Salı, Haziran 30, 2009

Apış arası vs parmak arası



4. Levent, Metro Çıkışı'nda paramatiklerinin az sağında duran ağacın altında oturdum bu öğle vakti. Yarım saat kadar. Tepemde güneş. Önümden geçip giden ayaklara bakarak sigara içtim. Gözümün önünden çeşit biçim ayak geçip gitti. Ayakların sayısal çoğunluğu erkeklere aitti ve neredeyse tamamı kapalı ayakkabı giyiyordu, kadınların giydiği binbir türlü çeşit şıpıdıklarına oranla. Aklıma takıldı, erkeklerde parmak arası terlik kullanımı neden yaygın değil? Hazır boş gezenin boş kalfasıyken oturduğum yerden birkaç telefon ettim ve doğrudan şu soruyu sordum. "Parmak arası terlik giyer misin?" Yakınımda duran 5 adama bu soruyu yönelttim. Hiçbiri de, "Evet , giyerim." demedi. Tek bir kişi, baş parmağının üzerine denk gelecek gibi konuçlanmış öküz gözü kadar bir Pembe Swarovski hayal etmiş olmalı ki "Modeline bağlı" dedi. Diğerleri bekletmeden "Hayır!" cevabını yapıştırdı. Hayır diyelerin hemen hepsi de "Delikanlı adam parmak arası terlik giymez." dedi ve "Şaka şaka!" diye ekledi.

Yoldan geçenlerin yarısı takım elbiseli işçiydi, onları iş hayatının giyim kuşam kuralları sebebiyle eledim. Çok azını plajda bile çorapla görme ihtimalim vardı, onları da eledim. Benimkilerin dördünü de kitabımdan sildim. Zaten beklemem de bitmişti, arabaya binip uzaklaştım. Aklımdan bu soruyu atabildim mi? Hayır. Günümün geri kalanını memleketin en modern teçhizatını içeren, çakı gibi insanlarla donatılmış bir mekanda geçirdim. Bu sefer de kızlar işin suyunu çıkarmıştı. Naylon plaj terliği giyen bir kız bile gördüm ama, dekorasyon gereği rapt'edilmiş devasa ekrandan tekrarı geçen Behlül karakterininin dışında, parmak arası terlik giyen bir tek adama rastlamadım. Bu soruya cevap bulamazsam uyumayacağım. Açlık, salgın hastalıklar, yaklaşan İstanbul depremi, işsizlik oranları, Ergenekon, Cerrah'ın veda yemeği, MGK toplantısı ve diğer dertlere rağmen bok mu var buna sardın kafayı diyerek arkamdan tef çalacakları da göze aldım ve soruyorum.

Erkekler neden parmak arası terlik giymeyi tercih etmiyorlar ve giyenleri de ölesiye eleştiriyorlar? Sebep sadece homofobik olmaları mı? Fani hayatlarını sadece karşı cinsin "apış arası"na girerek renklendirebilecekleri öğretildiği ve orada geçirdikleri toplam süreyle (adet demedim bak) doğru orantılı bir güç isnadı peşinde oldukları için mi parmak arasına girecek o incecik parçaya bu kadar defans yapıyorlar? Mesele bu kadar basit mi?


.

Çarşamba, Haziran 24, 2009

Kendini kolla...


Eğer evde köpek besliyorsanız ve misalen Coca Cola'nın neredeyse boşalmış şişesini mutfağa götürmeye niyet ettiyseniz, aynı zamanda da dibinde kalan o son yudumu içmeye yeltenmeyin. Düşersiniz. Çünkü köpeğiniz oyuncak sepetindeki irili ufaklı bütün oyuncakları salon- mutfak arasındaki kısacık yola serpiştirmiş olabilir. En azından benimle yaşayan it, böyle yapıyor. Küçük sepetin içindeki oyuncaklarını gün boyunca evin dört bir yanından toplayıp sepete atıyorum, o tekrardan tek tek alıp evin içine yayıyor. Sokaktan eve döndüğümde de hersini tek tek toplayıp bulunduğum yere getiriyor. Soyunuyorsam, yatak odasının kapısına yığıyor. Duşa girmişsem, banyo kapısına istifliyor. Oyuncak yayma eylemini de eğlencesini benimle paylaştığı bir oyun sandığından şüphe etmekteyim. Bu rutin devinim haliyle ortalığa yayılan zararsız oyuncaklardan biri görmeden attığınız herhangi bir adımın altında mayın gibi patlayabilir. Köpek besliyorsanız evin içinde havalara bakarak yürüme huyundan vazgeçin. Önünüze bakın.

