eskiden olsa inadına, sırf o okuyamayacak diye, her gün, ölesiye bir disiplinle yazardım. Evet eskiden kötü bir insandım, artık umursamazım. Kimseyi biriktirmek istemiyorum. çoğalmak istemiyorum. Anlatamıyor muyum? Eskiden dertlenirdim kimse kimseyi biriktirmiyor, yağmur damlalarını savuranak gidip gelen bir çift silecek gibi birbirimizi savuruyoruz diye. Biriktiremiyoruz birbirimizi ne hikmetse! Çoğalma... Biriktirmiyorum kimseleri ne hikmetse.. Boku kimseye atma! Kimseyi biriktirmiyorum, geçip gidiyorum arkama bile bakmadan. Oldu mu? Gençlikte anlamazsın gidişin yakıcılığını. Belki kötü anıların vardır gidenle, bırakıp gittiğinle. Büyümeye başlarsın. Anlarsın ki zaman bütün kırgınlıkları, küskünlükleri öğütü verir de geriye gülümseten anılar bırakır. Sonra yaşlanmaya başlarsın ve bilirsin ki her ölüm acıdır, acıtır. Deden ölür, baban ölür. Uzak, yakın akrabaların ölür. Dostların ölür. Dost olamadıkların ölür. Sevgililerin ölür. Masanın ucuna dikilip, sofranın artıklarını bekleyen şu zavallı Çomar bile ölür. Kızgın oldukların ölür bir sabah, küskün oldukların ölüverir bir akşam, sen hep aynı yakıcı hissi savurursun göz bebeklerinin kıyısından. Bunları ne zaman ve ne sebeple yazmıştım? Hatırlamıyorum.
./..
.
Perşembe, Temmuz 15, 2010
Bugün her şey olabilir!
2008 geri gelsin istiyorum, bütün olumsuzluklarına rağmen. Evimi kapatıp, yarım akıllı annemin yanında geçirdiğim öldürücü sekiz aya rağmen 2008'i yeniden yaşamaya hazırmışım gibi geliyor her düşündüğümde. Sonra.. Seksenli yıllara dönmek, Erol'a yeniden aşık olmak istiyorum. Söz veriyorum aynı hatayı yine yaparım ve beni terk'etmeni sağlarım, aksi mümkün değil. Sonra.. Babam yine ölsün istiyorum. Yeniden ölsün ki ben onu yeniden bulmuş olayım istiyorum.
Sonra.. Biliyorum, bugün şey olabilir. Bugün zelzele olabilir mesela, yer yarılabilir. Bir of çekerim, yedi tepe birden yıkılabilir bugün. Tufan için de bugünden uygunu yok, belirtirim. Yüzüme bakmadan, durup dinlenmeden, kırıntı bile nasiplenmeden, gölgesiz tepemden uçup giden kuşa bile meydan okuyorum:
Bugün herşey olabilir.
çünkü bugün benim doğum günüm...
Böyle işte...
.
... photo by Yevgenizamyatin
Salı, Temmuz 13, 2010
Kayısı Ağacı..
Bahçede bir kayısı ağacı var. Uzanıp yüksek dallara, toplayamadığım için meyvaları dalında çürüyor. Kafama düşdü bugün bir tanesi, hayırlara yordum.
Böyle yani..
• Yevgeni zamyatin, Mayıs 2008 Siem Reap
.
Cumartesi, Temmuz 10, 2010
Afiyet Olsun!
