Çarşamba, Aralık 30, 2009

Badem Ağaçları








çoğalınca suçsuz olan
badem ağaçları
yanarlar




•• Yevgenizamyatin -3 Haziran 2008 Phnom Phenh

Kara Kış Bastırmadan Önce..

Efendim elimizde bir adet yavru kopek var. sokakta bulduk. veteriner hekime goturup ic - dis parazitlerini yaptirdik. temizledik. gupguzel oldu. saniyorum 2 aylik. nazli bir kopek. ismi yok. 5 gundur suruplarini ictigi icin bizde ama tez vakte ya sartlari kucuk kopekler icin oldukca kotu olan barinaga ya da buz gibi havada sokaga gidecek. tuvalet egitimini kolay alacak gibi. oyuncu, guzel bir sey ve artik kuru mamayi taniyor. uzatmayim daha fazla, gozunuzun icine bakiyor ya boyle melul melul, kiyamiyor insan. bir kopegin sorumlulugunu alabilecek birinin evine gitsin istiyor.

iletisim icin:
detayli_bilgi@hotmail.com
ya da
Ekşi Sözlük'ten "elxa"


.

Pazartesi, Aralık 28, 2009

Nejat İşler'e Dair...


Nejat İşler'in 1996 yılında Star Tv'de yayımlanan ve son iyi "Oya Yüce Senaryosu" olan Şehnaz Tango'da uzun saçlarıyla salındığı zamanları hatırlıyor musunuz? Beş yıl önce Atv'de parlayan 'Aliye' dizisi vesilesiyle gazetelere verdiği röportajlardan burnumuza sızan potansiyel "Independent Black Star" havalarını? Ben hatırlıyorum. Kalabalıklar adını öğrendikçe fısıltı gazetesinin de manşetlerini süslemeye başladığı o ilk zamanlarda hakkında anlatılanlara inanmıyordum. Cihangir sokaklarında, cafelerinde meslek büyüklerinin masasında her daim başı önünde uslu usul oturan, o mahçup adamın defosu ve defosundan mütevellit set huysuzlukları artık yüksek sesle dile getirildiğinde çoktan beri magazin basınının gözbebeği olmuştu. İtiraf edelim ki maaşlı paparazziler biraz da Teoman ve Nejat İşler'in peşine düşerek Cihangir Cafeleri'nin varlığını öğrendi. Neyse..

Nejat İşler başı dumanlı hallerini ilk kez Okan Bayülgen'in programına katıldığında kalabalıkların gözüne sokmuştu. Olay, PR bağlamında inkâr edilse de söz konusu programda içkili olduğunu az biraz 'ayık adam' görmüş herkes anlamıştı. İçki içince -ayıptır söylemesi- götü kaybedenler sınıfına dahil olduğum için o gece ekrana burun kıvırarak bakamamıştım. Ağzıma içemediğim için kaybettiklerimi, kırdığım insanları düşündüm. Sonra da uyudum. Unuttum. San'at ile iştigal edenlerin topluma model olma, duruş, vuruş, önden gidiş, halkı yukarı çekiş gerekliliği gibi zırvalara da kıymet vermem. Ekran ya da perdede gördüğümün bir illüzyon olduğunu bilirim ve onun arkasındaki adam ya da kadında var'olan kişilik özelliklerinin "örnek insan" kılıfına sığdırılması şartını saçma bulurum. Nefes alıp veren hiçbir canlının sırf "iyi oyuncu" olarak tanımlanıyor ya da tanımlanma ihtimali var diye "İyi huylu" olmak gibi bir sorumluluğu da yoktur. İnsan yetiştirmeyi beceremeyenler, avcuna bırakılan hayatın birey olmasını sağlayamayan keresteler de "Ama rol modelisin!" saçmalığıyla avunsun dursun.

Yetmezmiş gibi bana göre Nejat İşler, herhangi bir projesinde "iyi oynama hali"nin devamlılığını 3-5 sahneden fazla sürdüremeyen de bir oyuncudur, bunu da bir kenara koyalım isterim. Öyleyse niye laf salatası yapıyorum? Lafım kraldan çok kralcı olanlara. Haftalar önce piyasaya düşen, Ali Eyüboğlu'nun da -muhtemelen danışarak- bugün Milliyet Gazetesi'ndeki köşesine taşıdığı 'Kapalıçarşı'da işler karıştı' başlıklı haberden sonra ortalığa saçılıp, ah vah ederek "Nejat kendine yazık ediyor." diyenlere sormak istiyorum. İster yazık eder, ister kazık diker, sana ne? Bu piyasa heba olmayı taammüden seçmiş genç oyuncu kaynıyor. Sokaklar, kahveler, tek gözlü soğuk bekâr odaları, huzur evleri ve akıl hastaneleri musluk hep akacak, alkışlar her daim kulaklarını çınlatacak sanrısına kapılan irili ufaklı yıldızlarla dolu değil mi? Bu devran hep böyle dönmedi mi? Her insan evladı söz konusu olan kendi hayatı ise tasarruf hakkına sahip değil mi? Öyleyse rivayete göre "Aliye" dahil olmak üzere vazifeli olduğu her ekran setinden "bir sebeple" ayrılan, sıkılan, sorun çıkaran Nejat İşler gün gelir Erol Avcı'nın korunaklı kanatlarından ayrılmak zorunda kalırsa hayatını nasıl idame ettireceğinin hesabını da yapmıştır. Yapmamışsa da paşa keyfi bilir, bana ne? Üstelik mutfak tarihimin en kötü kıymalı karnabahar yemeğini yapmışım ve elimden çıkan yemeğin nasıl bu kadar sefil bir tadı olabildiğine hâlâ inanamamışım cinim tepemde!

Böyle yani..


•• Fotoğraf, www.idiletisim.com adresinden alınmıştır.

Gülümse, IP'ni yakaladım!


