Pazar, Eylül 27, 2009

Uykum var!


İstanbul'un elektirikli havası şakaklarıma dikenli tel gibi sarıldı. Bütün gün iğneli fıçı gibi dolandım durdum. Gergin değilim ama kafamın içinde aniden beliren kocaman bir mıknatıs etrafta ne kadar metal varsa bana doğru çekiyormuş gibi hisssediyorum. Havadan olsa gerek. Yarın 28 Eylül. Benim için özel bir gün mü? Bilmiyorum. Hatırlamıyorum. Gün boyunca sebebini unuttuğum o yarım kalmışlık hissini kucağımda taşıdım, Dur bakalım. Uykum var.


02. 43, 28 Eylül

Akşamdan beri göz kapaklarımda oturan o pervasız öküze rağmen uyku haline geçemiyorum. Yarın sabah İstanbul'un trafiği nasıl olur acaba? Sabah kör bir saatte uyanmam, yola çıkmam ve işe gitmem gerekiyor. Birden bire, 'ya uyuyakalırsam!' endişesine kapıldım ve gözümü kapatmaktan korktum. Fena halde uykum, elimde çay bardağım var. En demlisinden. İstediği kadar uyuyup, şıp diye istediği saatte uyanan o şanslı insanlardan biri değilim. Bünyem yeterli bulduğu süreyi uykuda geçirmeden yataktan çıkmamı engelliyor. Gerekli uyku süresini kestirmek de her zaman mümkün olmuyor. Hiç uyumasam da olur. Deliksiz üç gün uyuduğum da... Ama şimdi uyursam, sabah kalkmam gereken saatte asla uyanamayacağımı biliyorum.

Aslında, itiraf etmeliyim ki fena halde tadım kaçık. Bu sessiz, sözsüz, bakışsız hali çok iyi tanıyorum. Ne zaman canım acısa, cümlelerim adressiz kalsa bakmaktan vaz'geçerim. Adressiz cümlelerim var. Konuşmuyorum. Bakmıyorum. Söylemem gerekenleri söylemiyorum. Sormam gerekenleri sormuyorum. İnadına susuyorum. Ben susuyorum, o konuşuyor. Sustuğumu gören ve bilenler elimden tutup hayat sınıfına erkenci yazdırıyorlar, dersimi almam için duacım oluyorlar.. Atlas kumaştan biçilmiş aptallık kurdelemi göğsümde gururla taşıyorum. Evet, belki uykusuz geceler edinip acı çekiyorum ama aptal değilim. Sadece sabr'ediyorum.


03:48
, 28 Eylül
Sabır. Bir nefes boğumu ışık düşlediğim kuytu. Bozkır ıssızlığında o derin, o koyu, o dümdüz yalnızlığı bir başınalığıyla bozan ağaç gibi göze batan sabır. Bir armağan gibi önce seke seke çocuksu sonra sınav gibi coşa koşa asker adımı, gelmişsiz geçmişsiz, sebepsiz sonuçsuz, yalınayak, üstü çıplak bir çocuğun çıt çıkarmayan ruhu gibi doğruyu bulur. Evirir çevirir, okşar kucaklar, acıtır ama öğretir. Nereye, nasıl, ne için, ne vakit dokunacağını o bilir. El söker, dil çözer, düş döker. Nasıl bulur ağrıyı da az ovalar açılır, nasıl geçer daracık dudaklardan da sus pus olmuşlardan ses çıkarır, şaşarsın.



Hepimize iyi bir hafta diliyorum..

Böyle yani...


.
•• yevgenizamyatin/ bir kuş, şubat 2009

Cuma, Eylül 25, 2009

Ring a ding ding


Sex and The City'nin 64. bölümünün de adı: Ring a ding ding... Aidan'dan ayrılan Carrie oturduğu evi boşaltmak ya da satın almak zorundadır. Hatırladınız mı? Dün akşam tekrar yayımı vardı Digitürk'te, oturup izledim. Sex And The City ve Cosby Show'un eski bölümlerini izlemeye doyamayanlardanım. Özellikle de Bill Cosby ve ailesinin yaşadıklarına bugün de yarın da, sonsuza kadar gülümsemeye devam edeceğimi biliyorum. O kadar sağlam yazılmış. Neyse. konumuza dönelim. Carrie, oturduğu evi satın almak için kredi kullanmak ister. Fakat son derece mat görümen mali durumu sebebiyle banka tarafından kredi kullanması uygun bulunmaz. Eski ve gedikli sevgilisine akıl danışır. Mr. Big, ön ödemeyi yapabilmesi için 40 bin dolar borç vermeyi teklif eder. Carrie de her zamanki gibi yemez içmez durumu arkadaşlarıyla tartışır. Nasıl oluyordur da şehrin en yetenekli köşe yazarı şıkışınca kelime başına 4 dolar 55 cent'e iş bulabiliyordur da kıytırık bir evi satın alacak parayı biriktiremiyordur? Sorunun cevabı el birliğiyle bulunur: Ayakkabılar!

Şıpın işi bir hesapla Carrie'nin ayakkabı mezarlığında en temizinden '40 bin dolar' gömülü olduğu ortaya saçılıverdi. Anında benim de zihnimde bir hesap makinesi harekete geçti. Ne basit bir hesap. Her şey nasıl da ortada duruveriyor değil mi? Farklı ölçülerde zuhur etse de, ayakkabı satın alma çılgınlığı denilen ve her kadının hayatının bir döneminde içine düşebileceği o dipsiz kuyunun varlığı yadsınamaz bir gerçek. İster kenarından geç, istersen çivileme atla ama inkar etme. 'Benim böyle bir zaafım yok' diyenleri kenara koyuyorum. Raflara, odalara nihayetinde de evlere sığmayan ayakkabı dağından mamül tek servetini keyifle seyredenleri muhatap alarak lafıma devam ediyorum. Tedavi oldum, hepinize tavsiye ederim. Hele de "ay ben kaçık mıyım ayakkabıya bin dolar vereyim!" diyerek semt pazarlarını gezip, kıyı köşe arayıp bulduğu tuhaf ayakkabı dükkanlarından üç- beş kuruşa satılan o ucuz ayak kaplarına sahip olarak sözde nefsini köreltenlerdenseniz, hemen tedavi olun. Aksi halde kaybettiğiniz tek şey para olmayacak, yetmezmiş gibi ayak sağlığınızı da kaybedeceksiniz.

Sıradaki şarkı Frank Sinatra ve Sammy Davis Jr'dan, bizim için geliyor: me and my shadow!




Hepimize keyifli bir hafta sonu tatili diliyorum.




.

Polina geldi, hoş geldi!


Köpeğimin havlama sesiyle uykudan uyandım. Geçen günlerin birinde de sabaha karşı 03.30'da üst kata pizza getiren şapşal benim zilimi çalmıştı. Bu sefer apartmanı ayağa kaldırıp, o siparişi de sahibine ellerimle yedirmezsem ne olayım! Saate bakıyorum, sabahın dördü. Çüş! Öfkelenmekte de çok haklıyım. Otomatiğe basıp, sokak kapısını açtım. Karanlığın içinde bana doğru bir gölge yaklaştı. Uykudan uyanınca gözlerim hemen ortamı netleyemiyor, biliyorsunuz. Köpeğin sesi hırıltıdan mıyıltıya geçti. Haydaa! Annem karşımda duruyor. Evinin anahtarını kaybetmiş, yedeğini almaya gelmiş. Kapıda bir taksi bekliyor. Anahtarı alıp gidecekmiş. Mahmur zihnim son düzlüğe girmiş gibi bitiş çizgisine akıyor. Sen bu saate kadar neredeydin de evine giremedin? Fazla konuşma da ver şu anahtarı gideyim, diyor. Sesi de sinirli. Kaşları da çatık. Suratı bulanık. Ver anahtarı bırak gitsin değil mi? Ama yok tam aksini yaparak, içeri gir, diyorum. Giriyor. Cüzdanımı alıp, sokak kapısına çıkıyorum. Taksi metre 38 lira yazmış. Taksiciye annemi nereden aldığını soruyorum. İstinye'den aldım abla.

Sabahın dördü ama annem akşam üstü beş çayına hazırlanıyormuş kadar dinç. Tur atıyor evin içinde. Bir süredir zaman kavramını yeniden kaybetti. Manik hali, tavanı delip arşa yükselmiş durumda. İlaçlarını 'pahalı' diye bıraktı. Oysa emekli ve ilaçlarına para vermiyor. "Bu kağıt işime yaramıyor. Eczacı benden para alıyorlar" diyerek kurulun verdiği reçeteyi yırtamaya kalkıştı da, elinden zor aldım. Yalanın bin bir para. Doktoru, "sizi çok sevdim teyze, muayene parası almayacağım" yalanını müteakıben eşantiyon ilaçlar da vermeye başladı. Onları da içmiyor. İçince uykusu geliyormuş. Geçen gün, "Anne kaç tane hap kalmış söyle de doktora uğrayıp yeni kutu alayım." tadında dolaylı bir yoklama yaparken doğru sayıyı söyleyemeyince acaip sinirlendi ve yüzüme telefon kapattı.