Nedense uyku tutmadı. Hava boğucu ve yağmur yağıyor. Süt ısıttım. Neyi doğru zamanda yaptım ki? Pekçok şeyi! Neyse kendimi övmenin zamanı değil. Doğum günüm yaklaşıyor. Temmuz'un tam ortasında 45 yaşımı idrak edeceğim. Ne çabuk geçti zaman... Tuhaf olan ne biliyor musunuz? Geriye baktığımda beklendiği gibi mutsuz olmuyorum. Bütün sıkıntılara, zorluklara, bıkkınlıklara ve ay dönümlü depresyonlara [sözüm sana Erayda ;)] rağmen sağlaması karanlık çıkmıyor hayatımın. Aksine olağan üstü kazanımları olan, şanslı piçin biriymişim, yemin ederim. Son zamanlarda yazmak, bilinmezlere, bloğa ya da sözlüğe değil, kağıda yazmak eskisi kadar uzak da gelmiyor. Sahiden yaşlanıyor olmalıyım. Doğum günüm yaklaşıyor. Anlatmak istediğim, ödeyemeyeceğim gönül borçlarını tarihe derkenar etmek istediğim isimler var. Farkında bile olmadan, tanrısal bir zamanlama ile karşıma çıkıp, hafifçe ittirip hayatımın yönünü değiştiren, kafa üstü çakılırken varlığını siper ederek çarpmanın yaratacağı korkunç acıyı azaltan, çok zaman acıyı ortadan kaldıran, üç- beş isim var ki şah damarıma kazısam mı isimlerini bilemedim, yemin ederim.
Huysuz, kalpsiz ve bencil bir ihtiyar olmayacağıma seviniyorum ama unuturum korkusuyla da deli gibi yazmak istiyorum. Küçük notlar, konu başlıkları çıkarmaya başladım, bir tür hayatımın tretmanını hazırlıyorum. Doğum günüme beş gün kaldı, hatırlatırım. Galiba süt taştı. Ocak da sönmüştür. Zaten bu havada sıcak süt içmek de neyin nesi? Bu gece sayıklamasından bloğa geri dönüyorum anlamı çıkmasın, sakın. Gider ayak sormasam olmaz, zaman zaman parmak uçlarımı elektrik çarpıyor, bu bilgisayar yeniden tamire mi gitmeli, bilen var mı? Bir de bu sene ülkemizi örovizyonda Nurettin Şenyuva temsil ettin. son günlerd ebir tek onun "Sempatiğim" isimli mümtaz eserine gülüyorum. Dizi eleştirmiyorum ama "Şen Yuva" hakkında ikinci bölümden sonra derin bir yazı da yazacağım. Hamlamışım, baksana lafın ucunu bile bağlayamıyorum. En iyisi dağınık kalsın!
Ah, son olarak ay ışığında, engin denizin koynunda tıngır mıngır salınırken sızmadan önce o son yudumu bana göndermeyenlere de, o tropikal adadaki iki katlı kiralık ahşap evinin terasından dağlara ve korkunç okyanusa bakıp tek başına sayfa çevirene de selam olsun!
Böyle işte!
•• "sempatiğim" videosu www.izlesene.com adresinden alınmıştır.
.
Çarşamba, Mayıs 19, 2010
Ranini Farella
Uzun zamandır Second Life denilen oyunda takılıyordum, bileniniz vardır. Televizyon dizisi eleştirmekten sıkıldım. Hayatı anlatmaktan da... Oyunla ilgili günlük tutar gibi, avatarımın maceralarını anlatmaya karar verdim. Şimdilik böyle yani..
Meraklısına duyurulur...
Buradayım..
.
Cuma, Mart 12, 2010
Yeniden Başlıyoruz: Sinan Tuzcu
Bora Tekay ile yaptığım söyleşinin kaydını kaybedip, hafızamda kalanları da bir türlü toparlayamadığım için kendime bir ceza verdim, söyleşileri de durdurdum. Ardından da ekran eleştirisi yazmaktan vazgeçtim. İçini döküp rahatlayanlar o günden beri ekran eleştirileri yazmaya geri dönmemi istiyor. Kulak asmıyorum. Aynı istekçiler "hiç değilse" (ki nefret ederim bu sözcükten bilen bilir) söyleşilere devam etmem gerektiği konusunda ısrarlı tekrarlar yapınca, kulaklarımı dört açtım. Söyleşilere devam etmeye karar verdim. Başlıyoruz.