İlkokuldan mezun olup, Kız Meslek Lisesi'ne başladığım ilk günlerde annem eski alışkanlığını yenememiş ve beni ısrarla okula götürüp, eve getirmeye devam etmişti. Bu mevcutlu git-gel halinden sıkılınca babamdan bir çözüm bulmasını rica etmiştim. Babam isteğimi ikiletmedi ve akşamına, "Maruşka düş çocuğun yakasından bırak kendi gidip gelsin okula" konulu küçük konferansı verdi. Annem babamın bu önerisine defans yapınca küçük bir arbede çıkmıştı. Önceleri karşı soru- soruya yeni cevap şeklinde nezaketli başlayan konuşma, sonunda babamın meseleyi annemin gizli siyonist yayılma planına kitlemesiyle kavgaya dönüşmüştü. Annem o kavganın intikamını ertesi gün aldı benden. Temiz bir sopa yedim, tabağımdaki makarnayı bitirmediğim bahanesiyle. Hafta sonu olması sebebiyle babamın her an eve damlama ihtimaliyle hırsını alamayan annem tabakları camdan sokağa atarak durulmuştu. Anlayacağınız annemin temyiz tadında attığı dayak da kar etmedi, ilgili karar ebediyen onaylanmıştı.

Hiçbir isteğimi kırmayan babamın bu durumu tez elden çözme yoluna gideceğini ve beni de kendi meşrebince sınayacağını bildiğim için haftanın ilk günü heyecandan kalbim ağzımda atarak evden çıktım. Başımı önüme eğdim, uslu ablalarımdan öğrendiğim gibi sağa sola bakmadan, kimseyle laflamadan, göz göze gelmeden mahalleden çıktım, doğruca okula gittim. Her köşeyi temkinli döndüm, babamım önüme çıkmasını bekledim. Ayakkabımın bağını bağlıyormuş gibi yaparak arkamı kolladım. 10 dakikalık yolu uçarak gittim, babam ortada görünmedi. Ömrümde ilk kez mahalle sınırlarını tek başıma aşıyordum. Yolun yarısı da babamın çalıştığı taksi durağının kenarından geçiyordu. Uğradım. Yoktu. Okul dönüşünde de babama uğradım. Eve birlikte döneriz demişti, ama yerinde yoktu. Altındiş Fevzi'ye göre Konsolos Bey'i Marine House'a götürmüştü. Babamla yaşıt ama en iyi arkadaşım Salça sallana sallana kahveden çıktı. "Eve benimle döneceksin Turşu!" dedi. Sınanmış ve kaybetmiş olmalıyım. Salça kaybettiğimi onayladı ama dedikodu yapmadı. Yine başım önümde, Salça'nın elini yutarak ve hiç konuşmadan eve döndüm.

Eve dönünce olanları anlattım, ananem dinledi. Annem beni beklemeden erkenden işe gitmişti. Annanem uyku vakti gelene kadar susmadı. "Ateş var yakar diyoruz illakim elini yaksın?" diyerek babama söylendi durdu. Sokağa yalnız çıkacak kadar büyümediğim onaylanmıştı. Süngüm düşmüştü. Ağlayarak uykuya teslim oldum. Ertesi sabah yenilgimi unutmuş ve mevcutlu olma halini kabullenmiş olarak uyandım. Çok çocukluğumuzda unutmak, az çocukluğumuza nazaran daha kolay. Babamın ilk lafı, " Kızım sen kereste misin, bütün yolu önüne bakarak yürüdün? " oldu. Babam beni takip etmişti. "Takip ettim ama sen tabanvay geleceğimi sandığın için beni görmedin." Kahvaltısı bitene kadar taklitimi yaptı, sabahımı cehenneme çevirdi. "Nasıl yetiştiriyorsanız, bütün yolu defolu Matruşka gibi önüne bakarak yürüdü." O sabah okula babamla beraber gittik. Bütün o yolu neden önüme bakarak gittiğimi itiraf ettim. "Fingirdeyeceğinden korktuğumuz için değil, kendini kollamayı öğrenip öğrenmediğinden emin olamadığımız için yalnız gitmene izin vermiyoruz. Uslu kız rollerini bırak da, kıçını kollamayı öğren" dedi.

Ertesi gün ve devam eden günlerde evden okula tek başıma gidip geldim. "Uslu" bir kız olmadım ama, kendimi kollamayı erken öğrendim.


Böyle işte...






•• Art. Lebedev Studio




.

Cumartesi, Haziran 20, 2009

Tarlabaşı..