Saat beş. Annem evin içinde dolanıp duruyor. Anahtarını, anahtarlığımdan çıkarıp uzatıyorum. Alıp çantasına koyuyor. Yanıma oturuyor. Yarın kilidi değiştirelim, diyorum. Oralı değil. Çantasını kucağına boca etmiş, bir telefon numarası arıyor. Elif'i arayacakmış. Elif kim? Bilmiyorum. İstinye'de ne işin vardı? Polina'ya gittim. Allahım yine mi Polina? Polina, annemin 17 yaşındayken çalıştığı iç çamaşırı atölyesindeki nakışçı kız. Polina, ben çok küçükken oğluyla birlikte Atina'ya taşındı. Hastalığının ilk zamanlarında keklenip, büyük bir hevesle saatlerce bir çay bahçesinde Polina Teyze'yi beklemişliğim de vardır. Elif kim anne? Saatin farkında mısın? Yatıp uyuyalım yarın makul bir saatte ararsın. Duymuyor. Sonunda aradığı numarayı buluyor. Üzerinde cep numarası yazan kağıdı bana uzatıyor. Çevirsene şu numarayı, senin telefonunu kullanmayı beceremiyorum. Dur bu saatte aramayalım, uyumuşlardır.

Cümlemi tamamlayamıyorum. Annemin gözlerinden alev fırlıyor. Azarlamaya başlıyor beni. Ama ne azar! 35 sene geriye gidiyoruz. Az sonra insafsız bir dayağı başlatacak o ilk tokatı vurmaya hazırlanan annemi görüyorum karşımda. Eskiden de dayağa başlamadan önce tıpkı şu anda yaptığı gibi burnumun dibine kadar girer, gözlerinden deli alevler saçarak konuşurdu. Saçma sapan küfürler savuruyor bir eli havada. Anne sakin ol, vuracak mısın bana? diyorum. Karışma bana. Senin yüzünden bu hale geldim. Doğurmasaydım keşke seni. Ama dur ben sana öyle bir oyun edeceğim ki ömrün boyunca unutamayacaksın. Sıralı, sırasız ama bildik cümleler. Etmediği oyun kaldı sanıyor, yazık. Nasıl davranacağımı, bu kontrolsüz öfke anını nasıl savuşturacağımı tartmaya çalışırken köpek hırlamaya başlıyor. Ağzından tükürükler saçan yaşlı annemin dikkati bölünüyor. "Sus bakiim bu saatte havlanmaz", diyerek ilgisini köpeğe çeviriyor. Karambolden yararlanıp odadan çıkıyorum.

Sessizlik. Evin içinde hiç bitmeyen bir sessizlik var. Çaydanlığa su koyuyorum. Çocuk doğurduğu için duyduğu pişmanlığın, yaşadıklarının tek sorumlusu olarak ilan edilişimin kaçıncı yıldönümüdür artık ben de hatırlamıyorum. Bütün çocukluğum bu pişmanlığın her vesileyle yüzüme vurulmasıyla geçti. Her dayağın acı sosu, bu pişmanlık cümleleri olurdu. Eskisi kadar etkilenmiyorum. Annemle birlikte yaşamayı denediğim zamanlarda hastalığı manik seyre girdiğinde öfkesinin bana yönelmesine, depresif seyre geçtiğinde de geceleri uyandığımda baş ucumda otururken bulmaya alışkınım. Bu eziyete ve gerginliğe sadece sekiz ay dayanabildim ve sonunda kaçtım. Doktoru inanmıyor ama, annemin beni üzerek bir tür rahatlama yaşadığından adım gibi eminim. Bu teşhisimi kanıtlayacak yüzlerce olay yaşadım son on yıl içinde. Yine aynı şey oluyor. Mutfakta ağlıyorum. Annem, hiçbir şey olmamış gibi en manik sesiyle, neşe içinde gelip beni öpüyor ve kapıyı çekip gidiyor. Dur taksi çağırsaydım! Yürümek istiyorum, hava alacağım!

Günlerin neler getireceğini, hem de ışık hızıyla kapıma neler bırakacağını tahmin etmek hiç de zor değil. Kaçınılmaz son yaklaşıyor. Hazırlıklı olmak lazım...


.







••
Yevgenizamyatin- Eylül 2009 Tozeur/Tunus

Cuma, Eylül 18, 2009

Birini sevdim...


Allah da biliyor ya, kimi şuursuzların pasladığı 'Can Boğaz'dan gelir' topuna çıkmaya hiç niyetim yoktu. Can Dündar'ın içine düşürüldüğü durumu bu akşama kadar yüzümü ekşiterek izledim. İncindim bile. Kalem sahibinin okuyucusuna karşı yarattığı kimliğinin gerçek hayatındaki adımlarıyla yargılanmasından ezel ebed tiksinirim. Çünkü Ayşe Özyılmazel'den tutun da, Hasan Pulur'a varana kadar medyada yazı çizi işiyle iştigal eden herkesin özenle seçilmiş, ince tasarlanmış 'müstear kimlik'lerini giyinerek kalem oynattıklarına inananlardanım. Bunu bir kenara koyalım.

Sahnenin pırıltısı önce sahnede olanın gözünü kör ederse, ayar hepten şaşarmış. Can Dündar, kendi internet sitesinde söz konusu elim durumla ilgili bir açıklama yayımlamış. Bu tuhaf savunma yazısının içinde barındırdığı ana fikri "hesap vermem gereken yere hesap verdim zaten de teklifi kabul etseydim bu fotoğraf yayımlanmazdı." olan bir takım cümlecikleri okuyunca edep sınırlarını zorlayan kirli zihnim aniden uyandı.

Kendi kendime şu soruyu sordum: sayın dündar, gerekli makama, gerekli açıklamayı olay basına düşmeden ne kadar zaman önce ve nasıl yaptı acaba?

"Canım eşim, birini sevdim. Bakarsın bugünlerde öpüşürüm, möpüşürüm önceden haberin olsun." mu dedi?
ve
"Canım sevgilim, biliyorsun inanmadığım bir kurumun içinde 17 senedir duruyorum. Şu gazetenin teklifini de geri çevirdim. Yolda belde öpüşmeyelim bakarsın gazetelere patlarız. Az daha sabır." dedi mi?

Ve dahi olur da boşanır, yeni sevdiği kadınla evlenirse (aksi olursa iki dişimi kırar boğazın serin sularına atarım) söz konusu kuruma karşı aniden kazandığı inancı açıklayan uzun bir yazı da yayınlayacak mı?

İçinde bulunduğu durumdan müsterih olan, susar. Konuşmaz. Gerekçe savurmaz. Açıklama yapmaz. Yok saymak en iyi cezadır haddini aşanlara. Madem gerekli yerlere hesap verdin ve için rahat, o zaman sen susacaksın. Susacaksın ki utanmayı öğrenelim. Susacaksın ki üçüncü kişiler olarak bu durumdan tek kazancımız önümüze servis edilen boku iştahla kaşıklamak olsun.


Böyle yani...


.

Perşembe, Eylül 17, 2009

Erkek aldatır mı?


Aldatır. Çağın virüsü muamelesi yapıyan bu sorunun tek eylemlik cevabı da neden tiksintiyle karşılanır bir türlü anlamam. Erkek aldatır. Kadın da aldatır. İnsan aldatır çünkü. Can Dündar yani kadınların son romantik kalesi de bulvar gazetelerine malzeme oldu ve ipliği pazara dökülerek yıkıldı. Can Dündar'ın, genç bir kadınla öpüşürken yakalandığı fotoğraf kareleri yayımlandı. Görmüşsünüzdür. Can Dündar da karısını aldattı. Duymuşsunuzdur. Eyvah! En son, İclal Aydın mı, Bab-ı Ali'nin kendinden olanı kolladığını sandığı için dertlenmişti? Evet. Hatırlıyorum. Gazeteci bir arkadaşına ilişkisiyle ilgili bir tanım yapıvermişti, medyanın kendinden olanı kollayacağına dair eski bir kuralın işlediğini zannederek. Ertesi gün, arkadaş arasında tanımlanan sürmanşet girmişti gazete sütünlarına. Gamzeli pişti. Kısacası yanılmıştı. Oysa medya, "Basın ahlakı" isimli antik eseri yakalı, içeriğini de unutalı çok oldu. Niyetim, medya dünyasının kendinden olanı kollamayarak gözünü kırpmadan kurtlar sofrasına atışının ahlaki boyutlarını tartışmak değil. "Erkek aldatır mı?" sorusuna verilecek makul bir cevabın peşindeyim.