Bu kez yolumuz son olarak Zülfü Livaneli'nin yazıp yönettiği "Veda" filmi ile sıradan kalabalıkların nazarında gündeme gelen oyuncu, yazar ve yönetmen Sinan Tuzcu ile kesişecek. Kısmetse. Her zaman olduğu gibi merak ettiklerinizi cumartesi sabahına kadar bu başlığa yorum olarak yollayınız..
Böyle yani..
•• Fotoğraf İD İletişim'in resmi web sitesinden alınmıştır.
.
Salı, Mart 09, 2010
Cuma, Mart 05, 2010
Gönülçelen'e Hırsızlık Şoku
Haberi okuyunca, "Uluslararası Telif Örgütü" nihayet devreye girdi de eserin asıl sahibinin varisleri, Asis Film'e dava açtı zannettim. Yanılmışım. Meğer "Gönülçelen"in kostüm kamyonuna kalk gidelim yapmışlar. Kostüm kamyonunun arka camını kırarak içeri giren hırsızlar ağırlıklı olarak Tuba Büyüküstün'ün kullandığı kostümleri ve ünlü markalara ait kıyafetleri çalmışlar. Üzüldüm. Süren iş, devamlılık derdi var. Bütün ekibe, can-ı gönülden geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum. Gönülçelen ile ilgili genel fikrimi sorarsanız, Tomris Giritlioğlu olsam, hiç kasmaz başrole Onur Saylak'ı koyardım. Nasılsa bu haliyle Cansel de kızdan yaşça büyük ve çok deneyimliymiş gibi durmuyor. Ancak Giritlioğlu'nun Cansel Elçin'i seçerek yakalamak istediği "boş bakan adam" efekti ise başarmış. Tebrik ederim. Aslında dilim varmıyor ama, bazı kostümlerin çalınması da hayırlı olmuş. Çünkü tıpkı seçilen mekanlar gibi "çingene" kostümleri de fena halde kötüydü. Gönülçelen, yeni mezun bir sanat yönetmeninin elinden çıkmış, Emir Kusturica öykünmeli, 5. sınıf film setleri gibi...Yaşamıyor. Proje izleniyor. İzlensin elbette. Ancak iş sürdüğü sürece bütün ekip, yatıp kalkıp "Tuba Büyüküstün"ün açıklanamaz ekran sempatisine dua etsin.
O değil de, ekran karşısına geçince aklımı kurcalayan iki önemli mesele var. Birincisi, Ezel'in haline fena halde üzülüyorum. Bir dünya para harca, bu kadar "sıra dışı" bir iş hayata geçir, yine de "üç kuruşa" çekilen "Arka Sokaklar" ile yarış dur. Her hafta Arka Sokaklar'ın soluğunu ticareten ensede hisset filan, olacak iş mi? Değil ama, oluyor işte. Yetmezmiş gibi bu haftadan itibaren "Haneler" de "Ezel" ile aynı gün yayıma girecek Oof Of! Diğer derdime gelince, o daha da derin mesele. Şöyle ki, Kerime Nadir'in ölümsüz eserinden uyarlanan "Samanyolu" yerlerde sürünmesine rağmen niçin yayımdan kalkmıyor? Acaba Ay Yapım, Ezel'i Atv'ye getirirken, sözleşmesine "Samanyolu yayından kalkmayacak" diye bir madde mi ekletti? Samanyolu'na oranla daha iyi share ve rating alan kimi projeleri acımadan 7-8 bölüm sonra dehleyiveren Atv yönetimi, yerlerde sürünen bu projeyi yayından kaldırmadığına göre ya projeye para vermiyorlar ya da mecburen yayımlıyor olmalılar. Anlamadım gitti! Özet: Samanyolu'nu ekrana uyarlamak ticareten parlak bir zeka gösterisiydi ama projeyi bu kadro ile hayata geçirmek sahiden de intihardan hallice bir durum oldu.
Böyle yani..
•• Fotoğraf, ilgili tv kanalının resmi web sitesinden alınmıştır.
