Pazartesi, Temmuz 27, 2009

Çift Kaşarlı Tost



Pazar günü keyfim pek yerindeydi. Er vakit serildim bahçeye, kıpırdamadan bütün gün yattım. Akşama doğru da işe gitmek için yola çıktım. Hava bunaltıcı. Küçük gri bulutlar var tepemde. Taksim'e doğru karnımın gurultusu da yükselmeye başladı. Yolum uzun, tansiyonum düşük, hava sıcak bari karnım tok olsun dedim, niyet ettim, çift kaşarlı tost yiyeceğim yola dökülmeden önce. Midemi ekşitecek. Olsun. Sıralı "büfe"lerden en az kalabalık olanı seçtim. Kapının iki kanadına da yerleşmiş iri kıyım döner zamazingoları girişi cehenneme çevirmiş. Azap içindeyim. Hızla içeri geçip, en köşeye oturdum. Garsona sipariş verdim. "Çift kaşarlı tost istiyorum, lütfen çok iyi kızarmış olsun", "Ama hanfendi o zaman peynirlerin hepisi akar." "Aksın.."

Hizmet sektörüyle iletişim yeteneğimin doruklarını zorlarken ön masada annesiyle birlikte oturan sevimli bir oğlan çocuğuyla göz göze geldik. Beş yaşlarında olmalı. O bana gülümsedi, ben de ona. İri gözlü, eskilerin "şeytan çekici" diye tabir ettiği cinsten pek sevimli bir oğlan. Uslu usul tost yiyor, portakal suyu içiyor. Bu sıcakta. Neyse. Afiyet, şeker olsun. Tasmalı iti dahi sevmek için sahibinden izin isteyen, bebek elleme huyu olmayan, olandan da pek hoşnut olmayan ben, gayriihtiyari göz kırpıverdim, sözde en sevimli halimle portakal suyunu yudumlayan ufaklığa. Çocuk boş gözlerle suratıma baktı, parmağını bana doğru uzatıp, "Anne! Şu teyze bana göz kırptııı..." diye bağırdı. Tam da, "Vay eşşek sıpası vaay... Ulan ben ne zaman teyze oldum?" diye içimden geçirirken kadın arkasını döndü ve mideme oturan soruyu tabağıma bıraktı: "Sapık mısın sen be! Niye göz kırpıyorsun el kadar çocuğa?"

Kadının öfkeli sesi bomba gibi düştü kucağıma. İdrak zamanları. Durdum. Garsonlar durdu. Sessizlik büyüdü. Yüzüme ateş yürüdü, ayak tırnağıma kadar kızarmış olmalıyım. Kadın, kimsenin anlayamadığı birkaç sözcük daha mırıldanarak önüne döndü. Ufaklığın kafasına sağlam bir şaplak attı, "Önüne bak sen de!" dedi. Çocuk başladı ağlamaya. Al başına belayı! Gözünün yaşı dinmiyor. Annenin ayarı azarı bitmiyor. Küçük çaplı bir skandal yaşamaya başladık ayak üstü. Normal şartlarda oturduğum yerden kalkıp, annenin alnının çatına kafayı çakıp, mekandan çıkmam gerekirken, dondum kaldım. Ne cevap verebildim, ne bir gerekçe sunabildim, ne de tek bir savunma cümlesi kurabildim. Başımı önüme eğdim. Dudaklarımdan kırık dökük bir "pardon" döküldü, ufaklık için. Ağzımdaki lokma büyüdü. Sırtımda yafta, iş üstünde yakalanmış bir sübyancı gibi utanç içinde masadan kalktım. Hesabı ödeyip, çıktım.