Erkek aldatır. Aldatmayan erkek, gerçek hayatta var olmayan erkektir. Her erkek birgün aldatacak, her kadın bir gün ihaneti tadacaktır. Eğer birlikte olduğunuz erkek tarafından hâlâ aldatılmadıysanız ya ilişkiniz çok yenidir ya da şartlar ve tesis (yeterli para, doğru zaman, sağlam mekan, gerekli iktidar, keyfine uygun kadın, vs.,) müsait değildir. Her erkek aldatır çünkü ona bu yasak meyvayı sunan, yaratılmış türlerin en oyuncu, en korkutucu ve en zehirli üyesi yani kadındır. Bu nedenle "kocam beni aldatmaz", "sevgilim başkasına bakmaz" çeşnili söylemler geliştirerek komik olmayınız. Aldanırsın, aldatılırsın. Mesele bu kadar basit. Önümüze bakalım. Gözümüzü gerçek hayata açalım. Hırs, intikam, kuyruk acısı, kaybetmenin dayanılmazlığı kılığına saklanmış türlü biçim yaşamsal gerekçeler yolunu gözlüyor. Şimdi ne yapacaksın?

Birlikte olduğu erkeğin aldatmayacağını iddia edenler acilen müdüriyete müracaat etsinler.

Böyle yani..


.

Çarşamba, Eylül 16, 2009

Gemiler: Öksüz bir şarkıdır...


bir an için çıksa
hayatımdan
yanık tenli omuzunda
haykırsam maziden, uzaklardan
şu anda yanımda

deniz rüzgara karışmış güneşte
martı sesleri vardı gülüşlerde,
gülüşlerde,
gülüşlerde...

sen geçerken sahilden sessizce
gemiler kalkar yüreğimden
gizlice
sen geçerken sahilden sessizce
gemiler kalkar yüreğimden
gizlice





Güle güle be Asit! Sahiden güle güle...





••
Mehmet Saygın

Buzdolabı kapağına asılan şeyler


Uzun zamandır magnet koleksiyonu yapıyorum. Koleksiyonunu yapmadığım ne kaldı, merak içindeyim. Aslında faydalı bir koleksiyondur hele de buzdolabınızın tüm yüzeyini magnetlerle sıvıyorsanız, eskidiğinin de farkına varmıyorsunuz. İki katlı müstakil ev boyutundaki 10 yıllık emektar buzdolabımın tüm yüzeyi ve sol yanı işte bu magnet denilen mıknatıslı oyuncaklarla kaplıdır. Pek çoğunun hatırası var. Önemli bir kısmı da hediye edilmiş. Nadir bulunanların bir kısmını bizzat internet yardımıyla topladım. Yıllar içinde ilgimi çeken, satın alıp buzdolabımın üzerine koymak isteyeceğim obje sayısında düşüş oldu. Yurt dışına her gidene sipariş edip, zorla magnet hediye ettirmiyorum kendime. Velhasılıkelam, eskisi gibi magnet görünce heyecanlanmıyorum. Heyecanlanmıyordum. Bu akşama kadar.

Sonbahar. Nam-ı diğer: Hazan. Hazan, hüznün azdığı zaman. Bir de mide ağrılarımın. Mevsimin getirdiklerine son bir haftadır "gitti gidiyor" tadında geçen uzun, uykusuz saatlerim eklenince içimdeki reflü canavarı da uyanıverdi. Ekşimiş suratımla dolaşıyorum ortalıkta. İlaç almadan yemek yiyemez hale geldim, hayırlısıyla. Bu akşam da karnım acıkınca önce ilaç içmem gerektiğini hatırladım. Oda sıcaklığında su yudumlamayı hiç bir mevsim sevemediğim için buzdolabından bir bardak su aldım. Tam kapağını kapattığım anda göz göze geldik. Pembe plastikten mamül küçük bir çerçeve yapıştırılmış buzdolabının kapağına. Tam göz mesafesinde. Tam elimin yanında. O kalabalığın içinde görülmemesi mucize olur yani. Çerçevinin içinde siyah-beyaz bir fotoğraf var. Annesinin omzuna dayanmış, saçları kısa kesilmiş, yarı kapalı gözleriyle boşluğa gülümseyen bu kız çocuğunu, kolları, ince lacivert ve kırmızı çizgili o beyaz hırkayı tanıyorum. Benim hırkam. Kız çocuğunun yanında duran ve gözümün içine bakan kadın da benim annem.

Magneti buraya annem koymuş olmalı. Ben, aile fotoğraflarımın göz önünde durmasından hoşlanmam. Bağdaş kurup, çeşit biçim anı eşliğinde fotoğraf albümü gösterenlerden değilimdir. Taammüden poz verdiğim kare sayısı bir elin parmağı kadardır. Yakalanmış anlarım vardır. Durup, an'ı yakalatmayı sevmem. Toplu fotoğraflara da girmem. Neden? Bilmiyorum. Uzanıp anlatmak gerekirse bende vücut bulan bu arızayı, o üstü açık, lacivert spor Mercedes'in ön koltuğuna kurulmuş; her engelde kucağında duran fotoğraf makinasını kaldırıp, flaş patlatan gelinlik giymiş bebeğe bağlamayı tercih ederim. Almanya'dan hediye gelmişti bu anlamsız oyuncak. Tam oğlan işi. Getireni sevmediğim için oyuncağı da sevememiştim. Benden çok mahallenin çocukları oynardı. Sonunda da kırılıverdi birinin elinde. Bir zamanlar annemi sevdiğimi hatırlayınca nasıl rahatsız oluyorsam, konuyu aniden oyuncağa bağladım. Bıraksan üç sayfa tasvir edeceğim kıçı kırık bir arabayı. Neyse.

Kısa kesilmiş saçlarımın boyuna bakarak yaşımı tahmin etmeye çalışıyorum. Sene 1973 ya da 74 olmalı. Hayatımın en kötü yılları. Okula başlamışım ve bu sosyal hayat yediğim dayakların kat sayısına tavan yaptırmış. Şiddetin henüz öteki'leştirmediği çocuklardan biriyim. Dayaktan sonra karşısına oturtup acımı dindirmek yerine, neden dayak yediğimi anlatan uzun konuşmalar yaptığı, her cümlesine zoraki ikna olduğum; iki gözüm iki çeşme, özür dilediğim yıllar. Dövülmeyi hak'ettiğime deli gibi inanıyorum. Dayak yemeden zaman geçirmenin formülünü bir türlü bulamıyorum. Formül, annemde gizli ve annem ser verip, sır vermiyor. Sanayi casusu olarak kullandığım ananem ise köstebek rolüyle ayak üstü kariyerini parlatıyor. Dayak yiyorum. Taşınmaz sırlar yükleniyorum. Olmaz an'lara tanıklık ediyorum. Büyüyorum.

İlk fırsatta koşar adım uzaklaşarak kendi korunaklı alanıma yerleşiyorum, onlarla arama görünmez bir duvar örüyorum. Duvar, tefekkürün arka cephesidir. Önüne oturan sırtını ona dönüp de yerleşir. Sırtını sağlama aldın mı, kalbini daha bir kolay açarsın, aklın daha bir engelsiz akar. Duvarı yanına kim alır, kim duvara yüzünü yaslanır da sırtını açıkta bırakır? Yüzünü insana dönen, insanın ne olduğunu bilendir. Ona değer veren ve onsuz edemeyendir. Yok mudur duvarla yüzleşen, yok mudur sırtını hayata dönen, insana küsen? Olmaz mı? Bir suçlu, bir günahkarmış gibi kendini cezalandıran, derdini sağır duvara anlatan da olur elbet. Duvarın ardına sığınan da. Benim gibi. Saklanıyorum. Lakin annem, babam gibi duvarımın üzerine oturup, sessizce gözlemiyor olanı biteni. Eline balyoz alıp, saldırıyor. Delik deşik ediyor. Sabırla yeniden örüyorum. Her saldırıdan daha güçlü çıkıyorum ya da öyle sanıyorum.