.
Çarşamba, Mart 03, 2010
Kıçınıza kaçsın!
Annemin hastaneye yatma zamanı geldi. Tesadüfe bakınız ki beş kuruş param da yok. Anlayacağınız, annemi yine La Paix'ye yatırıp gecesine 200 lira ödeyemeyeceğim. Öyleyse istikamet Erenköy. Attı mı işkembesinde bok kalmayan, "Yaww yazık parana sokakta mı buluyorsun, resmen şımarıklık. Herkesin anası ana, bi senin anan mı kıymetli? boyutunda hırpalayarak konuşan kabadayı arkadaşlarımdan birini aradım. O da bir- iki tanıdığına telefon etti. Dün gece hastanenin müdürü aradı, annemin durumunu izah ettim. "Getirin.." dedi. Bu sabah da, annemi bohçalayıp yola düştüm. Nöroloji Kliniği'nde boş yere geçen 2 saatten sonra Hastane Müdürü yemekten döndü ve bizimle hemen ilgilendi de annemi Acil'e yönlendirdiler. Yanımdan da acildeki vatandaşa telefon açtı. "Ahbabımdır yatışını yapın.." Yanımızda bir hademe ile Acil binasına gittik. Yeşil Oda'da psikolog olduğunu söyleyen yağız vatan evladı ile karşı karşıyayız. Yağız delikanlı annemi odaya alırken, La Paix'den alışkın olduğum üzere dışarıda kalmaya meyil ediyorum. İkimizle tek tek görüşecek sanıyorum ama yağız oğlan ünlüyor:
- Geç, sen de otur şöyle (bana diyor)
- Hasta teyzemiz mi?
- Evet.
- Nesi var?
- (Raporlararını uzatıyorum)Bipolar..
- Hmmm.. Ölmek istiyor musun teyze?
- Yok evladım.
- Yani içinde ölmekle ilgili bir istek yok mu?
- Yok evladım.
- Neyin var teyze?
- Hiçbir şeyim yok iyiyim..
- İlaçlarını alıyor musun?
- Alıyorum.
Her hastane yatışında bu senaryo oynandığı için sakinim. Şimdi doktor annemi odadan çıkaracak ve konuşmaya benimle devam edecek diye bekliyorum. Öyle olmuyor.
- Bu hasta yatışa uygun değil.
- Efendim?
- Yatışa uygun değil. Prosedür açık. Ölmek istemiyor, içinde ölmekle ilgili en küçük bir istek bile yok.
- Var demedim zaten de.. Ancak..
- Ancak mancak yok kardeşimi yatırmayız bu hastayı. Burası bakım evi değil, akıl hastanesi. Madem ki annen, bakmakla sorumlusun. Bakamıyorum yok, bir yolunu bulup bakacaksın, bizim sorunumuz değil bu anladın mı?
- Ama Doktor Bey..
- Sıradaki hasta lüften..
.
Cumartesi, Şubat 27, 2010
Herkeslerde kendini aramaya çıkma*
Rötar var. Havalimanı boş, Antalya yağmurlu. İstanbul can yakmaya kararlı. Direniyorum.
* Ege Fülütçüoğlu/Tırsakoşum
.
.
Cuma, Şubat 26, 2010
Beni unutma..
Salı, Şubat 23, 2010
BAŞBAKAN’A AÇIK MEKTUP
Sayın Başbakanımız,
Demokratik açılım hakkında görüşmek üzere bir grup müzisyen, sinemacı, tiyatrocu ve yazarla buluşacağınızdan haberdar olduk.
Biz de, Çocuklar İçin Adalet Çağırıcıları dahilindeki edebiyat, müzik, tiyatro, sinema, dans, plastik sanatlar vd sanat alanlarında üretim yapan vatandaşlarız.
Çocuklar İçin Adalet Çağırıcıları (ÇİAÇ) hudutlarını TMK Mağduru Çocuklar'la belirlemiş farklı kesimlerden gelen insanlardan müteşekkil, kurumsal olmayan bir hak arama kampanyasıdır.