Sanal alemde serseri mayın gibi dolaşmak, önüne gelene girişmek eskisi kadar kolay değil. Çok uzun zamandır ilgili makamlara baş vurduğunuzda hem bir portal üzerinde barınan hem de münferit klavye pehlivanlarına ulaşabilmek bakkaldan ekmek almak kadar kolay, biliyorsunuz. O sebeple uzun zamandır "Ama kimliksizliğin arkasına sığınıp hakaret ediyorlar" serzenişlerine kıymet vermiyorum. Hakarete ve iftiraya uğradığınıza inanıyorsanız harekete geçer ilgili sözde sanal kimliği ensesinden yakalar, cezalandırırsınız. Bu kadar basit. Misal, en çok serzenişte bulunulan "Ekşi Sözlük" kendi içinde işlettiği sansür mekanizmasına rağmen yazarlarından biri fena halde canınızı mı yaktı? Yasal olarak hakkınızı aramanız mümkün yeter ki niyet edin.

Daha da ilginç olan sanal bir kimliğin ettiği hakaret, savurduğu iftira cezasız kalmazken, sanal bir kimliğe hakaret etmek de kimsenin yanına kâr kalmıyor. Geçen yıl, Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan gazetedeki köşesinde "Avasas nickini kullanan yüzsüz" dediği için Avasas'ın açtığı davanın muhatabı oldu. Avasas nickini kullanan arkadaşımız önce "Kimlik Tespit Davası" açtı. Ekşi Sözlük yazarı 'Avasas' olduğunu ispat etti ve Yusuf Kaplan'a "Basın yoluyla hakaret davası" açtı. O yüzden "sanal kimliklerin arkasına saklanıp saydırıyorlar!" cümleleriyle haybeye mızırdanıp, harekete geçmeyenlere kulak asmıyorum, ciddiye almıyorum. Neyse.. Asıl anlatmak istediğim ise bu sözde sanal kimliklere artık sıradan insanların yani senin benim de kolaylıkla ulaşabiliyor olmamızdır. Adamlar yapmış. İnanmayan taş olsun ki tam da tepeden takıntılının yaşadığı binayı bile görüyorsunuz.

Blogunuza dadanmış sapkınlardan, mevsimsel manik krizleri esnasında nerede patlayacağını bilemeyen serseri mayınlardan, Google'a "bilmem ne" yazarak blogunuza ulaşan ve yolladığı galiz sözleri yayımlayamadığınız için blogu takıntı haline getirip yedi sülalenize sövenlerden kurtulmak için ne yapmanız gerektiğini merak mı ediyorsunuz? Buyrun buradan okuyun. Ellerine sağlık olsun ki Merope üşenmemiş, kendi tanımıyla "Anneye anlatır gibi" yapmanız gerekenleri tek tek anlatmış. Her adımın fotoğraflarını çekerek, en basit haliyle "ip" denilen nanenin nasıl tespit edilebileceğini bloguna dökmüş. Ancak "birinin maskesini düşürmeden önce yüzünü görmeye katlanabileceğinizden emin olun." atasözünü de unutmayın derim. Ah, son bir kıyak da bu çaresiz sanal pehlivanlara gelsin: Eğer dadandığınız blogda "counter" yani "Ziyaretçi Sayacı" varsa dikkatli olun, ip numaranız kayıt ediliyordur ve her an kapınız çalınabilir.

Böyle işte..


•• Photograph by Bill Curtsinger 2006

.

Pazar, Aralık 27, 2009

Fotoğrafın Arka Yüzü*


Gümüş bir çerçevede siyah beyaz bir fotoğraf var, camlı vitrinin üzerinde duruyor. Beyaz elbiseli bir kız çocuğu masanın üzerinde oturuyor. Fonda kesik bir el, kız çocuğunu kolundan tutuyor. Kınalı parmakların sahibini bilmiyorum ama fotoğraftaki çocuğu tanıyorum. Ağlamaya hazır gözlerini tek bir kez görmüşseniz siz de tanırsınız. Dudağının kenarında küçük bir yara izi var. Fotoğraftaki henüz yaşında değil. Fotoğrafa bakan on yaş civarında. Fotoğrafları anlattırmayı, anlatılanları dinlemeyi seviyor. Büyüyünce hayâlfürûş olmasından korkuluyor. Yine anlatıyor yaşlı kadın, tabağındaki yemeği nazlanmadan bitirmesinin ödülü olan fotoğraf hikayelerinden birini.

- Dudağımdaki uçuk çok ateşlendim diye mi çıkmıştı anane?
- Evet. Gece çok ateşlenince, sabah uçuk çıkardın sonra geçti.
- O el kimindi?
- Hatırlamıyorum kimindir.
- Niye tutuyor beni?
- Düşmeyesin diye... ama
Durup derin bir nefes alıyor ananem, rakısından da bir yudum ve devam ediyor.
- Düştün zaten o gün masadan. Dudağın da düştüğün için yaralandı.

Bilmiyordum. Belki yüz kere dinlemiştim bu fotoğrafın hikayesini ama hiçbirinde masadan düşmemiştim. Cuma geceleri ananem rakı sofrası kurardı, lakerda yerdik. Her cuma. Hep rakı , hep balık. "Rakı yalnız içilmez" der, beni eşlikçisi ilan eder, karşısına oturturdu. Kahve fincanına damlatılmış rakıyla eşlik ederdim, kendimce. Kahve içemezdim ama, arap olmayayım diye. Tabağımdaki balıklar, şişede rakı biterken babam eve geldi. Masada yer açtık ama babam sulu içmezdi, rakıya katılmadı. Balık yedi, bizi dinledi. Fincanımdaki rakıyı bitirdim ve eski fotoğrafın yeni hikayesini anlattım babama. Heyecanlıydım. Babam anlattıklarımı dinledi. Sakindi. Ananeme sordu. Ananem "Ama evladım on yıl oldu.." dedi. Babam, "Yalan, kalbine saplı paslı bir çivi gibi yakar insanı, çekip çıkarmadan huzur bulamazsın." dedi. Anlamadım. Ananem sofrayı topladı. Babam sigarasını sardı. Hiç kimse bir daha konuşmadı. Vakti gelince de yatağa gönderildim. Sabaha karşı alışkın olduğum bir gürültüye uyandım. Babam ve annem kavga ediyordu. Annemin o gece yine dayak yediğini sabah dudağındaki yaradan anladım. Sordum. "Uçuk çıktı" dedi.

Aynı sabah, dudağı uçuklu kız çocuğunun fotoğrafı gümüş çerçeveden çıkarılıp, siyah kapaklı büyük ve ağır albümün en arka sayfasına gömüldü. Ertesi cuma, rakı sofrasında yerimi aldığımda önüme bir bardak su koydu ananem, sebebini sormadım.