Geceleri yağmur olup, yıkıyorum acının izlerini tek tek. Duvarımı temizliyorum. Balyozu çük kadar kalıncaya, beni yaralamaktan yoruluncaya kadar sabırla, her seferinde yeniden örüyorum, duvar devleşiyor annem küçüldükçe. Ben büyüdükçe, küçücük kalıyor annem. Kendimden küçüğü kollama güdüsüyle uzlaşıyorum. Kayırıyorum, seviyorum ama af'edemiyorum. Günün birinde annem, her şeye rağmen onu çok sevdiğim en saf yıllarımı armağan ediyor; küçük, pembe bir çerçeve içinde, belki de af diliyor. Bilmiyorum. İçimden gelen, dürüst söylemek gerekirse, çerçevesiyle birlikte fotoğrafı da çöpe atıp, kurtulmak. Yapmıyorum. Mıknatıslı çerçeveyi buzdolabının üzerine yerleştiriyorum. En yalan sesimi giyinip, anneme telefon edip, gördüğüm fotoğrafı ne kadar sevdiğimi, yaptığı sürprizden nasıl da hoşlandığımı anlatıyorum. İnanmadığım yalan cümleler kuruyorum. Kuruyorum.





•• Vedat Ozan

.

Salı, Eylül 15, 2009

DNS Sorunu

Dün geceden beri blogger ulaşımı imkansız hale gelmişti. Sebebini bilmediğim bir DNS sorunu yaşanıyormuş. Ben de arızanın dns sorunu olabileceği ihtimalini Ekşi'de okuyunca, değiştirdim. İşte burdayım! Yine de listemdeki pek çok bloga ulaşamıyorum. Sevimsiz bir durum.. Umarım tez zamanda düzelir.

İstinye Park'ta geçirdiğim iki saati saymazsak, karanlık bir gün geçirdim sayılır. Sezon açılmış. Markaların erkek reyonlarının iç karartıcı renkleri gözüme çarptı. Raflar ve vitrinler mürdüm, siyah, gri, kahverengi ve petrol mavisi ile dolu. Neyse ki alışveriş amacıyla gitmediğim için etrafı geviş getire getire dolaşmadım.

Tadım kaçık. Annemin de ayarı... Yine yalan söylemeye başladı. 10 yıldır sürgit devam eden bu mani-depresyon çemberinden çok yoruldum. Mani ve depresyon arasındaki bu gidiş-gelişin arası kısaldıkça benim de tahammülüm azalıyor. Zaman geçtikçe annemin duygu durumundaki değişime daha zor katlanır oluyorum. Bu sabah kan tahlili yaptırması gerekiyordu. Dün gece konuştuk ve saat 13.00'de tahlil yaptıracağı yerin önünde buluşmak üzere sözleştik.

Buluşmaya gelmedi. Mecidiyeköy'de tam 1 saat bekledim. Sadece beklesem iyi. Söz verdiği saatte gelmeyince ve telefonla ulaşamayınca ödüm patladı. Korktum. Evine de gittim, zili çaldım, açan yok. Yukarı çıktım korkarak. Evvelce iki kez intihara kalkıştığı için insanın aklına bin türlü kötü durum geliyor. Neyse ki evde de yoktu. Cep telefonu kullanmayı da kabul etmediği için oturduğu muhitte bulunabileceği devamlı gittiği bütün yerlere tek tek baktım. Bulamadım. Sinir ve korku içinde işe gittim.

Akşam üzeri bir telefon kulübesinden aradı. "Sabah hastalandım, yatıyordum o yüzden gelemedim." dedi. "Anne ben eve de uğradım yoktun, merak ettim seni" dedim. "Sabah hastalandım ama sonra çıktım evde oturmaktan sıkılıp herhalde o esnada gelmişsindir." dedi. Şu saat oldu yine ortada yok. Yarım saatte bir evi arayıp, gelip gelmediğini kontrol ediyorum. Çok sıkıldım artık, çok...

Günü bitirmeden önce yolunuz düşsün istedim: 'Aydın'lık için

Böyle yani...

Pazar, Eylül 13, 2009

Ziyan...



İstanbul'un eski yüzlü göğüne kanıp, evde oturmaya karar verdim ve giysi dolabına giriştim bu sabah. Niyetim sökükleri dikmek, düğmeleri yenilemek ve sevilmeyenleri kenara ayırmaktı. Siz de giysilerinizin düğmelerini yeniler misiniz? Bizim evde paketi yeni açılmış gömleklerin bile düğmelerini sağlamlaştırmak, ne alınırsa önce düğmelerini değiştirmek, düzenli olarak da yenilemek oldukça eski bir gelenektir. Doğal olarak evin demir baş eşyalarından biri de kurabiye kutusundan bozma o kocaman, teneke düğme kutusudur. Eskiden düğme bastırmak ve küçük el tezgahlarında kalıplanmış çeşit biçim tahta, kemik ya da sedef düğmeleri satın almak için bir ucu BalıkPazarı'na açılan Aynalı Pasaj'a giderdik. Bakmayın şimdilerde alnının orta yerine kocaman ve parıltılı harflerle "Avrupa Pasajı" yazdırdığına, bu pasaj benim çocukluk hatıralarımın aynalısıdır.

O zamanlar pasajın bitişik nizamlı dükkâncıkları baştan sona pliseci ve düğmecilerin işgali altındaydı. 80'li yılların sonlarına doğru ticareten de asimilasyona maruz bırakılan bu küçük esnaf, aynalı hattı tahliye etmek zorunda kaldı. Şimdilerde pasaj, Ergun Hiçyılmaz'ın 90'ların sonunda yerleştiği, koleksiyonerlerin uğrak yeri haline gelen küçük misafirhanesini saymazsak, turistik eşya ve kuyum satan birbirinin kopyası ruhsuz dükkanlarla doldu. Annemle birlikte düğme almak için Aynalı'ya gitmeyi severdim. Cam tezganın üzerine boca edilen çeşitli boy ve renkte düğmeleri pirinç ayıklar gibi biteviye tırtıklayarak oynanan, 'aynısını bul' oyununu çok severdim. Yolunuz İstiklal'e düşer ise pasajın hemen yanındaki Sahaflar Çarşısı'nın giriş katındaki 2 metre kare dükkana sığınarak baba mesleğini sürdürmeye çalışan o son düğmeciyi mutlaka ziyaret edin. Benim gibi eliniz boş dönmek istemiyorsanız da yolunuzu pazar gününe denklemeyin.

Hoş, ben de istiklal salınımından elim boş dönmüş sayılmam. BalıkPazarı'ndan hünnap, Mephisto'dan Ziyan, sokaktan da bir avuç kestane aldım. Kısa günün kârı... Bir de arkadaşıma rastladım. Hakan Günday'ın son kitabı Ziyan'a elimi uzattığım anda sağ omzumun üzerinde belirip, kulağıma "hani askerliğini yapmadan kitap yazmaması için gerekirse gidip kapısında yatacaktın?" diye fısıldadı. Fil hafızalı arkadaşım, sözde tutarsızlığımı yüzüme vurdu, huzur buldu. Bu arada ona söylemedim ama Hakan Günday da askerliğini yaptı, tezkeresini aldı. Ömrü uzun, yolu bereketli olsun. Neyse, demem o ki Günday'ın 'Kinyas ve Kayra'da zihnime yaşattığı büyük hayal kırıklığının sebeplerini de yeri gelirse uzun uzun anlatırım ama Ziyan'ı taammüden satın aldım. İlerleyen günler içinde kitapla ilgili izlenimlerimi sizlerle paylaşmayı planlıyorum. Kestaneler ise eve gelene kadar buz gibi oldu.

Hepimize huzurlu bir hafta diliyorum.
Böyle yani...


.

Cumartesi, Eylül 12, 2009

Son akşam yemeği


Aşık olmak. Eski kentin arka sokaklarında gezinirken köhne bir manastırda "son akşam yemeği"ne yetişmek gibi... Omzuma dokunan sinirli elinin eşlik ettiği keskin sesiyle lanetli bir geceye uyandım. 21 yaşındayım. Kapı eşiğinde kimbilir kaç saattir sızmış halde yatıyorum. O kadar içim acıyor ve o kadar pişmanım ki peşpeşe hata yapıyorum. Hata olsun diye değil, kopan ilişkimi kurtarmaya çalışıyorum. Çok aşığım. Çok terk'edilmişim. Perişanım. Yerlerde sürünüyorum. Her gece içip, hayata kahrediyorum ve gerçeği görmezden gelip, terk'edilişime makul bir sebep arıyorum artık yabancısı olduğum o kapının eşiğinde. Edebiyat yapmak için söylemiyorum. Dile kolay gelir, 6 ay boyunca her gece, dut gibi sarhoş olup, sırf penceresinde ışık görmek için Ortaköy-Göztepe hattını ezber edip, evinin önünden geçtim. Yakalandığım, iç yakıcı o son geceye kadar. Onu terkedemeyişime üzüldüğü, uyguladığının en acısız yöntem olduğuna inandığı için öylesi kıyıcı davrandığını biliyorum. Bugün biliyorum ama o gün bilmiyordum. Hiçbir şeyi bilmediğim gibi. Neyse. Paparayı yedim. Kalbimin acısı, utancıma bulanıp mideme çöktü. O kadar ağır konuştu ki kıçıma baka baka eve döndüm.