Kapının önünde durup, bir sigara yaktım. Derin bir nefes aldım. Kadına kafa atma meselesini yeniden değerlendirdim ve hızlı adımlarla olay yerini terk'ettim. Doğru karar verdiğimden eminim. Güneş inadına serpilmiş, meydana serilivermiş. Avea 3G teşkilatı da Taksim Parkı'nda eylemde. Gürültü ayyuka çıkmış. Dokunsalar ağlayacağım ama sebebini bilmiyorum. Yok yok, bal gibi biliyorum. Dönüp de kadına kafayı çakamadığıma yanıyorum. Birkaç sigara, bir şişe su içtikten sonra nihayet içimdeki öfkeyi bastırıp, dürtülerime tur bindirerek olgunluğumun zirvesinde volta atar hale geldim. Otobüse bindim. Bir neş'e, bir neş'e dokunmayın keyfime! "Çok şükür, bilinçleniyoruz." diyerek, zil takıp oynamak istiyorum. Yine de iç sesimi susturamadım. Yol boyunca sorup durdum kendime: Niyet, eylemi masum kılar mı?

Hepimize serin bir hafta diliyorum.




•• Saray Sandwich


.

Pazar, Temmuz 26, 2009

Çöpleri Atayım mı?


Kız annesini kebapçıya götürür. Ocakbaşı yani. Anne, yapısı gereği pek sevmez, hiç gitmez böyle yerlere. Esnaf Lokantası ekolündendir. Garson gelir, siparişler verilir. Mezeler servis edilir. Bir süre sonra garson gelir. Masada yaşça daha büyük olan tek hanımefendinin kulağına doğru eğilir. Fısıdaşır gibi konuşurlar. Önce annenin yüzü, sonra garsonun yüzü değişir. Garson masadan uzaklaşınca kız sorar:

- n'oldu anne?
- ay ne biliim.. ne biçim yere getirdin sen beni?
- nesi var, ne güzel yer anneciim.. üstelik meşhur bi yer burası..
- ayol meşhur müessese ama, koca adam gelmiş "çöpleri atiim mi " diye bana soruyor!!
- ...






••Ev Cini © 2004-2012



.

Pazartesi, Temmuz 20, 2009

Hayat Bahçesi


- anne yaa, şu boğazda kireçburnu civarında bi bahçe varmış eskiden
- cennet bahçesi mi?
- ya yok ne cenneti yaa.. eski diyorum.. hayat bahçesi mi ne...
- bilmiyorum..
- anne nası bilmezsin yaa, hani arabayla giriliyormuş..
- arabayla mı? hiç arabayla içine girilen çay bahçesi yoktu boğazda..
- allah allah.. ben uyduruyorum demek ki..
- bilmiyorum.. nerden duydun ki sen?
- babam anlatmıştı da..
- ha.. ben gitmiş miyim hiç?
- evet anne.. o yüzden anlatmıştı zaten..
- hıı.. unutmuşum demek ki..
- hı hı.. unutmuşun demek ki..
- hani şu tepede bi yer vardı orası mı acaba?
- nerenin tepesindeydi ki?
- boğazda işte..
- orasıdır..
- ne anlattı ki baban sana?
- tam hatırlamıyorum.. nurhayat'la seni götürmüş o bahçeye işte..
- aa hayır, yalan.. bi kere nurhayat hiç gelmedi bizimle..
- hmm..
- ayol baban beni nurhayat'la görüştürmedi ki zaten..
- e senin en iyi arkadaşın değil miydi nurhayat?
- öyleydi ama baban yasakladı.
- yasakladı mı niye?
- şimdi baban beni arabaya bindirmek için uğraşıyordu.
- ee..
- ee işte.. çok ısrar etti , günlerce yolumu kesti filan ama ben binmedim.. bi gün nurhayat dedi ki "aysel gel binelim bak çocuk çok ısrar ediyor"..
- eee?
- bindik.
- vaay, nurhayat olmasa babam avcunu yalayacakmış ha..
- zaten o nurhayat'ı son görüşüm oldu. baban bizi eve bıraktı. ertesi gün de, nurhayat'la görüşmemi yasakladı.
- çok haklıymış babam. ben olsam ben de görüştürmezdim valla..
- alla alla niyeymiş?
- bugün babamın arabasına bin diye ısrar eden, yarın da başka arabalara bindirir seni de ondan..
- e pes vallahi bunu da mı anlattı?
- ahahahhahaha
- gülme!