Böyle işte..


* Başlık, Melih Ergen'in aynı adlı romanından alınmıştır.
•• Yevgenizamyatin, Fındıklı Parkı 2008

.

Kısa Kısa: Yahşi Batı 1 Ocak'ta Vizyonda..



Cem Yılmaz'ın yazıp, Ömer Faruk Sorak'ın yönettiği Yahşi Batı, 1 Ocak günü vizyona giriyor. Filmin görüntü yönetmeni yerli izleyicinin "Mutluluk" ve "Ulak"dan hatırlayacağı Mirsad Herovic, müziklerini Ömer Özgür, kostümlerini Gülümser Gürtunca tasarlamış. Filmin ortalıkta dolanan fragman ve set fotoğraflarına bakınca iyi bir atmosfer kurdukları belli oluyor. Ocak'ta cümle sinemalarda. Detaylar için tıklayınız...

Bursa Kükürtlü Lions Kulübü kuruluşunun 12. yılı sebebiyle bir balo düzenleyip çeşitli meslek sahiplerine ödül dağıtmış. "Altın Aslan En İyi Meslek Ödülleri" adı altında düzenlenen törende, Helin Avşar 'En iyi röportaj' ödülünü almış. Hayırlı uğurlu olsun. Umarım, Helin Avşar'ı medyamızın daha güzide mecralarında baş köşelerde görmek hepimize nasib olur.

Fatih Akın, son filmi "Soul Kitchen"ın tanıtımı için dün gece Disko Kralı'na katıldı. Bu arada Washington Post gazetesi, Fatih Akın'a Cannes'da "En İyi Senaryo" ödülünü kazandıran 'Yaşamın Kıyısında' adındaki filmini son 10 yılın en iyi 10 filmi arasında göstermiş. Washington Post'un listesindeki diğer filmler ise "Finding Nemo", "You Can Count on Me", "The Lives of Others", "The Hurt Locker", "Y Tu Mama Tambien", "Pan's Labyrinth", "A Mighty Wind", "Eternal Sunshine Of The Spotless Mind" ve "There Will Be Blood" var. Aynı gazete son on yılın en kötü filmi olarak da "Star Wars: Koloni Savaşları"nı işaret etmiş.

Disney Live İstanbul'a geliyor. TT Çocuk Kulübü'nün sponsorluğunda ülkemize gelen “Mickey’nin Masal Dünyası” müzikali için biletler aylar öncesinden satılmaya başladı. Toplam 48 gösteri için İstanbul'a gelen müzikal, İstanbul Haliç Kongre Merkezi'nde sahne alacak. Biletler için tıklayınız.

Ezel ve Eyşan İstiklal Caddesi'nde öpüşmüş. Hayranlarının gözü aydın olsun. Umarım bu kez sahneyi "Ezel ve Eyşan'ın doyumsuz öpüşmesi cebinde 97 85'e mesaj at" içerikli bant reklamlar eşliğinde izlemeyiz. Ah, unutmadan Cansu Dere ve Kenan İmirzalioğlu arasında gelişecek muhtemel bir "set aşkı" hikayesi bekleyenler de umut sandalını acele tahliye etsinler derim.Olmaz öyle bir aşk!


Böyle yani..


•• Fotoğraf ilgili filmin resmi web sitesinden alınmıştır.

.

Cumartesi, Aralık 26, 2009

İki Dünyada da Ezel İzleyenler!


Yaklaşık 3 yıldır Second Life'da yaşadığımdan zaman zaman bahsetmiştim. Eski takipçiler bilir. Second Life'a ilk girdiğim sene Sony Vario promosyonundan ücretsiz edindiğim bir televizyonum vardı. Sadece SL içindeki yerel yayınları gösteriyordu. RL'daki işlerin yoğunluğu sebebiyle 5-6 ay ara vermiştim. Geri döndüğümde teknolojinin nasıl da hızla basamak atladığına şahit oldum. Gördüm ki artık 'youtube' araması yapabildiğiniz gibi kendi DVD ya da videolarınızı televizyonunuza yükleyip izleyebiliyorsunuz. Eh, insan evladının benim mensubu olduğum türü her iki dünyada da aynı huya suya sahip olunca göt kadar evin içine hayvan gibi bir LCD ekran takıyormuş, gördüğünüz gibi. Aslında teknoloji özürlü olduğum için SL'deki televizyonumu ancak bu kadar küçültebildim. Neyse.. Yolu SL'den geçenleri kahveye beklerim.

Unutmadan, aşağıda fotoğrafını gördüğünüz dana kuşu sahibine kavuşmuş. Adı da 'Karam'mış.

Hepimize iyi tatiller diliyorum.

Böyle yani..





•• Caribbean isle (mature) Shire Isle (238, 219, 21)


.

Cuma, Aralık 25, 2009

Kayıp Labrador


Cumartesi günü Teşvikiye'de yolda bulmuşlar, tasmasız künyesiz ama chipi var (chip no: 945000000455715) Bölgedeki tüm veterinerlerin çoğuna, polis karakollarına ve belediyeye haber verildi ancak hiç bir şey elde edilemedi. Çok eğitimli ve sağlıklı 1,5 yaşlarında, erkek bir labrador.

Olur da tanıyan, bilen çıkarsa diye..


Böyle yani..



.

Unutmamalı: Mustafa Bulut


Kanal D'nin geçen sezon başlayan dizisi 'Bir Bulut Olsam' dün gece yayımlanan final bölümüyle ekrana veda etti. Ticarettir, ekrandan nice diziler gelir geçer elbette. Üzülmeye değmez, yeni işlere bakmak lazım. Hoş, perşembe gecesi zaten toplam pastanın % 40'ını Aşk-ı Memnu, %30'unu Kurtlar Vadisi alırken geriye kalan %30'un 16-17'ini alan bir dizinin yayından kaldırılmasındaki matematik gerekliliği anlamam mümkün değil. Anlasam adam olurdum. Neyse... Derdim bunu sorgulamak değil, konumuza döneyim. Mustafa Bulut, kişisel ekran tarihime adını altın harflerle yazan çok iyi tasarlanmış bir karakterdi. Yokluğunu sahiden hissedeceğim. Dizi yayıma girdiği ilk andan beri hikaye ile sorun yaşasam da 'Mustafa' ekranda göründüğü ilk andan itibaren kalbimin hızla çarpmasını sağlayan, uzun zaman sonra keyifle, zaman zaman gözlerimde yaşlarla izlediğim iyi bir karakterdi.