Bitti mi? Bitmez. Gözümün yaşı aylarca dinmedi. Biri yüzüme dikkatli baksa, duyduğum sesler adının harflerini çağrıştırsa sicim gibi yaş boşalıyordu gözlerimden. Yemedim, uyumadım çalışmadım. Sadece içtim ve ağladım. Beni neden terk'ettiğini eşşek gibi bilmeme rağmen kabullenecek yüzüm, gerçeklerle yüzleşecek gücüm yoktu. Gerekçeli kararın tek bir cümlesini cımbızladım aradan, soran olursa bozuk plak gibi tekrarladım. "Yirmi yaşındasın. Benim ise 40'ıma beş sene var." Sözün özü, adam apaçık görüneni söylüyordu. Hamsın, yollarımız farklı diyordu da, kolaysa gel ikna et beni. İlgili gerekçeyi yüksek sesle tekrarladıkça bilendim, bilendikçe kendi cevaplarıma inandım ve sonsuz aşk, keskin bir öfkeye dönüştü. İntikam almak, canını yakmak, içini acıtmak, hırpalamak için olmadık çareler ürettim. Uyguladım. Maalesef öfke denen uğursuz hal, bumerang gibi.. Sahibine geri dönüyor, er ya da geç. Benim öfkem de geri döndü. Üstüme yapıştı, iliklerime işledi. Lanetli bir yolculuk başlattı. Kıyıdan açıldım. Boyumdan büyük dalgalarla oynaştım. Yaralarımı çoğalttım. Kabuk tutanları kanattım. Ondan miras kalanların acısını bastırmak için daha derin yaralar açtım. Taammüden. İçinde durduğu tek bir anı bile hatırlayamayacak kadar örseledim zihnimi. Kapıya görünmez bir asma kilit taktım, sağa sola yanlış anahtarlar dağıttım.

Onu unuttum mu? Hayır. Onca yıl sonra ne zaman yüzünü görsem, sesini duysam, adı geçse gülümseyerek hatırlarım, içimi şenlendirir varlığı. Ama yaşadıklarımı unuttum. Acısı gibi, tatlısı da geçti etkisini yitirdi... İtiraf etmeliyim, aslında işin en kötüsü de bu 'kişiye özel unutma hali'dir, veresiye defterini bulamamak gibi. Fena yani. Kontrolü kaybedeceğini anladığın anda dümene yapışma hali, en çok da yokuş aşağı tam gaz giderken bir sabah aniden içimde dillenen 'Aman kaptırıyorsun yenge, acele bohçayı toparla!' uyarıları o eksik endazeli yılların hatırasıdır. Yine de çok keyifli insanlar girdi hayatıma, çok güzel günler yaşadım. Güldüm eğlendim, çok sevdim, az yanıldım. Şanslıyım. Bu dünyadan ebediyen göçenler hariç, kalanlar yerli yerinde durur. Eşikte oturana da rastlamadım çünkü dönüp o eşiğe hiç bakmadım. Işık hızıyla uzaklaştım. O kadar aniden ve samimiyetle hafızamı kaybedebiliyorum. Tamam, hep yeni bir yere taşındım ama asla kaçmadım. Kaçmamalısın. Bir zamanlar içini titreten birini sırf artık sana heyecan vermiyor diye piç gibi kapının önüne koymamalısın. Herkes için belki de en huzurlu çözümdür, tebdil-i mekan hali. Aşk ilişkisinden, dost ilişkisine... Ancak unutmamak gerekir ki her taşınmada olduğu gibi, yeni eve girmeden neleri tamam ettiysen kârdır, gerisi öylece kalır. Misal beş aydır yerde duruyor, "sonra asarım" dediğim o çerçeve.

Giderek aşık olmak gitmeye aşık olmakla son bulur belki de.
Böyle yani...


•• yevgenizamyatin /Mart 2009 Akçay



Kadın ne ister?


- bu cuma new york'a gidiyorum hadi sen de gel benlen?..
- ahaha saol, ama benim pasaportumun süresi bitti. uzun iş..
- saçmalama! bi günde alırsın.
- alamam.. işim var.
- ver bana..

Pasaport teslim edilir. Aynı gün içinde yenilenir ve geri getirilir.

- ahaha saol ama benim amerika vizem bitti ki?
- alırsın..
- şaka mı yapıyosun sen ya?? nası aliim? alla alla!
- ver bana..

İki gün sonra Amerika vizesi kızın pasaportuna yapışmıştır. Kız pasaporuna bakar. Kaldığı yerden başlar.

- of çok uzun yol.. sanırım uçamam, korkarım ben..
- sorun değil..
- ama 4 günden fazla kalamam ben..
- sorun değil..
- ama sabah uçuşu yapamam ben
- sorun değil..
- ama cuma günü uçamam ben..
- çüş!!
- ama çok ayıp ama..





••
visualfunhouse.com
•• 27.04.2008 tarihinde Ekşi Sözlük'te yayımlanmıştır.

Günün bir anlamı var, anlamın her günü...


Terso gündür nazarımda. Hayatımın bütün ters köşeleri 12 Eylül'e denk gelir. Babam, "ağzınla lanetliyorsun otu boku, kafanı bu tür boş inançlarla doldurma!" diye uyarırdı çocukken, olmadı. Ananemin zihnime nakş'ettiği batıl inançların çoğunu üzerimden atmış olsam da kara kedi görünce tırsarım. Gece sakız çiğnerken sanki ağzımda kekremsi bir tad oluşuverir. Merdiven altından geçemem, korkarım. "Uğursuz gün" tanımının içini ite kaka doldurup, baş köşeme oturttuğum 12 Eylül, bütün haybeci inançlarıma inat yaşam piyangosundan payıma ağır bedeller getiren boktan bir tarihtir neticede. Babamı gömdüğüm, evimi terk'ettiğim, arkadaşımı gömdüğüm, işimi terk'ettiğim, dişimi kırdığım, oğlan'ın öldüğü gündür, say say bitmez anasını sattığımının!

Velhasıl birkaç yıl arayla her bokun başıma geldiği bir gündür. Özellikle son 12 yıldır, Eylül başından itibaren gerginliğim artar. Durmaksızın babamla ilgili anıları hatırlar, anlatır, yazarım. 11 Eylül'de bir yumruk oturur mideme, 12 Eylül mutsuzluğumun şahikasıdır. Hep söylüyorum, iyi kalpli bir insanım. Bu sebeple olsa gerek, dara düştüğümde ferah bir kapı açılır, gün doğar, içimi aydınlatan temiz bir gerekçeyi kucağıma bırakır yazgının bereketli elleri. Müteşekkirim. Tıpkı bugün gibi. Artık 12 Eylül'ü ölümle değil, doğumla hatırlamak, kutlamak ve bu talihsiz çemberi kırmak için on numara sebebim var.

İyi ki doğdun...




•• duvar, 2008

Cuma, Eylül 11, 2009

Çalıştım, Yoruldum, Yatıyorum...



Sabah trafik olur telaşıyla o kadar erken uyanıp yola çıkmışım ki aslında 4. Levent'te olmam gereken saatten 45 dakika önce metro çıkışına dikildim. Buluşma saatine kadar minibüs durağının arkasındaki büfede oyalandım. Büfe'de tost, ayran dışında saat dokuz'a kadar kürt böreği satıyor Sabah kahvaltısı niyetine börek-çay kombinasyonuna niyet ettiğimde, büfenin sahibi genç adam, "Abla buyur, burada otur sen" dedi ve beni içeri davet ederek afyonu patlamamış kazmaların ve uykuyu unutmuş tinerci oğlanların gazabından kolladı. Sabah aç karnına yediğim börek ilk lokmadan başlayarak bütün gün midemi ekşitti. Sonra da yola koyuldum. Beklediğim gibi bir trafik keşmekeşi yaşanmadan 18 dakikada menzile ulaştım. Basın Ekspres Yolu'nu göremedim çünkü varacağım yere gitmek için adının Tekstil Kent olduğunu umduğum yapılaşmanın içinden geçtim. Gün içinde Anadolu Yakası'na dair çeşit biçim yağış bilgileri gelip gitti. (İşimiz Allah'a kaldığı için bu gece bol bol dua edeceğim.) Eve döneli oluyor bir saat kadar. Yorgunum. Bir bardak çay içip, koltuğa uzanacağım. Bugün bir ara uzağı da net göremediğimi fark'ettim ama kedidir giyerek geçiştirdim. Neyse. Birazdan ya da muhtemelen, 'Uyanık Bar'ı beklerken uykuya yenik düşeceğim.