.




•••
28.09.2006 tarihinde Ekşi sözlük'te yayımlanmıştır.
••
fotoğraf chevrolet'nin resmi web sitesinden alınmıştır.

Manik Haller


- oo anne hayırdır erkencisin bu akşam?
- geldim. şu torbaları bırakıp gidicem hemen.
- nereye gidicen? saat altı oldu, gitme bi yere..
- yok yok gitmem lazım polina gelmiş..
- polina zırt pırt geliyo zaten anne ne zaman lazım olsa..
- ..
- bunlar ne?
- sana aldım..
- ne aldın bana? alma bişii..
- bak bunlar çok güzel..
- ..
- bak bunları koreli bi kadın satıyo..
- ..
- çok güzel mandallar..yazık memleketine dönemiyo kadın..
- ..
- ayol bak, bu gömleği satan kızın depremde evi yıkılmış
- ..
- el işi bu bezler, yastık yaparsın.
- ..
- iki çocuğuyla sokakta kalmış. kocası alt kat komşusuyla kaçmış..
- ..
- bunu giyer misin? giymezsen o kıza ver..
- anne, nereye gittin sen?
- ihtiyacı olanlar getirip satıyorlar ya, oraya gittim..
- e hepsini alsaydın bari..
- raninicim bak beni dinle, sarıgül emeklilere bi yer açmış..
- ee..
- toplayıp gezdiriyormuş. her ay bir yere gidiyorlarmış
- ee ne güzel.. neresiymiş?
- şişli'de.. ama üye olmak lazımmış. çok zormuş üye olmak
- hmm. öğrenirim ben sana..
- gerek yok..
- nası?
- oldum ben üye..
- ne zaman?
- bugün..
- ??
- bi kadınla tanıştım. çok iyi bir kadın. o anlattı zaten bana bu yeri.
- ...
- üye almıyorlarmış. ama bu kadın eski olduğu için beni üye yapıcak..
- kaç para verdin anne??
- bişii değil.. ne varsa üstünde ver dedi..
- verdin mi???
- ahahahhahaa yok ayol vermedim.. 50 lira var dedim, çıkardım onu verdim. ayol söyler miyim bütün paramı, enayi miyim ben?
- ..





••• 07.09.2007 tarihinde ekşi sözlük'te yayımlanmıştır.


.

Perşembe, Temmuz 16, 2009

Sessiz, göksüz, harfsiz...


Star Tv, yaz dönemindeki en sağlam atağını yayın prototipinde İbo Show'a yer açarak yaptı. İbrahim Tatlıses hayranı sayılabilirim, özellikle de konuşmadığı sadece terennüm ettiği anların hatırına. Bu gece, Sibel Can misafir olmuş programına. İzliyorum. Ses bilenler hançeresini derin, yorumunu yakıcı buluyorlar. Benim için her daim Gönül Akkor'un ortalamadan iyi bir kopyası olarak kalacaktır. Mühim de değil, mesele de... Sibel Can'ı ilk gördüğüm geceyi hatırladım. Caddebostan Maksim'in bitişiğinde, işletmesi rahmetli Selçuk Aslan'a tahsis edilen Mini Maksim'de raks ediyordu. Beyanına göre o zamanlar 15 yaşındaymış. Doğrudur. Ağzındaki sakızı kulis kapısının tahta kirişine yapıştırıp sahneye fırlayan o küçük kızı hatırlıyorum. Saçlarınının soğan kabuğu cıvıklığındaki rengini, sivilceli yüzünü ve porselen gibi pürüzsüz, parıltılı tenini hatırlıyorum. Çok güzel raks'ediyordu, ben hayatımın en kötü gecesini yaşıyordum.