Yazar ekibi son zamanlarda yaratılmış en iyi erkek karakterlerden biri olan Mustafa'yı sağaltarak hikayeyi bitirmeyi tercih ettiler. İyi de ettiler. Bazı karakterler o kadar oyuncaklıdır ki kim girse içine canlanıverir ve izleyicinin kalbini çalar. Bazılarının hayat bulması için ise iyi oyunculara ihtiyacı vardır. Mustafa Bulut, ikinci türden karakterdi. Karikatür olmanın sınırında duran bir karakterdi ama Engin Akyürek onu hizaya getirdi, can verdi. Gönlüne sağlık olsun. Engin Akyürek 12 Ekim 1981 yılında Ankara'da doğmuş. Show Tv'de yayımlanan 'Türkiye'nin Yıldızları' yarışmasından kazandığımız pırıltılı bir oyuncu, yolu açık olsun. Unutmadan, aynı dizide 'Asiye' karakterini canlandıran genç oyuncu Aslıhan Gürbüz'den de gözünüzü ayırmayın derim..

Diziye emeği geçen herkesin yolu bereketli olsun.


Böyle yani..




•• Fotoğraf dizinin resmi web sitesinden alınmıştır.

.

Çarşamba, Aralık 23, 2009

Unutmamalı: Acun Ilıcalı


Bir ekran figürü olarak Acun Ilıcalı sempatik görünümlü genç bir adamdır. Hafızalarımıza adını yazdığı ilk yıllarda yedi mahalleyi gezip, dünyanın sıcak memleketlerinde yarı çıplak kızlarla röportajlar yaparak dikkatimizi çekmişti, hatırlar mısınız? Hayatının detaylarını, yükselme öyküsünü defalarca anlattı, okuduk, dinledik. Sevdik ya da sevemedik. Ancak kabul edilmesi gereken tek gerçek medya yolculuğunda başarılı bir rota çizmiş olmasıdır. Ekran eleştirisi yazdığım zamanlarda da Acun Ilıcalı ve formatları hakkında iyi niyet gözlüğümü takarak birkaç yazı yazdım çünkü yolculuğunun her aşamasını başarılı buluyordum. Bugün de aynı fikirdeyim. Ekranda defalarca denenmiş ve batmış bir Endemol formatı olan "Var mısın Yok musun?" namlı yarışmanın da bu sefer tutunma sebebinin Acun'un yarattığı pozitif enerji olduğuna inandım. Bugün de inanıyorum. Milyon dolar alacağı olduğu ve tahsilat sorunu yaşadığı halde başka kanallara gitmemesini, "ağabeyim" diye tanımladığı Saner Ayar'a saygı/ sevgi göstererek Show Tv'de kalmaya ısrarla devam etmesini de yaşlı gözlerle izledim. İhtiyarım ya, fena halde duygusallaşıyorum böyle vefa kokan hareketlerden...

Geçtiğimiz günlerde gazetelerden birine verdiği röportajda, "Reytingimi sözlükteki zavallılardan anlıyorum." demesini de talihsiz bir beyan olarak değerlendirmiyorum. Açıkçası bu tanımlama ve beyan biçimi Acun'un ağzına çok yakışmış. O değil de, umarım yaptığı işleri eleştiren insanları "zavallı" olarak tanımlayan Acun Ilıcalı, kişisel gelişimini ve dünya üzerinde kapladığı yeri yaşadığı evin büyüklüğü, kullandığı arabanın markası ile ölçmekten başkaca kriter bilmeyen diğer ham yolculara da iyi bir örnek olur. Benden size söylemesi, eğer bu şirinlik muskası abinin ve benzerlerinin yükseliş rotasını taklit etmek ister ve sergiledikleri tavırlarını örnek alırsanız, biliniz ki çapınız genişlese de o çok istediğiniz "Yıldızlar Klübü"ne üye olamayacaksınız. Belki parlak etiketler edineceksiniz ama hiçbir zaman "A sınıf" bir ekran figürü olamayacaksınız. Ve bu "sokaktan gelen başarılı çocuk" etiketi günün her saatinde canınızı çok yakacak. Bu yola baş koymaya niyet edenler, sözüm size: Paranın neleri satın alamadığını öğrenmek için Acun Ilıcalı ağabeyinizi dikkatle gözlemeniz yeterlidir.


Böyle yani..


.

Cumartesi, Aralık 12, 2009

Sevgili Babam Şehrazat'a...


Rahmetli ananem, "Bir çift kömür parçası gibi doğarız. Eğer kendini eğitir ve güdülerini islah etmeyi becerirsen yaşlandığında bir çift elmas gibi parıldarsın" derdi. Bu ağır anlamlı sözü kimin atasından devşirdiğini de hiç bilemedim. Aramaya inandım ama, kaynağını bulamadım. Ananemi çok az hatırlıyorum. Çok güzel, çok uzun boylu, çok yeşil gözlü, bir metre civarında dolanan diğer aile fertlerimle kıyaslandığında dev gibi bir kadındı. Sık sık öksürük krizine tutulurdu. Hap içerek öksürüğünü durdururdu. Babam, "Hapçı siyonist.." diye dalga geçerdi, kendi bağımlılığını görmezden gelerek. Dayak yemediğim zamanlarda ananem ile babam arasında hiç bitmeyen kanlı bir it dalaşının kurbanı olurdum, onların laf sokuşturmalarının arasında kalırdım. Ananem, kızının meftun olduğu uğruna din değiştirdiği bu garip adamı beğenmezdi. Eleştirirdi. Hapçı ananem, esrarkeş babam ve dayakçı kleptoman annemle birlikte sürdürdüğümüz çok renkli bir hayatımız vardı. Sahiden. Annemin dayaklarını, babamın tuhaf ve büyülü sözleri sağaltırdı. Ananem de pek leziz kuru fasulye yapar, anılarını anlatırdı. Bir çocuk daha ne ister?