Taksim'den, Şişhane'ye gitmek isteyenlerin tercih ettikleri istimlak yemiş caddedir. Eskiden "fener alayı" bu caddeden geçerdi. İşçi bayramında yürüyenlerin parkuru da bu caddeydi. o zamanlar Tarlabaşı Caddesi'nde karşılıklı sıralı, üç -dört katlı, ikinci katı mutlaka cumbalı binalardan birinde oturuyoruz. Yanımızdaki evde, cumba hizamızda Leyla ve Arslan adında iki kardeş oturuyor. Onlar benden çok büyükler. Yaşları neredeyse annem kadar var. Her ikisi de tiyatrocu. Maaşlı oyuncu onlar, diyor babam. Çalıştıkları yerin adı: Devlet Tiyatrosu'ymuş. Gündüz oyunlarına ben de gidiyorum. Leyla Abla'ya bazen yardım ediyorum rolünü çalışırken. Okuma- yazmayı sökeli altı ay olmuş. Yeniyim bu işte ama, Leyla Abla beğeniyor okumamı. Çok eğleniyoruz, çok gülüyoruz, birbirimizi çok seviyoruz.

Sonraki günlerde bir haber dolaşıyor evin içinde. Leyla Abla evlenecekmiş! Kara haber bu. Yas tutuyorum. İstemeye geleceklermiş. "İstemek" ne demek, anlamıyorum. Anlatıyorlar. Adam denizciymiş. Leyla Abla'yı alıp cumbalı evinden, başka bir şehire götürecekmiş. Kolay kavrıyorum. Ama ayak diretiyorum. Leyla Abla'yı isterlerken ben de görmek istiyorum. "Sen olmazsan vermem zaten.." diyor Aslan Abi. Neşeleniyorum. Hazırlıklara yardım ediyorum. Mesela, gümüş tepsiyi tek başıma parlatıyorum. Herkes birbirine söylüyor. "Tek başına parlattı koca tepsiyi annesi..." , "Valla bravo evde su içse bardağı masaya koymaz." diyor annem. Çok kolay bir şey yaptığım, niye şaşırıyorlar, anlamıyorum. Tek başıma çatal ve bıçakla balık da yiyebiliyorum oysa. Kimse farkında değil. Sirkeli su yapıp kristal avizeleri parlatıyoruz, Gümüşleri de. Dantel örtüler kolalanıyor, bir avcumdan bir diğerine savura, savura kurutup sertleştiriyoruz dantelleri. Sonra da ütülüyoruz. Hummalı bir hazırlık. Günlerce. Her yer lavanta kokuyor ve o gün gelip çatıyor.

Saçlarımı, en sevdiğim, "kafamın yanından sarkan iki örük" modelinde yaptıramıyorum. Çünkü saçlarım çoktan erkek çocuğu gibi kesilmiş. Hastalandığım için kestiler. Diken gibi kısacık saçlarımı ıslatıp, tarıyoruz. Küçük bir de toka takıyoruz. Ucunda iki çiçek sallanıyor. Oğlan çocuklarına benziyorum. Leyla Abla ise çok güzel. Yürüdüğü zaman yer sallanıyormuş. Ne demek anlamıyorum. Soruyorum, geçiştiriyorlar. Akşam yemeğinden sonra kapı çalınıyor. Tahta merdivenleri inip ben açıyorum demir kapıyı. Beyaz elbiseli, beyaz şapkalı olan arkada duruyor. Şaşırıyorum. Akşam karanlığında kapının önünde duran uzun boylu beyazlar içindeki adam bir asker. Kaptan Ahab'ı bekliyordum oysa. Bildiğim tek denizciyi. Bir de Natulüs'ün kaptanı var ama o sevimli bir adam Leyla Abla'yı alıp uzaklara götürmezdi. Bizden ayırmazdı. Bir yaşlı kadın ve iki adam daha var kapıda. Kenara çekiliyorum. İçeri giriyorlar. Ahşap merdivenleri çıkıp evin kapısında bekleyen Leyla Abla'yla konuşuyorlar. Yukarı çıkmıyorum. Çağırmalarını bekliyorum. Evin kapısı kapanıyor. Apartmanın ışıklar da sönüyor. Karanlık holde bir süre bekliyorum. Çok sürmez biliyorum. Beni çağıracaklar, yokluğumu mutlaka fark edecekler, biliyorum. Kimse farketmiyor.