"Gidiyorum. Sen kendini sakın her şeyden, bütün kötülüklerden"


Gün doğduğunda çoktan bir uçurumun kıyısındaydım. Sesimin sakladığı tüm renkleri hibe ettim doğan güneşe, bir daha hiç o kadar ağlamadım. Bağırmadım. Küsmedim. Kırılmadım. Gitti. Mini Maksim battı. Caddebostan Maksim kocaman bir bakkala dönüştü. Sibel Can, o küçük çingene kızını rendelenmiş rafine bir maskenin altına gizlendi, assolist oldu. Yıllar hızla geçti. Ürpertici bir kayıtsızlıkla yürüdüm. Arsız bir yalnızlık büyüttüm. Gölge gibi geçtim yılların içinden. Ördüğü ağa katılıp kalmış yalız bir sessizlik kapladı içimi. Tuza boğulmuş ciğerlerimde hâlâ o gecenin ölü çocuğunu taşıyorum ve aynı mağrur acının izini sürüyorum.

Zamana saygı duyamıyorum...


.

Çarşamba, Temmuz 15, 2009

Yağmurlu bir gündü


Doğduğum günle ilgili anlatılan en eğlenceli hikaye geceden başlayan yağmur olurdu. 35 yıl önce mevsimlerin rotası bu kadar da şaşmamışken anlatılan fırtınalı geceye inanmakta zorlanırdım. Tepemi kaynatan güneş inançsızlığımın şahidi. Gülüp dururdum babam anlattıkça...

"Temmuzun ortasında nasıl yağmur yağdı yine anlatsana?"

Bu duyduğum yağmur sesi değil. Martı çığlıklarına karışmış ayak izlerimin sesi aslında. Kum tanesi ne kadar yalnızsa o kadar kalabalığım sağnağın altında.

Bu seyrettiğim aynı yağmur mu, aynı göğün altında..

Cumartesi, Temmuz 11, 2009

Palamut, Martini Bianco ve Bebek Bar


Bu akşam için kendime iki parça balık ayırmıştım, ayıptır söylemesi kızartırken ikisini de yaktım. Bildiğin kömür parçalarına döndü, o caanım palamutlar. Kısmetten ziyade olmazmış. Bir saattir tabağımdaki zifiri lezzete bakıyorum. Keşke tavada tıkırdayan balıkları bırakıp, çalan telefonumu açmaya gitmeseydim. Sonunda balıkları seyretmekten vazgeçip çöpe attım. Aç kalmadım. Kadim bir dostumun tariflediği limonatamı yudumlayarak, aç doyuran salatamı atıştırıyorum. Sivrisinek saldırısı başlamadan yemeği bitirip, ışıkları kapatıp, bahçeden eve kaçmalıyım. Her sezonda mutasyona uğrayan sivrisineklerle artık ben de başa çıkamıyorum. Kolum bacağım anti sivrisinek bantları, bileklikleriyle dolu, 24 saat elektrik prizinde yaşayan likit kovucular da cabası! Yine de özenle ısırılıyorum.

Dün gece, uzun zaman sonra ilk defa Bebek Bar'a gittim. Kandilli Kız Lisesi'nin tepesinden doğan pancar renkli ay'ı seyrettim. Bebek Bar'ın en popüler olduğu zamanlara ne son gençliğimde ne de ilk gençliğimde yetişemedim. Benim zamanımın en popüler mekanları Ortaköy Ziya ve Maçka Zihni idi. İstanbul gece hayatının tam zamanlı müdavimi olduğumda ise Bebek Bar çoktan motor yatağı olmuştu, en popüler tanımıyla. Bu sebeple eski zamanlarda Bebek Bar'a pek takılamadım. Üstelik herşeye ve uğradığım mutasyona rağmen içimde her an hortlamaya hazır gibi bekleyen, Tombalacı Arap'la kaçmaya meyilli ucuz ruhumun korkularına baş kaldıramaz ve bir otele girip çıkarken görülme riskini göze alamazdım. O zamanlar en çok "Aşifte" yaftası yemekten korkardım. Sonraları bu korkuyu da atlattım.