Hiç masal dinlemeden büyümüş çocuklardanım. Herhangi birini tanıma imkanınız oldu mu? Masal niyetine anlatılan insan hayatlarını biriktirerek büyüdüm. Müflis bir ailenin sokakta yatan oğlunun karşılıksız aşkını, kocasını aldatan kadınların dramını, annane sözü dinlemeyen çocukların sonunu, kocaya kaçan kızların sefaletini dinleyerek büyüdüm. Yattığı odanın duvarından gelen tuhaf seslere dayanamayıp duvarı yıkan ve içinde hazine bulan adamın hikayesini saymazsak, çocukluğumda anlatılan hayatlar 'mutlu son'la bitmezdi, duvarın içinde hazine bulan adam da çok mutlu olur ama o mutlulukla hazineyi savurur, sıfırı tüketirdi ne hikmetse. Mutluluğun yolu mutlaka acıdan geçerdi. Olmak için önce yanmak gerekirdi. Eskiler, kaybedenlerin hikayeleri üzerinden hayatı öğretmeye çalışırdı yenilere ya da bu sadece bizimkilerin yöntemiydi, bilmiyorum. Doğuştan mes'ud insanlar, sebepsiz kahkahalar atan çocuklar ve onların hayatları bana çok uzaktı. Kan çıkmazsa para yok!

Dinlemekten okumaya geçtiğim ilk yıllarda annemin, 'oku da hayatını kurtar' gazıyla getirip önüme attığı Kemalettin Tuğcu kitapları da kahır ve acı doluydu. Yine de okurdum. Okumak için sağlam sebeplerim vardı. Önüme konan havuç, 'hayat' olunca, kurtulmak için can havliyle okumaya sarıldım. Göze batmamak, annemin öfkesine daha az hedef olmak için de iyi bir yöntemdi kitap okumak. Önce derslerimi bitirir sonra da cumbaya kıvrılır, kitap okurdum, ağlardım. Babam, bu okur-ağlar halimle fena halde alay ederdi. Alay etmekle de kalmaz, kitabı elimden alır, fırlatır atar 'okuma bunları!' diye tembih eder, annemi de azarlardı. Azarı ve tembihleri kâr etmeyince Kemalettin Tuğcu kitaplarının eve girişini yasakladı. Babam, kurtulmamı istemiyor olmalıydı. Sordum elbette. Esrarlı sigara eşliğinde okuduğu kitabını kapattı, masanın üzerine bıraktı. Baktım. Kitabın kapağında karla kaplı bir evin damı ve sırtında küfesiyle başı kapalı bir kadın vardı. Okudum. "Bizim Köy.. Hayal Ve Gerçek.. Mahmut Makal" Sordu. "Anlatmamı ister misin?" Anlat, dedim. İşte o gece aniden ve uzun sürecek yeni bir oyun oynamaya başladık. Babam okuduğu her kitabı bitirdikten sonra bana anlatmaya başladı. İyi ve istikrarlı bir okurdu. Annemle kavga etmediği, onu dövmediği ve çalışmadığı zamanlarda hep kitap okurdu. Odasında kimsenin el süremediği dev bir kitaplığı vardı.

Kısa zamanda bu neşeli oyunun bağımlısı haline geldim. Babam yeni bir kitaba başladığında heyecanla bitirmesini ve bana anlatmaya başlamasını beklerdim. Bazen anlatmasını istediğim kitapları seçmeme izin verirdi. Önceden okuduğu bir kitabı seçmişsem, bardağındaki çay bitene kadar izin ister, hızla yapraklarını karıştırır sonra da anlatmaya başlardı. Kitap anlatma oyunu yüzünden işe geç gittiği ya da hiç gitmediği geceleri hatırlıyorum. Yeni bir kitaba başlamadan önce birkaç akşam sohbetini bitirdiği kitabı anlatmaya ayırırdı. Uykudan önce yatakta değil, yemekten sonra masa başı sohbetlerinde anlatırdı okuduğu kitapları. Babama göre kitap okumak, özel olarak vakit ayrılması gereken ve sonu uykuya bağlanamayacak kadar ciddi bir işti. Babamın kitap anlatma seanslarını çocukluğumun en neşeli zamanları olarak hatırlıyorum. Sonra bir gün babam kitap anlatmaktan vazgeçti. Aniden. "Elin kitap tutar hale geldi" dedi, boy versem boğulacağım kadar çok kitap olan, raflarına bile el sürdürmediği kitaplığını hizmetime açtı ve yolumdan çekildi. Tek başıma kaldım. Birkaç ay kitap okumadım. Ne okuyacağıma bir türlü karar veremedim. Okumaya başladığımda babamın hırıltılı sesinin eşliğini aradım.

Babam, atlatmaya çalıştığım bu zorlu aşamayla da pek ilgilenmedi. Bekledi. Ben de bekledim. Azra Abla'nın doğum günümde hediye ettiği kitap, baş ucumda duran bit pazarından aldığımız 3 raflı, yerden az yüksek ahşap dolabın ilk ve tek misafiri olarak aylarca yan geldi yattı. Yeniden okumaya başladığımda ise babam asla kitap tavsiye etmedi. Şunu oku, bunu okuma demedi. Hiçbir zaman kitap hediye etmez, kendisine de hediye edilmesini sevmezdi. Hediye kitabın samimiyetsizlik beyanı olduğunu iddia ederdi. Kitaplarla ilgili talimatları daha çok, 'Şu yaprakları katlama demedim mi sıpa!', 'Yalamadan çevir lan şu sayfaları', 'Benim kitaplarımın içine kalemle not alma' tadında olurdu. Yıllar içinde babamın kitaplığı taşındığımız her yeni evle birlikte büyük ve sarı kolilerden oluşmaya başladı. Evden ayrılırken küçük bond çantasıyla birlikte kitaplarını da götürdü. Ne tuhaftır ki ölene kadar yaşadığı bekâr evindeki odasında tek bir kitap bile yoktu. Babama ' kitap anlatma oyunu'nu neden aniden bıraktığını soramadığım gibi kitaplarının akıbetini de sormaya cesaret edemedim. Bana okuma alışkanlığı kazandıran o adamdan geriye tek bir kitap bile kalmadı. Tuhaf bir iç güdü ile yıllar içinde gördüğüm her ikinci el kitabı karıştırma alışkanlığı edindim. Ne dersiniz, birgün arka kapak içinde "İsmet" yazan o kitabı bulabilecek miyim?

Umut dünyası işte...


•• yevgenizamyatin, İşçi Partisi Ve Çocuklar,

.