Bilginiz dahilindedir, maalesef TMK Mağduru Çocuklar'ın sayısı hızla 4 bine yaklaşıyor.
Ulusalüstü belgeler ve Türkiye'deki Çocuk Koruma Kanunu'ndaki düzenlemeler ortadayken çocuklar açısından vahim bir gelişme yaşanmış, 29.06.2006 tarih ve 5532 sayılı kanunun 8. maddesiyle 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu'nun 9. maddesi değiştirilmiştir.
Bu değişiklikle Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 250/1 maddesinde belirtilen devlet güvenliğine, anayasal düzenin işleyişine, milli savunmaya, devlet sırlarına karşı suçlar söz konusu olduğunda 15 - 18 yaş arasındaki çocukların özel yetkili ağır ceza mahkemelerinde yargılanmasının yolu açılmış, böylece Türkiye ulusalüstü belgelere, evrensel hukuka, toplumun çocuklara karşı sorumlu olduğu ahlaki ilkelere aykırı olarak vicdanla ve akılla bağdaşmayacak bir uygulamaya geçmiştir.
Ayrıca Yargıtay Ceza Genel Kurulu da hukuka ve adalete gölge düşürecek bir kararla, çocukların "taş atma," "zafer işareti yapma" gibi eylemlerini örgüt adına suç işlenmesi sonucu örgüt üyesi gibi cezalandırma kapsamında değerlendirmiş, hatta bu eylemlerin ayrıca örgütün propagandasını yapmak ya da polise mukavemet suçlarını oluşturduğunu kabul ederek çocukların çok ağır cezalarla karşılaşmasına neden olmuştur.
Bu çocukların çoğunun dosyasında somut delil yoktur. Ve bu çocukların büyük bölümü iyi okulların iyi öğrencileridir.
Maalesef ülkemizde pek çok sorun yaşanıyor ve gündem sürekli dolu, ancak çocukların heba olması bekletilebilecek, ertelenebilecek bir mesele değildir.
Basından bildiğimiz kadarıyla çocuklara çok düşkün bir insansınız, bu ülkenin başbakanı olarak TMK Mağduru Çocuklar sorununa da eğilmenizi ve destek vermenizi istiyoruz.
ÇİAÇ dahilindeki sanatçılar olarak sizden acil bir randevu talep ediyoruz.
ÇİAÇ içindeki farklı disiplinlerden insanlar gerek bölgede gerek akademik olarak TMK Mağduru Çocuklar'a dair birçok araştırma yaptı. Pek çok sorun saptandı ve rapor hazırlandı.
Ne ki, maalesef konu basında büyük ölçüde saptırıldı. Üstelik bu alandaki toplumsal farkındalık düzeyi çok düşük. Yaratılan nefret söylemleriyle, toplumun bazı kesimleri bu çocukları tehlikeli yaratıklar olarak görebiliyor.
Bugün TMK Mağduru Çocuklar'ın % 95'i Kürt çocuklarıdır ancak mevcut kanuni düzenleme durdukça ülkenin tüm çocukları potansiyel birer TMK Mağduru çocuktur.
Daha önce Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül ile yaptığımız görüşmede de bu meselenin önemini, yasal düzenlemenin gerekliliğini ama bunun tek başına yeterli olmayacağını, bu konuda ülkede geniş çaplı bir rehabilitasyon çalışması yapılması gerektiğini uzun uzun konuştuk.
Acilen çözümlenmesi gereken bu mesele hakkında sizinle buluşup fikir teatisinde bulunmak, TMK Mağduru Çocuklar'ı size bizzat anlatmak ve raporlarımızı dikkatinize sunmak istiyoruz.
Biz ÇİAÇ dahilindeki sanatçılar olarak sizden acil bir randevu talep ediyoruz.
*Bu metin Ümit Kardaş'ın hukuk danışmanlığında Mehmet Atak tarafından tasarlanmış ve yazar Yaprak Zihnioğlu tarafından kaleme alınmıştır.