Açıkçası bu korkuyu da aklıma salan, rahmetli babam olmuştur. 18 yaşına kadar deneysel bir metod kullanarak çocuk büyüten adamın "kanka"lık hali aniden değişmişti. "Yalan söylemediğim tek erkek" ünvanını hâlâ elinde tutan adam, attığım her adımımdan şüphe duyan huysuz biri olmaya başlamıştı. Gittikçe bana daha az inanır, daha çok kuşku duyar olmuştu. Evi terk etmesine sebep olan ilk ve son kavgamızın nereden kıvılcımlandığını ve detaylarını pek hatırlamıyorum (Gerçekten hatırlamıyorum. El insaf, üzerinden 26 sene geçmiş.) ama damarlarından her an kan fışkıracakmış gibi morarmış yüzünü uzun yıllar unutmadım. Ağzından dökülen, "Orospu mu olacaksın?" sorusunun ruhumu kanatan çınlaması öldükten sonra aniden kesildi. İlginçtir. Sözde, Bebek Bar 'la ilgili izlenimlerimi anlatacaktım, lafın ucu yine kaçtı. Bu kısmı hemen bağlıyorum. Babam ölmeden evvel geçirdiği bu derin mutasyonu tüm samimiyetiyle anlattı. Gerekçesine ikna oldum. Konu kapandı. Geçelim...

Bebek Bar eskimiş. Yine de denizin esintisini hissetmek, şehrin oynak ışıklarını (ne kokuşmuş bir metafor silsilesi! Başkası yapsa kızarım. İnsan kendine kıyamıyor.) izlemek keyifliydi. Hayrettir, ortalıkta 4 kadın olmasına rağmen konu indirim zamanlarının karmaşası ya da kadın-erkek ilişkilerine dair yavan dedikodular değildi. Masamızın meselesi derindi. Satışa çıkarılan okullar konusunu uzattılar masaya. Uzattılar diyorum çünkü ben hep olduğu gibi sustum. Sadece dinledim. Martini Bianco içtim, viski bardağında bol buzlu. Bende "susmak", mesleki deformasyon. Uzun uzun tartıştıktan sonra uzlaşma sağlandı ve asıl karşı çıkılması gerekenin İstanbul'daki 22 okulun satışa çıkarılmasına değil, bu okulların havassa peşkeş edilmesi olduğuna karar verildi. Konu nereye bağlandı yine hatırlamıyorum. Bebek Bar kadar eskidiğimi düşündüm dönüş yolu boyunca... Ayrıca reşit olsam, İstanbul'da takılmak isteyeceğim tek mekanın, "Uyanık Bar" olduğuna karar verdim. Yolu açık olsun. Umarım bu geceden sonra da ilk yüz listesinde yerini alır.


Hepimize, Cebelitarık kıyısında gün doğuranlara, Laguna de Chapala'ya bacakları sarkıtıp keyif çatanlara ve eskimiş şehirlerde gün batıranlara da ılık bir pazar sabahı diliyorum.



•• photo by Yevgenizamyatin- 13 Mart 2009, Akçay



.

Çarşamba, Temmuz 08, 2009

Changeling



Televizyon izleyemiyorum. Meğer ne boktan bir alışkanlıkmış televizyon izlemek! Üflesen arıza yapan, on dakika yağmur yağsa donup kalan DigiPlus'ım dün geceden beri çalışmıyor. Bazı kanalları alıyor, bazılarını almıyor. Yani sadece My Max ve Action Max'i izleyebiliyorum. Çatıdaki çanak anten dönmüş. Çatı katının müdavimleri şehir dışında olduğu için arıza giderilemiyor. Bu sebeple dün başlayan Star Tv dizisi Aile Reisi'ni de, Kanal D dizisi Geniş Aile'yi de izleyemedim.