Salı, Aralık 08, 2009

İhanet ne kadar anlatılsa taraflıdır...


Tüketenin, üretene ihaneti nerede başlar? Ne olur da üretenin samimiyetini sorgulamaya başlarız? İstiklal Caddesi'nde yağmurla yarışıyorum. Az önce Yılmaz Erdoğan'ın son sinema filmi Neşeli Hayat'ın 14.20 seansından çıkmışım. Aklımda belirme sebebi gayet aşikar olan sorular eşliğinde hızlı adımlarla yürüyorum. 5 lira verip aldığım yeşil şemsiye açar açmaz kırılıyor. Basıyorum küfürü! Neşeli Hayat'ı izleyen dayımgilin büyük oğlan, "Çok tatlı bişey olmuş oolum" dediydi ya, az söylemiş. Neşeli Hayat iyi bir film ve iyi bir hikaye olmuş. Yılmaz Erdoğan, herkesin her gün gördüğünü ama kimsenin durup bakmadığını onca kalabalığın içinden cımbızlamış ve önümüze bırakmış. Sinema, müzik, edebiyat ya da her ne halt ise san'at üreticisini yaratıcı yapan da tam olarak işte bu eşiği atllayabilmesi yani bir fikir sahibi olabilmesi değil midir? Neşeli Hayat filmi için her şeyi söyleyebilirsiniz ama tüketenin ufkunu açmadığını iddia edemezsiniz. Taş olursunuz aksi halde. Taş kafa olursunuz. Bugün nefes alan ve hızla çoğalan 'Yaprak Dökümü'nün de kitabı çıkmış hacı' topluluğunun her üyesi acilen birleşip Yılmaz Erdoğan'ı ziyarete gitmeli ve teşekkür etmeli, yetmez bir de elinden öpmeli...

Neşeli Hayat, insanın göğsünü gere gere, 'ben yaptım ulan' diyebileceği kadar sağlam bir hikaye, yazanın ellerine sağlık. Uğur İçbak'ın ustalığından, sanat grubunun nefasetinden, mekan koordinatörlerinin özenli çalışmasından, Yıldıray Gürgen ve Deniz Erdoğan'ın müziklerinden fena halde etkilendim. Her birinin emeğine sağlık. Gel gör ki filmin bana göre en zayıf halkası varlığından ve var'olduğu iddia edilen yeteneğinden özür dilerek söylemeliyim ki Ersin Korkut olmuş. Bu oyuncunun, -kime yetenekli geldiğini bilemediğim için öküz olmalıyım- o basma kalıp itici hali, Erdoğan'ın düşlediği efekti yaratmaktan çok hikayenin içinde tipik bir 'gişe kaygusu' gibi duruyor ki sahiden de yakışmamış. Filmin ana kahramanı Rıza'ya fena halde inandım. Üstelik her hafta ekranda görmeğe alıştığım bütün genç BKM oyuncularına ve dahi Cezmi Baskın'a bile inandım ama Ersin Korkut'un sahnelerine bir türlü inanamadım. Olmadı. Her kapılışımda kolumdan çekip, beni hikayenin dışına savurdu adamın varlığı. Üzgünüm.

Perdeden geçmeye başladığı ilk kareden itibaren samimiyetle akan film, sonlarına doğru küçük bir tereddüt geçiriyor. sebebini tam anlayamadığım bir kararsızlık haliyle yalpalıyor sonra da bıçakla kesilmiş düz bir çizgi üzerinde bitiveriyor. İşbu yalpalama anında hikayede beliriveren Rıza'nın kayın biraderinin tırnakçı arkadaşı, köfte adam ile kasiyer kızın aşkı, oyuncakçı dükkanının müdürünün yelkenleri suya indirişi es geçiliyor, Avm'nin ortasında yeni yıl şarkısı söyleyen çocuk korosu da öyle pat diye önünüze bırakılıveriyor. Haliyle izlerken, 'Aa e ne güzel izliyorduk ne gerek vardı şimdi böyle yarım yamalak hareketlere' diyorsunuz. Sanırım bu kararsızlık ve havada kalmışlık hali de senaryonun açığından değil yine eldeki malzemenin bağlanmaya uygun olmamasından ya da 'herkese bir rol vardır' uygulamasından ortaya çıkıyor. Affına sığınarak, Yılmaz Erdoğan'ın bir hikayeci olarak zaaflı olmayacağını, bu günlere gelene kadar binlerce skeç, onlarca oyun, yüzbinlerce cin fikirli cümle üreten bu adamın kelebek kanatlı kalemine duyduğum derin saygı sebebiyle boku yönetmen Yılmaz'a atmayı uygun buldum. Affola!

Emeği geçen herkesin ellerine sağlık olsun. Filmin yolu açık ve bereketli olsun. Son olarak, 'ho ho ho sonunda bizim de bir noel baba filmimiz oldu' diyerek Neşeli Hayat'ı yorumlayan sünger kafalara: Boşa işgal etmeyin lan bu hayatı!


Böyle yani..





••
Fotoğraf filmin resmi web sitesinden araklanmıştır.

Tiksinti...


Kapalı mekanda sigara içme yasağı başladığından ve havalar soğuduğundan beri evden çıkasım gelmiyor. Sigara yasağından sonra arsızlaşıp, edepsizleşen, ahir ömründe tek bir nefes dahi olsa zehirli dumanı taammüden ciğerine çekmemiş kimi insan evlatlarının saldırgan tutumlarından şikayetçiyim ama ne fayda? Maça mağlup çıkıyoruz. Hatamız sevabımızdan baskın. Evvel ezel sigara içmeyenlere karşı katıksız saygılı davranmış bir insanım, şimdi bu türe rastgeldiğimde dumanı burnundan içeri kusmak istiyorum. Sosyal olarak zulm'ettikleri yetmezmiş gibi sigara içmedikleri halde inatla dışarıda oturmak isteyen ve yüzünüze tiksinerek bakanlar var. Dışarıda boş masamız yok! Hava 6 derece. Benim kıçım donuyor. Müptelayım. İçeride oturup, bacak titretiyorum. Gergin değilim. Sabahları gergin değil, bulanık uyanıyorum. Az evvel 34567 kez yatağından kalkan ve 'püsküüt alabilir miyim?' diye soran annemden kaçasım gelince, nereye gitsem sigara içemeyeceğimi hatırladım ve balkona kaçtım. Neyse..