Bu arada klavyede elektrik kaçağı olabilir mi? Isırıp duruyor parmağımı bazı harfler.


Böyle yani...

Perşembe, Eylül 10, 2009

Cuma'yı da sel almasın...



Meteoroloji ve bütün kanalların ana haber bültenleri yağışın cuma günü (yarın) de süreceği konusunda bas bas bağırırken, umarım Belediye/ Karayolları/ Vilayet, her kim ise sorumlusu bu süre içinde gerekli önlemleri almayı becermiştir. Önlem alınabileceğine inandığımdan değil de belki kısmi bir tahliye gerçekleştirebileceklerini umuyorum. Sel sonrası kriz masası oluşturup, duruma müdahale edebilmeleri 6 saat sürmüşken, 24 saat içinde Ayamama'yı ıslah edecek halleri yok. Bugün Basın Ekspres Yolu ve bağlantılarında trafik pek yoğunmuş. Yol kenarlarında da belediye işçileri çalışma yapıyormuş. Çamurları sıvazlıyorlardır. Umarım trafiği de kesmeyi akıl ederler. Silivri'yi ziyaret eden Çevre Bakanı vatandaşın serzenişlerine, "Tamam bakarız!" dedi ve yürüdü gitti. Başbakan çıkıp, "derenin intikamı ağır olur" dedi. Belediye başkanı topu insanlığın kıçına soktu. Vali, "yağma yok kardeşim, uydurmayın" dedi. Zihniyet ortada. Sözüm reşit olanlara! Seçim zamanı yayın küflü kıçınızı oturun ve de sakın ola ki oy kullanmayın. "Fikrime uygun parti bulamıyorum." terbiyesizliğine sığınıp, laf salatası eşliğinde çobanınızı bekleyin. Neyse. Sinirlenmeyeceğim.

Yarın sabah o yolun bir kısmını arşınlayıp işe gideceğim. Kısmetse, gördüklerimi yarın akşam anlatırım.

Böyle yani...


•• yevgenizamyatin / muson, 2008 Bangkok



.

Msn Monologları



adı bende saklı:
nasılsın?

ranini:
kimsin?

adı bende saklı:
ahahaha mail adresime bak..

ranini:
haa.. iyiyim.. sen?

adı bende saklı:
bana bi dayanak noktası bul
dünyayı kaldıriim demiş ya arşimet, öyleyim.

ranini:
mükemmel..

adı bende saklı:
mümkün değil gibi di mi..

ranini:
ne?

adı bende saklı:
ağırlığı altı çarpı on üzeri 21 olan dünyayı
yerinden oynatmak için gereken kaldıracı yapmak.

ranini:
...

adı bende saklı:
düşünsene, uzun koluyla kısa kolu arasındaki oranın
10 üzeri 23 olması lazım

ranini:
yaa..

adı bende saklı:
kısa kolu 1 santim yükseltmek için
uzun kol uzayda 10 üzeri 18 kilometrelik bir yay çizmeliydi

adı bende saklı:
yayı çizmek için 10 üzeri 21 saniye yani 3x10 üzeri 13 yıl gerekiyor

adı bende saklı:
elbette insanlar

adı bende saklı:
böyle olursa, bilimsel gerçeklerden daha çok boş inanlara rağbet eder

ranini:
bilimin de çok sikindeydi!




••• 02.10.2006 tarihinde Ekşi Sözlük'te yayımlanmıştır.
•• yevgenizamyatin / işte o kapı, 2009

.

Çarşamba, Eylül 09, 2009

Riva'da Modern Soğukoluk


İstanbul'da sahte bir BBG Evi ortaya çıktı, haberlerde duymuşsunuzdur. İki ay önce memleketimin gazetelerinden birine verilen ilana başvuran 9 genç kız, televizyonda yayımlanacak bir reality showa katılacaklarını zannederek son derece donanımlı bir villaya kameralar eşliğinde kapatılmışlar. Kızların cep telefonları da kural gereği toplanmış, dış dünya ile irtibatları kesilmiş. Zaman içinde olaya uyanıp evden çıkmak isteyenler olduğunda da imzaladıkları sözleşme burunlarına dayanmış ve "ödeyin 50 bin lira ceza senetini gidin" demişler. Eğer haber doğruysa içlerinde reşit olmayan kızlar da varmış. 15 yaşındaki kızlarına ulaşamayan bir aile sayesinde bu şık skandal patlatılmış. Söz konusu aile, yapımcılara ulaşamayınca durumu jandarmaya bildirmiş. Yapılan baskınla kızlar kurtarılmış.

Lüks villada yaklaşık iki aydır kapalı tutulan kızlar zulm gördüklerini, şiddete maruz kaldıklarını beyan etmişler. Kızlar hemen her odası kameralarla donatılmış villada zaptedilirken bir yandan da kayıt altına alınan görüntüleri internet üzerinden kontör karşılığında satılıyormuş. Baskın görüntülerinde evin duvarları kızların her birinin dev boyutta posterleri (dammy) ile donatılmıştı. Villa gayet lüks döşenmiş. Etraf pırıl pırıl, bolluk bereket akıyor villanın içinden bahçedeki yarı olimpik havuza, anlayacağınız prodüksiyon çok sağlammış. Bu haberi izlerken tuhaftır kendimi gülümserken yakaladım. İşin daha da tuhafı villaya kapatılan kızlara üzülemediğim gibi kandırılmış olduklarına inanmadım bile. Vicdanım o kadar kirlenmiş ki kendimden utandım. Kızlar, tek tek ya da topluca medyaya düştüklerinde işin aslını astarını öğreniriz. Birkaç güne kadar sözde yapımcılar da konuşmaya başlar, böylece durum aydınlanır.

O değil de, çok zaman keşke bir çocuk doğursaymışım diyorum. Misal 16 yaşında bir kızım olsaydı ve bir sabah karşıma dikilip, "anne ben bebege evine girceem" deseydi, o anda nasıl bir tepki vereceğimi hiçbir zaman bilemeyeceğim. Çok sinir bozucu bir merak bu!


Böyle yani..


•• Amy's Gourmet Apples

.

İnsanoğlunun Tedbirsizliğinin Faturası!


Gece uykuya teslim olurken de yağmur yağıyor ve gök gürlüyordu. Sabah uyandığımda haberlerde gördüğüm manzara, yıllar önce benzer bir yağmur sonrası Perpa'nın önündeki otobanın sol tarafından Dolapdere'ye doğru akan kapkara suları hatırlattı. İşe gitmeye çalışıyordum. Bizim seyir halinde olduğumuz yönün aksi tıpkı böyle tersine akıyordu. Can kaybı olmamıştı. Çatalca ve Silivri'de yaşanan sel sonrası İstanbul Valisi, "vatandaş dikkatli olsun." uyarısında bulunmuştu. 23 ölü, 8 kayıp diyor ajanslar. Sular tam anlamıyla çekilmeden bilanço netleşmeyecek. Yağma haberleri de akmaya başladı ajanslardan. İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş da canlı bağlantı esnasında, "Bu tablo dünyayı şu ana kadar kötü kullanan insanoğlunun tedbirsizliğinin faturası olarak karşımıza çıkıyor. " dedi, kulaklarımla duydum. Tek gece ve metre kareye 90 kg yağışla ateşli bir çevreci kesilen Topbaş'ın sözünün üzerine söz söylenmez. Ne söylese haklıdır. İnsan olan istifa etsin!





••
Doğan Haber Ajansı/ Hürriyet

.

Gecekondu Sineması




Filmde 12 Eylül askeri darbesinin izleri açıkça görülmektedir. "Bana bu memleketi bir gün vereceksin, asacaksın beş on kişiyi" bunu diyen artık bir general değildir. Sistemin dibinde duran insan, totaliter rejimin bütün faşizan eğilimlerini içine sindirmiş insandır. Ve yeni kral, yeni padişah sokaktaki bu aç insan olmuştur. Yılmaz Güney'in Umut'ta Adana'da bıraktığı beyaz at bu sefer şehrin göbeğinde Eminönü'nde kentin çarpık yapılarının ortasında yatmaktadır. At murattır. Ve murat umuttur, kaderdir. At'la beraber umut da ölmüştür.
./..