Eve geri dönüp, cumbaya oturuyorum. Sorulara cevap vermiyorum. "Arkası Yarın" başlıyor radyoda. Dinlemiyorum. Yan cumbadaki ışıkların kararmasını bekliyorum. Kararmıyor. "Arkası Yarın" bitiyor. Misafirler gitmiyor. Ananem "yorgan balosu" saatini ikaz ediyor. Yerimden hızla kalkıp, merdivenleri bir solukta iniyorum. Kapıdan çıkıp, yan evin çevirmeli ziline parmak uçlarımda dikilerek asılıyorum. Belki bin kez çeviriyorum. Durmadan. Durmadan. Durmadan. Sokak çınlıyor. Kulaklarım çınlıyor. Sonunda pencereden Leyla Abla'nın yüzü görünüyor. Ağlayarak, bağırıyorum: "Gitsinler onlar artık evlerine! Arkası yarın da bitti."

Babam gelip susturuyor beni. Gözyaşlarımı siliyor. Kendi evimizin basamaklarımızda oturup dertleşiyoruz. Cadde ışıl ışıl. Leblebi ve üzüm almaya gidelim, diyor babam. Bu teklif bile beni neşelendirmiyor. "Ayrılığın" gerekliliğini anlatıyor, kocaman laflar ediyor. Kocaman laflar ettiğini biliyorum çünkü hiçbir dediğini anlamıyorum. İlk ayrılığıma eşlik ediyor. "Neden üzülüyorsun?" diye soruyor. Onca sebebi sıralıyorum tek nefeste. Çünkü oyun oynuyoruz. Çünkü beni sinemaya götürüyor. Çünkü bana sakızlı çörek yapıyor. Çünkü süslü şapkaları var. Çünkü çok güzel kitapları var. Çünkü çok güzel masal anlatıyor. Çünkü.. "Leyla da çok üzgün senden ayrılacağı için.. Neden üzgün biliyor musun?" diyor, ama cevabımı beklemeden devam ediyor. "Seni çok sevdiği için üzülüyor." diyor. "İki saattir çünkülerini sayıp döktün de bi sevgini söyleyemedin..." diyor. Gücüme gidiyor babamın söyledikleri. Oysa çok seviyorum ben Leyla Abla'yı, sevdiğimi söylemek aklıma gelmemiş, günah mı? Hem, bıraksan, lafı ağzıma tıkamasan birazdan onu da söyleyecektim. Babamın ne demek istediğini ve beni niye böyle üzdüğünü, ya bu neyin sınavı hiç anlamıyorum. Babama küsüyorum.

"Kal..." diyor, karşımda oturan adam. "Neden?" diyorum. Sayıyor çünkülerini, cömertçe. Hiç esirgemeden, hayatın pratiğine dair ne varsa iki insanı bir arada tutabilen hepsini döküyor önüme. Akıllı cümleler kuruyor. Sağlam tezler sürüyor önüme. Dinliyorum. Aklıma Leyla Abla'yla ayrılışımızın hikayesi geliyor. Babamın anlattıklarını hatırlıyorum. Kalmıyorum.




Hepimize az gerekçeli sevgiler diliyorum...

Böyle yani..
.

Washnuss Ağacı'nın Meyvası


Bilmem farkında mısınız ama bir yılı aşkın bir süredir blog yazıyorum ve size sadece bir kez o da mimlendiğim için çantamın içini gösterdim. Genel olarak yediğimi içtiğimi, giydiğimi çıkardığımı, taktığımı söktüğümü anlatmayı, göstermeyi ve tavsiye etmeyi sevmem, huyum değil. Fakat bu sefer dayanamadım. Size yaklaşık 3 aydır denediğim ve çok memnun kaldığım bir üründen bahsetmek haddizatında varlığından duyduğum memnuniyeti yedi cihana ilan etmek istiyorum. Yazının geri kalanı ne yazık ki erkekleri doğrudan ilgilendirmeyecek. Zira siz erkekler için çamaşır yıkamak ya eziyetli bir bekarlık eylemidir ya da ilişkiyi bitirirken elini kuvvetlendirmek için kullandığı bir kozdur. Kapıyı çarpıp çıkmadan evvel, "Ulan senelerce zımpara taşı gibi havluya yüzünü sildim!" diyebilme ihtimali yüksek olan bu cinsi pek ilgilendirmez kullanılan deterjanın, yumuşatıcının markası ya da makinenin hacmi, o sebeple yazının gerisini okumasanız da olur.