Alfabetik Sanatçı İsim Listesi
Cumartesi, Şubat 06, 2010
Kusamıyorum...
Bu duygudan, bu sorumluluk hissinden, bu kaygudan kurtulmak zorundayım. Direndikçe tükeniyorum. İçimde kemikleşmiş, söküp atamadığım, elimi ayağımı bağlayan annemden kurtulmamı onun d abenden kurtulmasını sağlayacak o tek adımı atmamı engelleyen her ne ise onu bulup bu beladan kurtulmalıyım. Korkuyorum. Bir kez daha ayağa kalkıp korkularımdan kurtulmaya çalışıyorum. Yazmayı, anlatmayı, kusmayı deniyorum. Ağızım yüzüm, elim zihnim kan içinde kaldı öğürmekten... Kusamıyorum.
Cuma, Ocak 22, 2010
Hatırlamalı: Silvana Mangano
Nice'te istirahat ediyordu. Kocasının telefonu üzerine Roma'ya hareket etti. Dino de Laurentiis, karısına rolü isteyip istemediğini sormamıştı bile. Onu Roma'da bekleyen iki şey vardı: sinirli bir koca, daha sonra da bir ustura. Saçları hepten kesilmişti. Gina Lollobrigida'nın doktor raporu göstererek geri çevirdiği "5 Branded Women" filmi için hazırdı. Rejisör: Martin Ritt
.
Salı, Ocak 12, 2010
Evlilik Hazırlığı Yaparken
Olmayacak şey olmuş, Ali Sunal tam da evlilik hazırlıkları yaparken E.D ile Etiler'de bir gece klübünde medyaya pişti olmuş. Haberi bloga taşıma sebebim Ali Sunal'ın uzun süredir seviyeli bir ilişki yaşadığı Yaprak Dökümü'nün bahtsız Leyla'sını yani Gökçe Bahadır'ı aldatması ve E.D ile yakalanması değil, magazin muhabirlerinin olası cehaleti ve gazetelerin fotoğraf olmadan, altına imza atmadan, yuvarlak laflarla, uyduruk kaynak beyanıyla bezeyerek haber yazmasıdır. "Tam da evlilik hazırlığı yaparken aldattı." Ali Sunal ve E.D, geçtiğimiz cumartesi gecesi, Etiler'de mukim bir gece kulübüne ayrı ayrı arkadaş gruplarıyla gelip, dakikalarca öpüşüp üstelik kapıdan da birlikte çıkmışlar. Kamera kaydu var mı? Henüz ortaya çıkmadı. Hoş kamera kaydı olsa Ana Haber Bülteni'nde çoktan yayımlanırdı. Fotoğraf? Yok. Haberi kim yazmış? İmza yok. Kaynak kim? Kaynak açıklamak zorunda değilim. E güzel.. Bu durumda beyana itibar etmemiz gerekiyor. Koskoca gazete yazmış işte, yalan mı söyleyecekler?
Af'edersiniz ama "Osur osur ipe diz", derdi rahmetli ananem. Memleketimin güzide bir haber kaynağından -prensip olarak bile- mahallenin dedikoducu Ayşe Teyze'sine oranla iki parmak algı ve yargı farkı beklemek ne büyük aptallıktır değil mi? Yeri geldiğinde gündemi hallaç pamuğu gibi sallama gücüne sahip insanların bir dirhem bile olsa sorumluluk ve vicdan sahibi olmalarını istemek ne büyük lüks! Tamam, haberi kulağına fısıldadılar. Güzel! Bekle. Takip ettir. Peşlerine muhabir tak. İzlet ve yakala sonra da patlat haberi göğsünü gere gere değil mi? Ama yok. Salla gitsin. Ya tutarsa? Umarım bu haberi gazete sayfasına taşıyan, kulağına fısıldanan ismi doğru duymuş ya da doğru istihbarat almıştır. Umarım Ali Sunal, "E.D" ile samimiyetle ve dakikalarca öpüşmüştür. Aksi de mümkün. Kimi muhabirlerin ellerine yazılı basın bülteni verirsiniz, haberi yazarken hata yaparlar. O derece bilgili ve ilgilidirler ki şaşar kalırsınız. Ancak itiraf etmeliyim ki bu haberin altı boş çıkmaz. Tamamen uydurma bir haber olma ihtimali çok düşüktür. Büyük bir ihtimalle Ali Sunal, söz konusu gecede bir kadınla oldukça samimi pozisyonda görülmüştür. Haberin o kısmı doğrudur. Ez cümle, habere konu olan kadın E.D olmayabilir. Çünkü bizim muhabirler Elif görse mertek zanneder.