Alıntı: Gecekondu Sineması, Engin Yıldız

Hayal/ et Kitap, ağustos 2008

sayfa 190







••
rd, ömerli 1998


.

Salı, Eylül 08, 2009

Değiş tonton...


Haberin hasını duymuş kadar sevindim, artık erkekler için de külotlu çorap üretildiğini öğrenince. Bir de sevgili karşı cinsim takım elbise ya da pantolon altına giydiği pamuklu çorabın boyunu dizine kadar uzatmayı öğrense daha ne isterim? Kısa kollu gömleklerin imha edilmesini. Neyse, tek tek gidelim. Örtünme güdüsünden, giyinme zevkine tekâmül edebilmiş erkek sayısı ne kadar az farkında mısınız? Irkım, giyinme meselesini ne kadar abartıyorsa, erkekler o kadar küçümsüyor. Etrafınızdaki erkeklere bakın, ne demek istediğimi anlarsınız. Ellemesen her gün aynı gömleği, pantolonu giyer, kokmadığı sürece çorap değiştirmeyi akıl edemezler. Dolabında düzinelerce aynı model ve renkte gömlek, takım elbise hatta kravat olan adam da tanıdım, sorsan kılık kıyafetine özen gösteren takımındandır. Neden ayakkabısı ile kemerinin aynı renkte olması gerektiğini bir türlü "mantık" çerçevesine sığdıramayan ve benzer sebeplerle de beyaz çorap giymeye devam eden, çorap renginin ayakkabıya mı, pantolona mı uyması gerektiği sorusuna cevap veremeyen, doğru cevabı da bilmek istemeyen sadece örtünen adamları sevemiyorum. O kadar yorucudurlar ki renk uyumu kartışmasından, neden daha kaliteli mamüllerle örtünmesi gerektiği gibi teknik ve hayati bir konuda vereceğiniz uzuun seminere sıra dahi gelmez.

Böyle adamlara denk gelirseniz ilişkinin en keyifli zamanlarını onun örtünme güdüsünü ehlileştirmeye ayırmak zorunda kalırsınız. Çünkü kadınlar için zarf mühimdir. Çok zaman da içindekinin kıratından önemlidir, dışının cilası. Eskiden ilk bakışta ilgimi çeken bir adama sinyal yollamadan önce mutlaka ayakkabısına bakardım. Kısa kollu gömlek giyen ve benden pozitif elektrik almış erkek sayısı 2'yi geçmez. Onun da ilk fırsatta bütün gömleklerini 60 derecede haşlamak suretiyle düdük gibi yapıp, soyunu tüketmiştim. Dürüst olalım, kadın soyunun en önemli defolarından biridir bu, "erkeği değiştirmeye muktedirim" sanrısı. Bu sözde gücün bize bahş'ettiği iktidarla kurumlanmaya bayılırız. Komplikasyonlarını ezbere bildiğimiz halde bu huyumuzdan asla vazgeçmeyiz. Oysa, "Bu ayakkabıya vereceğim parayla Beşiktaş'tan on çift ayakkabı alır, her gün birini giyerim" diyen adama, "aslında ayakkabı değil tabut alsan daha iyi olur sanırım senin ayakların ölmüş" diyebilmenin ne kadar zor olduğunu ve ilişkiyi nasıl yaralayabildiğini de iyi biliriz.

Kadının önlenemez "değiştirme merakı" sadece zarfa yönelik değildir. İçini de deşeriz. Huyunu suyunu, alışkanlıklarını değiştirebileceğimizi zanneder, bununla da kalmaz yelteniriz. Deneriz. Altından girer üstünden çıkar, burnunun önüne havuç dayar sonunda da değiştirdiğimizi zanneder, çok da mutlu oluruz. Oysa adam değişmemiştir de ihtimalen biz durumu iteliyoruzdur. Önce her gün ne giyeceğine karar verir, hazır ederiz. Sonra durumu bir aşama ilerletir, istediğimiz gibi giyinmesi için alışverişini yapmaya başlarız. İlişkinin ateşli döneminde zevk aldığımız bu durum, soğuma döneminde külfet haline gelir. "Bir sabah da kendin giyin be adam", "bir kere de kendi gömleğini kendin al" dediğiniz noktada dananın kuyruğu çoktan kopmuş, aslında adama olan ilginizi yitirmişsinizdir. Bütün bunlardan habersiz gariban da çekmeceyi açar ve ilk gördüğü beyaz çorabı geçirir ayağına ya da garde-robe/ gardropta yatan onlarca zevkli kıyafet arasından en köhne kombinasyonu seçer. Değiştiğine yüzde bir milyon emin olduğumuz adamı ilk fasılada aynı noktada görünce de ihanete uğramış mağdure gibi çöker, kalırız. Sonrası, sonrası tufan!

Sırf bu sebeple erkeklerin daha dürüst ve daha masum olduklarına inanıyorum.


Böyle yani..



•• Gerbe

Pazartesi, Eylül 07, 2009

Akıl Baştan Gidince


Bizim ailenin kadınlarında hatırladığım gündelik yaşam hallerinden biri de sabahları kahve içmeden kendilerine gelemediklerini beyan edişleridir. Gece körü yataktan kaldırılacak bir suçum olmamışsa, ananem kahvesini yudumlamadan şikayetlerine başlamaz, annem de ilk yudumu almadan dayak faslına girişmezdi. "Aklım başıma gelmiyor." cümlesiyle yudumlanan Türk Kahvesi'nin anılarımda böylesi özel bir yeri vardır. Mucize gibi.. Bir yudum alıyorsun ve akıl başa dikiliyor. Büyüklerin aklını başına getiren o büyülü sıvı, çocukları "Arap" yapacağı için bana yasaktı. Kahve sonrası yediğim dayakların acıtıcılığı mı, arap olma korkusu mu tetikledi bilmiyorum ama bin sene kahve içmesem umurumda olmaz, eksikliğini hissetmem. Israrlı bir ikram olursa, keyfim de yerindeyse ya da ikramı geri çevirmek ayıp olacaksa birkaç yudum alırım.

Geçen sabah kendimi, "daha bir bardak çay içmedim. kafamı toplayamıyorum" derken yakalayınca bizim ailenin kadınlarındaki kahve takıntısının bende çay içme mecburiyeti olarak geliştiğini fark'ettim. Çayı da babam severdi, onunla çay içmeyi severdim. Ocak ya da soba üzerinde yani bulduğu her uygun ateş kaynağında fokurdayıp duran çaydanlığın benim için en keyifli mezesi babamın oyunları ve sohbetiydi. O esrarlı sigarasını sarardı, ben paşa çayımı yudumlardım. Çayı şekersiz içirdi, ben küçücük bardağı nerdeyse ağzına kadar şekerle doldururdum. "Mundar ettin" diyerek dalga geçerdi. Yine de severdim babamla karşılıklı çay içmeyi. Mutfağın küçük bahçeye çıkan kapısını da ardına kadar açık tutar, zihnimi esrarlı sigarasının dumanından sakınmaya özen gösterirdi.

Babam, dumanaltı çocukluğumun kafa bi dünya erişkinliğe terfi etmesine izin vermedi. Biraz palazlanmaya başladığımda bu bol dumanlı sohbetlerden de uzun molalar almaya başladım. Lafın en keyifli yerinde, "Sen uza bakalım, ben de cigaramı içeyim" derdi. Önceleri bu duruma çok içlenirdim. Mutfaktan kovulunca kapının ağzında oturur, sabırla sigarasını bitirmesini ve sohbete geri çağırmasını beklerdim. Zamanla sokağın sesi, babamın sohbetlerinden daha cazip gelmeye başladı. Sohbetler, saatlerce süren kağıt oyunları, okuduğu kitapları anlattığı çay saatleri fena halde sıkıcı olmuştu. "Lafı bitse de, köşeye çıksam" diyerek, için için mızmızlandığım boğucu zamanlardan geçiyordum. Artık babamla sohbet etmek yerine, oğlanlarla fingirdemeyi tercih ediyordum.