Cihangir'e taşındığım ilk günlerde bulduğum her fırsatta mahallenin sokakları arasında gezinip, esnaf avına çıktığımdan bahsetmiştim. İşte o keşif günlerinin birinde rastladım, organik ürünler satan bu küçük dükkana. Med-cezir sonrası kıyıya vuran, ay ışığı görmemiş yosun usaresinden mamul yüz sabunu ya da ılık meltem rüzgarında örselenmiş söğüt yaprağından damlamış temizleme sütü gibi ürünlere düşkünlüğüm yoktur, önceden belirteyim. Bu sebeple olsa gerek bu dükkanın bütün raflarını elden geçirmem en fazla 20 dakikamı almıştı. Tam elim boş çıkacakken kapının karşısında sıralanmış temizlik malzemeleri gözüme çarptı. Dükkanın nazik satıcısına sordum, "bunlar organik efendim. Alman malı. Hindistan'da yetişen ve Washnuss denilen bir ağacın meyvesidir." diyerek ürünü anlatmaya başladı. Ürünle ilgili bilgi vermeyi, "Ben de kullanıyorum, tavsiye ederim" diye bitirince, anlattığı ürün daha da ilgimi çekti. Karşımda bir erkek var ve kullandığı bir temizlik ürününü tavsiye ediyor. O dakika satın almaya karar verdim. Ürürnü nasıl kullanmam gerektiğini dikkatlice anlattı. Beyazlatıcı olarak ek bir ürün de tavsiye etti. Böylece 20 yıkamalık ekolojik deterjanımı ve beyazlatıcımı alıp, 37 lira ödeyip çıktım dükkandan.

Benim için çamaşırın temizliği kadar yumuşak olması da önemlidir. Özellikle de havluların yumuşak olması meselesine takıntı derecesinde önem veririm. Çocukken teyzemin evindeki ipek gibi yumuşak havlulara çok özenirdim. Bizimkiler zımpara gibi olurdu birkaç yıkamadan sonra. Annem yıllarca uğraştı, bu yumuşaklığın sırrını öğrenemedi teyzemden ama, ben becerdim. Tam 14 yıl önce, meme ameliyatımdan sonra hastane odasında başımda beklerken, boş bulunup havluların makinadan yumuşak çıkması için yapılması gerekenleri ağzından kaçırmıştı. Anlayacağınız senelerdir yumuşatma sorunum yok. Teyzemden zar zor öğrendiğim bu yöntemi kullanarak havlularımı yumuşacık çıkarıyorum makineden ama bu yöntemin işlemesi için makine başında nöbete duruyorum. Kızlar bilir, hangi marka olursa olsun, yumuşatıcıyı kovayla da dökseniz yumuşak olmaz havlularınız. Neden? Söylemem. Neyse.

Eve gelince, ekolojik deterjanımı önce havlularımda test etmeye karar verdim. Makineyi açtım. Havluları içeri tıktım ve satıcının tavsiyesi üzerine 1 kaşık ürünü ekledim. Yumuşatıcı koymadım. Benim şirin çamaşır makinem nazlı nazlı tamburunu çalkaladı. Köpük yok. Sanki sade suyla yıkıyorum çamaşırları. Makinenin başında dikilmedim fazlaca, Washnuss Cevizlerini rahat bıraktım. Bilmem kaç dakikalık yıkama programı bittiğinde sonuç inanılır gibi değildi. Havlularım ipek gibi çıkıyordu makinadan, gerçekten. Astım, kurudular. Hala yumuşaklar. Üstelik kimyasal içeren yumuşatıcımı da eklemediğim, makinenin başında son 6 nöbetine yatmadığım halde. İşte Klar o gün sınıfı geçti. Mart ayından beri bu markanın temizlik ürünlerini kullanıyorum. Deterjanı, leke çıkarıcısı, kireç önleyicisi, beyazlatıcısı ve parfüm veren bir diğer ürünü set halinde tüketiyorum. Çamaşırlarım uzun zamandır olmadığı kadar parlak, beyaz ve yumuşak.. Tavsiye ederim. 20 yıkamalık deterjanın fiyatı 20 lira. Ürün konsantre olduğu için 5 kilo çamaşıra 1 kaşık Klar koyuyorum, yeterli oluyor. Eğer çamaşırlarınız çok kirliyse yarım kaşık daha eklemeniz yeterli oluyor.


Daha da fazlasını öğrenmek isteyenler de markanın web sitesine bakabilirler.

Tıklayınız!


Böyle yani...



•• Fotoğraf ilgili ürünün resmi web sitesi'nden alınmıştır.

.