Televizyon izlemek yerine Clint Eastwood'un son filmi "Changeling"i izledim. "The Wineville Chicken Coop Murders" adıyla Amerikan Suç Tarihi'nde yerini alan hikayeyi, J. Michael Straczynski senaryolaştırmış. Dönem filmi çekmek sadece bizim ülkemizde sorun olduğu için Changeling'in bu konudaki olağan üstü başarısının altını çizmeyeceğim, bizimkilerin canı acımasın diye. Gerçek bir hikayeden yola çıkıldığı için etkili bir öyküsü var ama, senaryo zaman zaman beni gidişata inandırmakta çok zorlandı. Filmin bazı yerlerinde yönetmenin, Straczynski'nin "episode" alışkanlığını aşmak ve filmin temposunu düşürmemek için epeyce terlemiş olduğunu düşündüm. Ayrıca İşin bu tarafı kimin sorumluluğundadır bilemem ama filmin politik olarak altını değil üstünü çizdiği dönemin perdeye aktarımını tabakta muhallebi kıvamında oynak tasarlandığını ve Gustav Briegleb'in varlığının hafife alındığını düşünüyorum. İzlerken de "madem izniniz bu kadardı, o zaman hikayeyi doğrudan Gordon Stewart Northcott üzerine kursaydınız.", dedim.

Eastwood'un, oyuncu seçimlerini yerinde buldum. John Malkovich, Jeffrey Donovan ve Jason Butler Harner'i çok başarılı bulmama rağmen "Christine Collins" rolü için niçin ısrarla Angelina Jolie'yi istediğini anlamadım. İtiraf etmeliyim ki Jolie'nin, film boyunca fiziksel kusursuzluğunu ve cazibesini mümkün olduğu kadar kamufle etmeye çalışmasını haddizatında olağan üstü şık bir üslupla küçülerek oyun vermesini, sağlam oyunculuk hileleri deneyerek karakteri yaşatmayı denemesini, çabasını hayranlıkla gözledim ama, maalesef filmin başından sonuna kadar çalışkan bir "Angelina Jolie" izledim, can vermeye çalıştığı karakter Christine Collins'i değil. Beni inandıramadı. Üzgünüm.. Filmin Oscar alamamasına şaşırmadım. Ancak hiç değilse Gary Fettis 'in evine bir adet Altın Amca Heykeli götürmesini isterdim. İyi seyirler!


Böyle işte...






••
Fotoğraf filmin resmi web sitesinden alınmıştır.

.

Unutmamalı: Gerhart Hauptmann



1862 doğumlu, Viyana Bilimler Akademisi'nden 8 kez de Grillparzer ödülü alan, nobel sahibi bu alman şair ve oyun yazarının ülkemizde sahnelenen ilk oyunu "Yedi Köyün Zeynebi" adıyla Seniha Bedri Göknil tarafından dilimize uyarlanmış olan Rose Bernd. Muhsin Ertuğrul tarafından 1932 yılında Tepebaşı Sahnesi'nde perde açan Yedi Köyün Zeynebi, Cahide Sonku' ve Necdet Mahfi Ayral'ın tiyatro sahnesine adım attıkları ilk oyunmuş.








© by photo, Cinetext Bildarchiv



.

Pazar, Temmuz 05, 2009

Dokununca dağılan*



Son olarak Tuna Kiremitçi ile evlenerek gündeme gelen, aynı şahısla boşanması bir türlü gündem işgal edemeyen köşe taşımız İclal Aydın, uzun aradan sonra yine kendinden bahsettirmeyi ve bana en az iki yazısını daha okutmayı başardı. Gamzeleri mimli, Ayşe Arman'ın Gültepe şubesi gibi yazıp çizen köşe yazarı kızımızı fikirlerini alaturka, tavrını bayat ve içeriğini lüzumsuz bulduğum için okumuyorum. Ancak onun yazmasını da eleştirmiyorum. Neticede özgür bir ülkede yaşıyoruz. İşgal ettiği alan çalıştığı gazeteye santimetre hesabıyla bir kazanç sağlıyorsa, ne ala! Kim ne ve nasıl istiyorsa yazar, bana ne? Parayı veren düşünsün. Öyleyse burada ne işi var diyorsunuz? Çünkü son yazdıklarının olabildiğince geniş bir çevre tarafından okunmasını istiyorum. 30 bin gazeteden, 20 bin ekşi'den üç-beş okur da benden, maksat katkı olsun, fikirleri yayılsın. Buyrun...