Tuna Kiremitçi'nin filmi 'Adını Sen Koy'u izledikten sonra dün de 'Neşeli Hayat'ı izlemek niyetiyle evden çıktım ama, pazartesi günü öğle seansında filme bilet bulamadım. Söylemiş miydim? Sinemaya giremeyince iki adım daha yürüyüp, Balıkpazarı'na gidip hamsi aldım. Hamsinin kilosu hâlâ 10 lira. Gece, Ezel izlerken hamsi ayıkladım. Muhabbet Kralı esnasında da ayıkladığım hamsileri pişirdim. Çocukluğumun geçtiği İstiklal Caddesi'nden de tiksiniyorum çok zaman. Bu aralar hissettiğim en baskın duygu 'tiksinti', hayr'olsun. Önceki günlerin birinde evinin eşyalarını toptan yenilemeye niyetlenen bir arkadaşıma eşlik ederken, Teşvikiye Saray'da mola verdik. Karnımız aç. İşte o gün önümüze sürülen Tavuklu Pilav'dan da tiksinmiştim. İkimiz aynı anda tavuklu pilavdan bir çatal alıp ağzımıza götürüp senkronize tiksinmiştik. Tavuktan taşan ağır metal tadı eşledikten sonra garsonu çağırıp tavukları şikayet ettik. Sonuç? Sıfır. Ben dersimi aldım, önümdeki yoğurta ekmek bandım, arkadaşım ders almadı su böreği söyledi. Sonuç aynı. Hesap pusulasını sırıtarak önümüze sürerken, fısıltı tadında kurduğu ' Yine de tavuklu pilavları hesaba koydurmadım' cümlesinden de tiksinmiştim.

Neşeli Hayat'ı izlemek için evden çıkmaya neden üşeniyorum? Bu üşengeç halimden de tiksiniyorum. Bu sabah, Hakan Günday'ın son kitabı 'Ziyan'ı bitirdim. Elime yapıştı kitap. Bitmek bilmedi. İçim bayıldı. Hakan Günday'ın ilk kitabı Kinyas ve Kayra'yı da fazla beğenmemiştim ama umutlanmıştım, pırıltılı bir yazar kazanacağımızı düşünüyordum. Kaç kitap oldu, hâlâ kendini tekrar ediyor. Yazmak kimsenin tekelinde değil. İsteyen her cin fikirli insan evladı yazmalı, yazabilmeli. Okuyan düşünsün. Ece Vahapoğlu'nu 'Öteki' ile yere göğe sığdıramayan sonra da 'avekdölo' dediği için yıkılan kitleden de tiksiniyorum, Hakan Günday'ı okuyup 'hayat ölüm nihilizm anarşi suç suçlu ceza psikoloji' üzerine yeni bir söz söylendiğini düşünenlerden de... Ama bana ne? Bilmiyorum. Benimki züğürt tiksintisi! Son olarak, Enis Batur'dan başta dayımıngilin büyük oğlan olmak üzere, nefes almayı katlanır hale getirenlere gelsin: 'Yıllarca zihninizde gezdirip de yazmadığınız bir kitabınız varsa üzülmeyin. O artık yazılmış bir kitaptır. Sadece biz okuyamıyoruz o kadar."


Böyle yani..



•• yevgenizamyatin, Kasım 2009 Casablanca/ Morocco



Cumartesi, Aralık 05, 2009

Sen yaşamıyorsun ki intihar edesin!


Uzun zamandır niyetleniyordum. Sabah ilk iş olarak bilgisayarımı açıp, maillere bakıp, işlere gömülmekten vazgeçmeyi becermeye çalışıyordum, bugüne kısmetmiş. Öğlene doğru yataktan kalkıp, çay için su ısıtıp, banyoya girdim ve bilgisayarımı açmadan da evden dışarı çıktım. Sinemaya gittim. Tuna Kiremitçi'nin ilk uzun metrajlı filmi 'Adını Sen Koy'u izledim. 14:10 seansında, Fitaş Sineması'nda. Tuna Kiremitçi evvel ezel iyi bir proje adamıdır nazarımda. Roman yazmayı bırakma kararına en çok sevinenlerdenim. Kendini bilen aydınlanırmış, Tuna Kiremitçi roman yazmasın. Film çeksin. Samimi fikrim budur. Evet, Tuna Kiremitçi hemen ve hiç vakit kaybetmeden bir film daha yapsın. Adını Sen Koy, kusursuz bir film değil. Ama bütün kusurlarıyla, öylece kabul edilmesi gereken samimi bir film. Hoş, eğer muhatabınız akli melekeleri yerinde bir üretici ise işinin aksaklıklarını, topallayan yerlerini tüketiciden evvel ve çok daha iyi görür zaten. Bu sebeple 'Adını Sen Koy' fazlaca didiklenmemesi, aksine emeği geçen herkesin sevgiyle ve hoş görüyle desteklenmesi gereken iyi bir hikaye olarak kişisel tarihimde yer alacak. En başından söylemek gerekirse filmin müziğinin ve müzik kullanımının da çok başarılı olduğunu düşünüyorum. Özellikle Tamer Çıray ve tuhaf bir şekilde hemen dile dolanıveren şarkının sahibesi Demet Sağıroğlu'nun ellerine sağlık olsun.

Filmin küçük, sıradan, şaşırtmasız ve önemsizmiş gibi görünen ama çok güçlü bir hikayesi var. İnsanda yaşanmışlık hissi uyandırıyor. Film, hikaye sahibinin iddia ettiği gibi 'erkek dünyasına' bakamasa da, eleştirenlerin aksine sarkan yerlerinin senaryo boşluklarından değil, eldeki çekilen malzemenin değerlendirme süzgecine takılmasından doğduğunu düşünüyorum. Yazanın ellerine sağlık. Tuna Kiremitçi'nin yönetmen olarak kendini kontrol edebilmesinden, görsel olarak 'yeni bir söz söyleme' denemelerinin dozunda olmasından da etkilendim. Eldeki görüntülerden bağlayabileceği en iyi filmi yapmış. Ama Allah da biliyor ya, şunu söylemezsem içim şişer; sinema perdesinde oyun veren yerine, dikilip duranın götünü izleme meselesine alışamadım bir türlü. 'Konuşanı göstermek zorunda değilim' mottosu eğer filmin geneline yansımaz da birkaç planda kalırsa fena halde sırıtıyor. Buna rağmen Tuna Kiremitçi'yi yönetmen olarak özellikle de ilk filmi olması açısından başarılı buldum. Ah, bu filmin bir de finali olaymış...