Perşembe, Haziran 11, 2009

Arkadaş Islıkları


Dün gece, daha açılmamış çok uzun zaman da açılacağını umud etmediğim, kitaplarımın bulunduğu kolilerden birinin aralık ağzından dışarı çıkmaya çalışırken yakaladım bu kitabı. Firara niyetlenmesinden etkilenmiş olmalıyım, alıp masamın üzerine bıraktım, yeniden okuyacağımdan değil. Uyandığımda masanın üzerinde durmuş beni bekliyordu, umursamadım. Arkadaş Islıkları, "Okudum" diyerek hava atılacaklar sınıfına asla girememiş bir eserdir, etrafımda bulunan okur-yazar sınıfından hiçkimsenin de adını zikrettiğini duymadım. Elbette barıdırdığı karakterler ve küçük öykücükler evvel ezel eli kalem tutan sözde yaratıcılara tükenmez bir kaynak olmuştur amma, benim şimdilik esinlenmeye de ihtiyacım yok. Bu sebeplerden dolayı üşenmeyip eski yerine yani çıktığı karton kutunun içine tıkıştıracaktım ki sayfalarını çeviriverdim. Gayriihtiyari...

O andan beridir de kitabı seyrediyorum. Az evvel ara verdim seyre, kitabı kapattım, yerine kaldırdım. Yüzümü yıkadım. Aklımın bulanıklığı durulsun diye sigara yaktım. Anlatmaya karar verdim. Uzun saatler boyunca seyrettiğim bu kitap, Orhan Kemal'in "Arkadaş Islıkları" adındaki romanının üçüncü baskısı. Sararmış hafifçe sırtına doğru. 300 tl'ye alınmış, etiketi hâlâ üzerinde duruyor. Sayfalarında yırtık yok, eksik yok. Yapraklarına kat izi yapmaya kalkışmanın idamla yargılanmamı sağlayacağı zamanlardan kaldığı belli. Arka kapak içinde "Ocak-1982 /Ranini Manini" yazıyor. Demek o zamanlar da modaymış okumayı bitirince tarih atmak. Arka kapak içindeki bu imza ve tarih aynı zamanda da kitabın bana ait olduğunu gösteriyor. Babam da kimselere kitap vermez, çok lazımsa aynısını alır hediye ederdi. Evden ayrıldığı zaman bir öfke anında giysileriyle birlikte kitaplarını da Asmalı Mescit'e yığmıştı annem. Kimbilir nerede o kitaplar şimdi. Neyse. Kitabın ön kapak içinde ise dolma kalemle yazılmış bir not var:

"Sinkaf ne demekmiş, oku da öğren eşşek sıpası!"

Sene 1982, "sinkaf"ın manasına varamadığım yıllar. Serde ergenlik var, muhtemelen kafam içmeden bi dünya. Hadi, ben evvelden dersimi almamışım da soruvermişim, önüme 256 sayfalık romanı atacağına iki cümle kurup izah etsen, dilini yormak istemiyorsan da farz-ı misal "Anana sor" diyerek başından savsan ne olurdu acaba? Taş olayım, son yıllarda en çok bu sorunun cevabını merak ediyorum baba...

.

Pazar, Haziran 07, 2009

Afiyet olsun!


Beş gün evden uzaklaştım, çalıştım ama eğlendim, keyiflendim ya mutlaka bir karşılığı olmalı bu hayatta. İki kahkaha, bir tokat sistemiyle büyümüş, yaşlanmışım zincir hiç değişmez. Bİliyorsunuz evden uzaktayken evin elektrik sistemi bir arıza çıkartmış, sigortalar atmış, binadan daireye giren kablo yanmıştı. Uzaktan kumandalı bir tamirat geçirdi ev anlayacağınız.

Hayatını her daim küçük bir savaş çıkacakmış gibi "depolama" sistemiyle idame ettirmeye alışmış olan bu garip kulun, elektrik arızasından doğan en üzücü zararı dondurucudaki malzemelerin çöp olmasıydı. Elektronik aletlere bir şey olmadı. Cumartesi, evinin elektrik arızası tamir edilmiş peşin satan pişkinliğiyle markete, kasaba gidip erzak yüklemesini yapıp, boşalan buzdolabını doldurdum. Bu erime sendromu esnasında en çok da telef olan balıklarıma üzülmüştüm, sormayın. Kilitbahir'den getirtmiştim ben o sardalyaları, ooof of! Cihangir kedilerine kısmetmiş. Neyse..