Böyle yani..
.
Pazartesi, Ocak 11, 2010
Fahriye Abla
Kulağıma fısıldanan son ekran dedikodularına göre "Fahriye Abla" ekrana uyarlamak üzere sıraya girmiş. Şaşırmadım. Üstelik bir Ay Yapım projesi de olmayacakmış. Yönetmen olarak kimin ilgilendiğini de öğrendim ama, henüz yazmayacağım. Fahriye Abla ekrana uyarlandığında tek şansı Kanal D'de yayımlanmak olur. Haberi duyduğumdan beri hikayenin kadın oyuncusu kim olur diye düşünüp durmaktayım. Hatırlarsanız, 1984 yılında Ahmet Muhip Dranas'ın şiirini Yavuz Turgul senaryolaştırmış ve yönetmişti. Filmde Müjde Ar, Tarık Tarcan ( Mustafa), Mesut Çakarlı (Mehmet), Salih Kalyon, Zihni Göktay, Uğur Yücel, İhsan Yüce, Ülkü Ülker ve Kadir Savun rol alıyordu.
Yeni sezonda ekrana uyarlanacak projenin kadın oyuncusu için aklınızdan geçen bir isim var mı? Bugün ekrana uyarlansa kim Fahriye olurdu, kim Mustafa? Aslında "Fahriye" için bir de aday isim fısıldandı kulağıma ama pek inanasım gelmedi.
Böyle yani..
.
Perşembe, Ocak 07, 2010
Efsane üçüncü olur mu?
Tmc ve Atv yayıma giren yeni projeleri "Aşk ve Ceza"yı haftalarca "Efsane" sıfatıyla tanıttı. Salı günü "Canım Aile"den boşalan yere kapılanan dizi ise maalesef üçüncü oldu. Efsane üçüncü olur mu? Olmaz. Efsane, Küçük Kadınlar ve Papatyam'a geçildi. Üstelik dizinin ikinci bölümü, yılbaşı günü yayımlandığı için bu hafta yayına girmeyen Geniş Aile ile birlikte çıkacak arenaya. Umarım ekibi büyük bir hüsran beklemiyordur. Yoğun olarak ekran eleştirisi yazdığım zamanlarda da TMC ve Kudret Sabancı zaafım yüzünden projeleri fazla hırpalamazdım, bilirsiniz. Bu sefer de öyle yapacağım. Açık söylemek gerekirse ekran matematiğini çözmüş, üzerine de tur bindirmiş olan Kudret Sabancı'nın kadrajlarını, artık imzası haline gelmiş kuş bakışı "Establishing Shot" seçimlerini özlemişim. TMC ise yine prodüksiyonundan, figürasyonuna kadar özene bözene hazırlanmış yani efsanenin payına düşen kısmını fazlasıyla yerine getirmiş. Az biraz Tango biraz geleneksel tema, iki dirhem zurna beş ölçü yaylılarla kurgulanmış küçük melodiden büyük gürültüler çıkarma ustası Kıraç'ın müziği de tam formül olmuş, şaşırmadım.