Pazar rehavetimin son demlerinde elim "Ekşi Sözlük"e gidince sol pencerede adını ve parantez içinde hakkında o an itibariyle 57 yazı yazıldığını görünce "Allah esirgesin!" endişesiyle başlığı tıkladım. Böylece günüme sızmış oldu. Bu kadar bulaşmışken malum duruma sebep olan yazısını da mecburen sonuna kadar okudum. Aydın kızımız, MJ hakkında evvelce yazdığı "Dokununca Dağılan..." başlıklı yazısının çıkardığı gürültüye istinaden bir savunma kaleme almış. Gürültü? Meğer Mj fanları ekrana çıkıp protesto etmişler. Haddizatında bir köşe yazarına şikayet etmişler o yazar da kızımıza köşesinden değnek sallamış. Neler olmuş memlekette bihaber yaşıyoruz. İşbu sebeple hanım kızımız da kendini ve fikrini geliştirme, yeniden zikretme ihtiyacı hissetmiş. İtirazlarını, karşı argümanlarını bir güzel listelemiş. Tansaş listesi yapar gibi madde madde yazı yazmak hiç sevmediğim bir anlatım tavrıdır. Küflü. Üstelik tepeden tırnağa üslup zaafı. "Kıt zekalısınız, belki madde madde okursanız anlarsınız konuyu" demek kadar eski moda bir ayar biçimi var mı? Yok. Olsun.

İclal Aydın daha ilk maddeden itibaren topu taca atmış ve peşinen "Ben on numarayım ama siz okuduğunuzu anlamıyorsunuz" klişesine yapışmış. Bu saatten sonra diğer maddelere de gerek yoktu, düzünü anlamayan sıralısını da anlamaz. Boşu boşuna yazma değil mi? Ama olmaz. Yazmalı. Çünkü amaç okurun bir durumu anlaması değil, yazar burada kendini savunacak ve öfkesini dağıtacak. Yazının ikinci maddesi tam bir gaflet şahikası, aynen aktarıyorum.

"Fan club üyeleri Fan’ı oldukları ünlüyü savundukları kadar eğitim haklarını, sağlık haklarını ve demokratik haklarını savunsalar burası bambaşka bir ülke olurdu."


O değil de ben asıl bu kızımız günlük yazılarını yazıp bitirdikten sonra müdürüne yollamadan önce kime okutup fikrini, kalbi onayını alıyor onu merak ettim. Bana o isim/ler lazım. Sorun onlarda. Misal bana okutuyor olsaydı, üzerine tek laf etmeye bile değmeyecek kadar çocuksu bu savunma cümlesi karşısında okumayı bırakır ve "İclalcim, istersen bu seferlik köşende ıspanaklı beze tarifi ver, bu yazıyı da ertele biz seninle iki tek atıp, azıcık sohbet edelim." derdim. Sonra da kuşlardan, böceklerden bahisler, vakit kazanırdım. Sonra da görüşmeyi keserdim. Zira bu fikrin tedavisi çok uzun yıllar alır, ben de ehli nûr değilim. Gönüllü olana Allah sabır ihsan eylesin.

Son olarak, okuduğunu gayette iyi anlayan bir adem evladı olarak İclal Hanım'ın dokununca dağılan yazısını da tavsiye ederim. Keşke sonradan gaza gelip, post'acemi bir tavırla gerdan büküp fikrini incitmeseymiş.



Hepimize iyi bir hafta diliyorum...



*
İclal Aydın'ın 27.06.2009 tarihli köşe yazısının başlığıdır.


•• Carlo Allegri/ Getty