Sardalyalarım için düzenlediğim o elim cenaze töreninden sonra huzur içinde koltuğuma oturduğum anda evde tuhaf bir elektrik med-ceziri daha oldu. Voltaj düşerdi ben çocukken, siz bilmezsiniz. Bu alışkanlıktan dolayı tırstım ama pek fazla tedirgin olmadım bu git-gel meselesinden, yine de mahallenin elektrikçisini aradım. O da, "olur abla korkma" dedi, oturdum kıçımın üzerine. Birkaç saat sonra bulaşık makinasını çalıştırdığımda evin ışıkları biraz daha azaldı. Makineyi kapatıyorum, ışık normale geliyor. Açıyorum, azalıyor. Tuhaf. İyice kıllandım. Bu evimin ve her evimin, işyerimin elektrik tesisatını döşeyen 18 yıllık elektrikçimi aradım, anlattım. Hiç telaşlanmadı, "pazartesi gelir bakarım" dedi. On dakika sonra buzdolabının elektriği kesilmeye başladı. Yaklaşık olarak 15 dakikada bir, bütün evin elektiriği bir-iki saniyeliğine gidip gelir hale geldi. Giyinmeye karar verdim. Yerimden kalktım. PAT! Sigorta attı, ev karardı, ben kendimi köpekle birlikte kapıya dar attım.

Sokaklar çoktan kararmış. Saat gece yarısına yaklaşıyor. Köşedeki bakkalın önü kalabalık. Gençler bira alıp, merdivelere gidiyor olmalılar, önümden geçip. Üzerimde gecelik, bir elimde köpek, bir elimde sigara kapının önünde oturuyorum. Korkudan. Ne çok şeyden korkuyorum. Uçmaktan, denizde olmaktan, elektrikten, fareden ... İtten uğursuzdan, yapışkandan korkmam, kavgadan da. Diyelim ki Üsküdar'a gitmemiz lazım kavga etmek için lodos var. İşte orada duracaksın. Çünkü şehir hatları vapuruna binemem.Çok lazımsa köprüden geçeceğiz. Yok ama, sen illa da "çımacıyı döveceğiz vapura binelim" dersen, kendin gider döversin. Ben gelemem.

Nihayet 24 saatlik bir didinme neticesinde apartmanın da, evin de elektirik arızası bertaraf edildi. Tedaş'ın söylediğine göre benim daire sorun çıkartmasa zaten tez zamanda trafo patlayacakmış. En tuhafı da apartmanda diğer dairelerin de bir süredir elektrik kaynaklı sorunlar yaşadığını öğrenmek oldu. Çok şaşırdım. Bir evin aynı gün içinde 5 kere elektriği kesilirse ya da voltaj gidip gelirse, makinayı çalıştırdığında sigortaları atıp durursa insan durumdan şüphe etmez mi? Hiç değilse TEDAŞ'ı aramaz mı? Sigorta bu atar, elektrik bu kesilir, voltaj bu düşer, diyerek huzurla yastığa kafasını nasıl koyar insanlar anlamadım.

Neyse.. Şimdilik bize geçmiş olsun, size iyi bir hafta dilerim...



.

Cuma, Haziran 05, 2009

Hastayım sana Istanbul!




55 dakikada Dalaman'dan İstanbul'a geldim ama 2 saatte Sabiha Gökçen'den, Cihangir'e varamadım. Olsun. Uçuş sarsıntısız, sallantısız ve sorunsuz tamamlandı. Memnunum. Gerçi havalanmadan bir saat evvel içtiğim o üç buzlu "bourbon"un da etkisi vardı rahatlamamda, itiraf etmeliyim. Emeği geçen herkese sevgilerimi iletirim.

Fareli evime döndüm. Benim fotoğrafını çekerek varlığını kayıt altına aldığım arkadaşın ölümüne şahit olan yok. Ancak onun yerine 2 adet fındık faresi leşi ele geçirilmiş. Tedbire binaen bir süre bahçe kapısı açıkken uyumamam lazım.

Çengelköy hıyarları serpilmiş, baklalar uzamış, yapraklanmış ama sakız sardunyam saksısıyla birlikte kayıp, akıbetini de bilen yok.

Ben uzaklardayken evde bir de elektrik arızası çıktı. Binadan, benim daireye giren ve sigortaya giden asar-ı antik kablomuz yanmış. Sabah gelip değiştirdiler. Bütün bunları başının üzerinde negatif enerji bulutuyla dolaşan çok kıymetli bir ağabeyime ithaf ediyor ve saygılarımla şimdilik aranızdan ayrılıyorum.

Yeşile, maviye, buluta, tuza, ikrama, işe ve eğlenceye doymuş yorgun zihnimi kapatıp, bedenimi koltuğa serip, televizyonun sesini sonuna kadar açıp, uykuya dalacağım.