Gelelim oyuncu kadrosuna... Melis Birkan'ı yetenekli bulan ve onun oyunculuk serüvenine umutlu bakanlardan değilim. Sevmediğim bir tarzın yani 'kaşlarıyla oynayanlar ekolü'nün Türkiye'deki sayısız temsilcisinden biridir ve bunu düzeltebileceğini sanmıyorum. Çünkü Melis Birkan'ın kişisel serüveni boyunca doğal oyunculuk denilen nanenin aslında ölümüne bir 'kontrollü olma hali' olduğunu idrak edebilmesi mümkün olmayacak, bu filmi izleyince emin oldum. Bütün bunlardan da önemlisi sanırım hiçkimse bu gerçeği Melis Birkan'a söylemeye cesaret edemiyor ama, acilen sesini kontrol etmeyi öğrenmesi gerekiyor. İzleyemiyorum. Özellikle de çok lafı olan senaryolarda hikayeden kopmamı sağlıyor. Her oyuncunun da kadife sesli olması gerekmiyor ama, Melis Birkan sesinin ne kadar kötü tınladığını duyup, anlayıp acilen sesini eğitmeli ve kullanmayı öğrenmelidir. Bu işin hocası okulu da var, 6 ay New York'a gitmeye ama öncelikle de bu gerçeği kabul etmeye bakar. Sonuç, hikayenin en önemli karakteri, bana göre en zayıf halkasıydı. Üzgünüm... Ali İl, açıkçası filmin beni en çok şaşırtan oyuncusu oldu. Ekran esaretime veriyorum bu şaşkınlığımı. Küçük Kadınlar'ın daracık kadrajına sıkışıp kaldığım için bu yetenekli adamı es geçmişim, özür dilerim.

Cemal Toktaş, bana göre bazı sahnelerde yanlış oynatılmış/ yönlendirilmiş olmasına rağmen çok zor bir rolün altından kalkmış ve iyi bir performans sergilemiş. Ahmet Mümtaz Taylan gibi sağlam bir oyuncunun karşısında dimdik durmuş. Bu bile büyük başarı. Gönlüne sağlık. Bir de o saçlarına çözüm bulursa Türk Sineması çok ışıklı, değişebilen, esnek ve iyi kalpli bir oyuncu daha kazanacak demektir. Neden yanlış oynatıldığı/ yönlendirildiği kanısına vardığımı merak ediyorsanız, izah edeyim ama filmi izlemeyenlerin affına sığınarak. Bazı hikayeler vardır ki taşıdığı sürpriz ile ilgili hiçbir ip ucu vermeden ilerler. Aniden biri kutunuzu açar ve karşınıza çıkan şey dudağınızı uçuklatır. Aynı filmi başa sarar, yeniden izlersiniz. Artık sürprizi de biliyorsunuzdur. Filmi yeniden izlerken fark edersiniz ki aslında o sürprizin bütün ipuçları siz fark etmediğiniz halde oyuncu tarafından perdeye yansıtmıştır. Çok mu karışık anlattım? Elimden bu kadarı geldi. İşte tam bu örnekte olduğu gibi Ilgaz'ın kalbinde yatan aslanı gördüğünüz andan geri gittiğinizde yanlış oynadığını ya da oynatıldığını anlıyorsunuz. Aksini iddia eden varsa o zaman, "e-maille yolladım sana Aybige'nin fotoğrafını bakmadın mı?" lafının geçtiği sahnedeki Ilgaz'ın oyununun gerekçelerini açıklasın. Yine de bu kadar aydınlık bir adamı perdede görmekten dolayı mutlu oldum. Emeğine, gönlüne sağlık olsun.

Gelelim Harun'a... Ilgaz'ın, bipolarına kurban olduğumun ağabeysini oynayan Ahmet Mümtaz Taylan'ın oyunculuğunun kalibresini ölçmek, tartmak gibi bir edepsizlik yapmaktansa gözlerimi yaşartan başka bir durumu aktarmam gerektiğini düşünüyorum. Ahmet Mümtaz Taylan, bu filmde başta Cemal Toktaş olmak üzere diğer genç oyuncuların hepsini sahiden sevmiş, onları gözünden bile sakınmış, koruyup kollamış. Kendi performansını sergilerken, yeteneğin ve oyuncularda var olduğu rivayet edilen o arsız egonun bütün sinyallerine kulağını kapamış, kendinden çok sahnedaşlarını gözeterek, onlara imkan tanıyarak oynamış. Finale yürüyen en önemli sahnede Ilgaz'ın gözbebeklerinden çıkıp doğrudan beynime saplanan, ' Ulan kısa kesin, az kaldı birazdan düşüp beynimi patlatacağım' tadındaki tedirginliği bile savuşturmaya çalışmış. Gel gör ki 'Harun' rolü çok dişi bir karakter, oyuncu ne kadar küçültse de, karakterin doğası gereği kulakları sağır edecek kadar güçlü, gürültülü bir yapısı var ve doğruyu söylemek gerekirse Harun aradan sıyrılıp, gelip hikayenin taa merkezine oturuyor. Bana sorarsan çok da iyi yapıyor. Can verenin gönlüne sağlık olsun, ömrü bol olsun. Zaten bir yönetmeni 'iyi' yapan da filmin ve hikayenin gereği olan bu ve benzeri dengeleri doğru kurabilmesi değil midir? Öyledir.

Görünen o ki Tuna Kiremitçi de önümüzdeki on yıl içinde iyi bir yönetmen olacak, ömrümüz yeterse hep birlikte göreceğiz. Velhasılıkelam, Adını Sen Koy'u izleyiniz. İzleyiniz ki yapımcısı para kazansın, Tuna Kiremitçi yeni projelerini çekmek için para bulabilsin ve yönetmenlik yapmaya devam etsin. Bu filme emeği geçen bütün teknik ekibin, sanat yönetiminin, mekan koordinatörlerinin ve Mehmet A. Öztekin'in ellerine sağlık olsun.


Böyle yani..