Hikaye yine kıymeti bir bölümden menkul olanlardandı, her TMC yapımında olduğu gibi. Senaryo ise efsane senaristlerimizin paşa gönlü istedi diye kurgulanmış ve inanmamızı bekledikleri yavan sahneler ve gerekçelerle doluydu. Hikayeyi geliştirecek pek çok gerekçenin ayakları yere basmıyordu. Misalen, evet, Yasemin Londra'ya toplantıya gider ayak Mehmet'i en yakın arkadaşıyla bastı. Neden? Senaristler pasaportunu evde unutturduğu için. Oysa, iş toplantısına gidecekseniz o çapta bir ajansın da elemanıysanız zaten pasaportunuz günler evvelinden patron sekreterinin masasında olur. Olmalıdır. Bunları da kenara koydum ama Yasemin'i psikiyatristine "Veremiyorum abi! Bu yaşa geldim kimselere veremiyorum!" diye dert yanarken görseydim, o tek bir sahneyle bile inanırdım kurduğunuz hikayenin öznesi olan kadına. Kısmet değilmiş. Hoş, geç kalmış da sayılmazsınız, işinize karışmak gibi olmasın ama araya küçük bir sahne sıkıştırın ilk fırsatta. Yasemin'in "Doktorcuğum beş senedir ahan da şu koltuğa oturuyordum biliyorsunuz ama buna rağmen kimselere vermiyordum ya, işte bir gece hiç unutmam Bora Bey ile Londra'ya gidiyordum" diye açılımlandığı bir sahne yazıverin derim.
Kısacası senaryo bu ve benzeri özensizliklerle doluydu. Teknik bir sorunu olmasa da içerik olarak haylice sorunlu ve boştu. Kalabalık açılım yapmak hikayenin renkli ve özgün olduğunu değil, senaristin tedbirli olduğunu gösterir. Berdel, kan davası, uyuşturucu ticareti, rekabet, bekaret, ihanet tekmili birden hesaplanmış formüller yumağı. Sözün özü, muhatabımız nitelikli bir hikaye değil, bol bütçeli ve bilindik formüllü bir "soap opera"dır. Açıkçası "Aşk ve Ceza"nın hikayesinin de, senaryosunun da yayınlandığı süre boyunca beni şaşırtacağını sanmıyorum. Üstelik ne yazık ki "efsane" iddiası taşıyan bir iş için kısa vadede kurulup, yazılmış gibi düz duruyordu. Misalen, "Ezel"i izlerken yazar grubunun sahiden de 1 yıl çalıştığını, bütün çengelleri planladığını ellerinde en az 26 bölüm senaryo olduğunu anlıyorsunuz. Aşk ve Ceza ise bende böyle bir his yaratmadı. O sebeple proje efsane olamayacak. Neyse.
Dizinin başrol oyuncularına gelirsek Nurgül Yeşilçay estetik malzeme olarak avantajlı bir figür ve eğer ehil ellere düşerse başarılı performanslar sergileyebilen ortalamanın haylice üzerinde bir oyuncu ama yerini bulmamış. Bekaretini evlendiği adama saklayan genç kadın hırkası için fazla şişman ve yaşlı kalmış. Murat Yıldırım'la enerjileri tutmamış. Yakışmamışlar. Nurgül Yeşilçay, babasına söz verdiği için bekaretini saklayan ve ihanete uğradığı için karşısına çıkan ilk erkekle yatan genç bir kadından çok, en az 6 yıldır evli ama ihanete uğramış ve bu sebeple karşısına çıkan ilk zararsız tıfılla yatıveren bir orta yaş kadınına benziyordu. Allah da biliyor ki hikayenin göbeğine oturan kadının daha taze olmasını ya da taze görünebilmeyi becermesini bekledim. Olmadı. Olsun. Hiç değilse bana malzeme çıktı çünkü bu proje, "efsane" gazıyla önümüze sürülmese hakkında tek satır bile yazmayacaktım.
Emeği geçen herkesin keyfi daim, projenin yolu bereketli olsun...
Böyle yani..
•• Fotoğraf, ilgili tv kanalının resmi web sitesinden alınmıştır.
.