Hepinize neşe dolu, pek eğlenceli bir cuma gecesi diliyorum.


.

Perşembe, Haziran 04, 2009

Televizyonsuz Hayat


Uzun zamandır ilk kez televizyon izlemiyorum. Neler olup bittiğinden de detaylı olarak haberdar olamıyorum. Odada küçük bir televizyon var. Tam da buzdolabının üzerinde, hemen her otel odasında olduğu gibi. Ancak çok kanallı televizyon maalesef sadece 2 kanalı net alıyor. Kanal D ve Habertürk. Odaya ne zaman dönsem, Kanal D'nin yarışması "Kocam Size Emanet"in yayımına denk geliyorum. Yarışmanın reytingleri de düşük çıktı. Kanal D, Yemekteyiz'in sonradan açılan arap atı gibi gösterdiği performansı bu yarışmadan da beklediğinden ve bu sebeple en az iki tur daha devam ettireceğinden şüpheleniyorum. Allah beterinden saklasın, hepimizi...

Kahvaltımı bitirmeliyim. Birazdan iş başlayacak. Üç sabahtan beri tabağımdaki salamı ikram ettiğim şu küçük kız da beni bekliyor ve sabırsızlanmaya başladı.

Hepimize iyi bir gün diliyorum.



.

Çarşamba, Haziran 03, 2009

Gemi



"
tek bir kez bile olsa bir gemi,
köprünün üzerinden geçmek ister mi?
diyelim ki, geçti.
kaptanı pilot mu olur, şoför mü?
"

Salı, Haziran 02, 2009

Günaydın



Günaydın... Hava ılık. Henüz günün ilerleyen saatlerinin derecesiyle ilgili ipucu vermiyor. "İnternetten bak!" dediğinizi de duydum. Bakmayacağım. Sürpriz olsun. Dün uçakta iniş esnasında ne kadar sallandığımı söylemiş miydim? Bütün gece rüyamda sallandım durdum Thomas Hardy'ye de ayıp oldu. Mavi'de ilk gecenin hasadı bir Thomas Hardy rüyası oldu. Yazdığım aşk romanını okutuyordum. Sallanan iskemlesinde oturmuş, dizlerine kareli battaniyesini yerleştirmiş, sütlü kahve içiyordu. Yanındaki boş sallanan iskemleye de ben oturdum. Sallandım. Tuhaftır, yakın gözlüğü kullanmıyordu. Bir süre sayfalarını çevirdi. Okumaktan sıkılıp da atlarsınız ya sayfaları, aynen öyle bir hali vardı. Sonra kapatıp, dizlerinin üzerine bıraktı. Uzaklara baktı. Tek satır söylemedi. Yorum yapmadı. Uyanmışım.

Saat 08.55... Günlerden salı. Kahvaltımı bitirdim. Günün geri kalan kısmını çalışarak geçireceğim. Dünden bakiye bir sürü kötü haber var yine. Ama hiç birini konuşmak ve düşünmek istemiyorum. Koşar adım uçuruma giden sevgisizliğimizden, şevkat yoksunluğumuzdan ve cehaletten yorgunum, o kadar çok çalışmam lazım ki aksini düşünürsem kafamın kilidini kıramam. Bilmezden gelme bencilliğine ihtiyacım var. Üzgünüm.


Böyle yani..




.

Pazartesi, Haziran 01, 2009

Vakit tamam...




Bu akşama kısmet değilmiş, yakalayamadım güneşi batmadan...


.

Burasi 29 derece!




İlk defa Sabiha Gökçen'den uçtum. Havaalanı henüz prematüre doğmuş bebek gibi cılız. Hani, kendi isteğimle oradan uçmam mümkün olmaz, ısrar değil yüksek miktarda para ödemeleri gerekir.

Dalaman'a inerken geçirdiğimiz sallantıyı umarım cuma gününe kadar unuturum, aksi halde otobüsle döneceğim İstanbul'a. Ne kadar sallandığımızı, tam alçalırken karşımıza dikilen bulut kümesini geçmeye çabalarken nasıl zıpladığımızı anlatamam. Evet, uçmaktan hoşlanmıyorum ama uçak kalktığı andan itibaren de ciddi bir korku hissetmezdim. Bugüne kadar havada korkmadım sadece gerildim ama Dalaman'a inmeye çabalayan Doğu Beyazıt'ın kanatları kopacak zannettim, yeminle. Yazarken bile ellerim titredi...

Neyse.. Umarım çok yorulurum da arada bu inişi hatırlayacak vakit bulamam.



.

Hazirim...