Büyüyordum. Çay saatlerinde vakit öldürmektense kaçamak köşebaşı buluşmalarına, uzun uzun bakışmalara zaman ayırıyordum. Her gün aynı saatte duyulan ıslıkla önce cama sonra da sokağa fırlamalar çoğaldı, sair zamanlarda çabucak tamamlanan bakkal - fırın- manav üçlemeli kısa menzil ihtiyaç seyahatlerinin süresi uzadıkça uzadı. Nereye kadar? Bendeki değişikliği anlamadığından ve olan bitenin farkında olmadığından emin olduğum babamın, ağır ayarının doğrudan mideme girip, kulaklarımdan ve yanaklarımdan alev topu olarak çıktığı o akşam üstüne kadar. Mutfak masasının iki yanına dizilmiş oturuyorduk. Babam yine boğucu sohbetlerinden birine başlamak üzereydi. İkimize de çay doldurdu. İşte tam o anda kapının önünden geçen Orhan'ın "köşeye gel" temalı ıslığı duyuldu. Islığı takiben bir bahane uydurup evden fırlamam lazımdı. İçimden sayıp, sözde biraz oyalandım. Islığın etkisi geçsin diye bekledim. Tam da yerimden kalkmak üzere kıpırdanıyordum ki babam, "Bak bakiim, ıslıkla kimin itini çağırıyor bu hergele?" dedi. Sorusuna cevap veremedim. İt'i de öyle keskin tonlamıştı ki tadını şu an bile anımsadım yeminle... Oturduğum yere çakılıp kaldım. "ne bakcamya.. ne biliim ben ya" benzeri birkaç cümle geveledim. Sahipsiz it gibi başımı devirip, bol şekerli çayımı yudumladım.

Perişan halimi umursamayan vicdansız babam dalga geçmeye, en sakin sesiyle büyümekle ilgili uzun tuhaf hikayelerinden birini anlatmaya devam etti. Tek kelimesini bile hatırlamıyorum kulaklarım uğulduyordu. Babam evden çıkınca ilk iş olarak durumu Orhan'a yetiştirdim. Bir daha kapının önünden ıslık çalarak geçmedi. Ama ertesi gün de büyüdüm sonraki hafta da, gelecek aylarda da, yıllarda da büyümeye devam ettim. Zamanla kısalan sohbetlerimizin yerini dolduracak başka arkadaşlar, yeni alışkanlıklar edindim. Alınganlık etmedi. Aramıza ördüğüm duvarın üzerine oturup sessizce beni izledi. Hiç direnmeden, fazla da inada bindirmeden teslim etti gönül tahtımdaki sarsılmaz yerini yeni gelen hergelelere.

Bir sabah uyanıp, babanla içtiğin çayın o buruk tadını hatırlarsan artık yaşlandığını mı anlamalısın?



.

Artık benim de logom var


Prettyinpink, kendi doğum gününde bana kocaman bir hediye verdi. Yeni yaşı kutlu, keyfi daim olsun. Dün eski blogu kapatıp, yenisini hazırlamakla uğraşırken posta kutumda bir mesaj buldum. Tam da yeni adresin tasarımıyla cebelleşmekten sıkılıp, klavyeyi yere çarpıp gitmek üzereydim. Mesajda, "logonu bitirdim turuncu mu olsun istersin?" diyordu. Turuncu olsun, dedim. Ellerine sağlık olsun. Çok keyiflendim ve çok beğendim. Grafik olarak turuncuya beslediğim hayranlığın sebebini de ayrı bir zamanda anlatacağım, unutmazsam elbette..

Artık benim de bir logom var. Sayfanın görünümüyle oynayıp duruyorum. Kendimi yeni bir eve taşınmışım ve yerleşmeye çalışıyormuşum gibi hissediyorum. Birkaç güne kadar yerime alışır, neşelenirim diye umuyorum.

Böyle yani...


.

Pazar, Eylül 06, 2009

Her Sabah Metro


Son günlerde düzenli bir heves edindim. Hemen her sabah Metro marifetiyle 4. Levent'e gidiyorum ve hemen her sabah metro çalışanlarının bezgin ruhlarının saçtığı negatif elektrikle muhatap oluyorum. Bu mühim değil de, metroda kendimi güvende hissetmiyorum. Zaten yerin altından gidiyoruz. Memleketin inşaat güvenliği meselesine bakışı ortada, Yetmezmiş gibi kontrol etmesi için uzattığım çantaya değil de, "Bok mu var burnuma uzatıyorsun şunu sabah sabah ayakta uyuyorum görmüyor musun?" tadında yüzüme bakan güvenlik elemanlarının ihmalkarlığına kıl oluyorum. Silkelenip kendilerine gelmeleri ve yaptıkları işi ciddiye almaları için ne gerekli, bilmiyorum. Aynı metronun mutsuz gişe görevlileri de önüne attığınız paranın karşılığını yüzünüze bakmadan uzatıyorlar, teşekkür ettiğinizde gülümsemiyorlar bile ama sonuç olarak jetonu vermemezlik etmiyorlar. Bazı sabahlar başını diğer tarafa çevirerek yüzüme bile bakmadan, "Geçin bayan!" diyen bu güvenlik elemanlarının zoru ne anlamış değilim. Umarım, işlerini ihmal etmemeyi ciddi bir güvenlik ihlali sonrasında öğrenmek zorunda kalmazlar. Neyse konumuz bu değil. Metro bahane.

Son zamanlarda etrafımdaki insanların neredeyse tamamı sahip oldukları meslekler ve yapmak zorunda oldukları işlerden dolayı mutsuzlar. Favori cümlemiz, "Canım çıkıyor!" ya da "Çalış çalış nereye kadar abi?." oluyor. Çalışınca, yorulursun. Elin yorulur, ayağın yorulur, varsa kafan yorulur. Yorgunluk insanı mutsuz etmez ama yorgunluğunun karşılığını alamazsan mutsuz ve asık suratlı olursun. Durup biraz düşününce, benim de ayaklarımın geri geri gittiği zamanlar olduğunu hatırladım. Sabahları o yataktan çıkmak istemediğimi, az sonra gireceğim toplantının bütün katılımcılarının yedi ceddine küfür ederek giyinip yollara döküldüğüm günler oldu, itiraf edeyim. Ama bezginliğimin tezahürü hiçbir zaman mızmızlanmak ya da vazifeyi ihmal olmadı. Kendimi bu halde yakaladığım her işi tereddüt bile etmeden bıraktım. İstifayı bastım ve arkama dahi bakmadan koşarak uzaklaştım. Sevebileceğim yeni bir iş aradım. Öyle şirket şirket gezdiğim de olmadı. Zaten iş hayatımın yedinci yılında da kendi şirketimi kurdum. Şirket kurarken de param ya da çok paralı bir ortağım yoktu. Okul öncesinde de, sonrasında da "ideal" olarak hayalini kurduğum bir meslek olmadı. "Deli gibi bilmem ne olmak istiyorum!" demedim. Sadece para kazanmak için hangi işi yapmak durumunda kaldıysam, o işi gerçekten sevmek için çabaladım. Baba tavsiyesiydi çok işe yaradı.

Bir evin, bir tek evladıydım. Büyürken hiçbir zaman geçim sıkıntısı çektiğimizi hissetmedim ama babam her zaman bu hayatta tek başıma olduğumu hatırlatırdı. Ben de sinemalarda, dergilerde, pembe dizilerde sergilenen renkli hayatları aval aval izleyerek büyüdüm. Babam, benim sana sunabildiklerimle yetineceksen ne ala, derdi. Bu mahallede oturursun, ananın aldıklarını giyer, benim getirdiklerimi yersin. Yarın öbür gün evlenirsin o zaman da kocanın dümen suyuna gidersin. Sana ait gerçek bir hayat istiyorsan onun yolunu da sen bulacaksın, diye her fırsatta hatırlatırdı. Bu hatırlatmalar sayesinde zihnimde "dur o zaman pavyona düşeyim, olmadı civarın zengin oğlanlarından birine kapılanayım." tadında bir kodlama oluşmasını, renkli olanın kolay ve eğlenceli olduğu fikrine kapılmamı nasıl engellediğini henüz ben de çözebilmiş değilim.

Her zaman çalıştım ama, her zaman emeğimin karşılığını aldım mı? Çok zaman alamadım, hele de iş hayatında çaylakken. Üniversite mezunu değilim. Herhangi bir diğer lisana hakim değilim. İş bulabilmek için gerekli teknik şartların çoğuna sahip değilim ama taammüden seçmediğim sürece hiç işsiz kalmadım. "İş hayatım" denilen naneyi inat ederek, uzun zaman planlar yaparak daima kendim yarattım. İlk gün de, son gün de. Üniversiteye giderken, sözde lisan öğrettiğini iddia eden bir sistemin pazarlaması işine girmiştim. Kasetli masetli. İşe girdiğim ilk ay en çok satış yapanlar listesinin de en tepesine oturdum. Annem ve babam sebebiyle çevremiz hep kalabalıktı, çok sevilen bir çocuktum. Kapısına dayansam, sırf benim güzel hatırım için sattığım lisan kitini üçer beşer alacak bir sürü ahbabımız vardı, hiçbirine satış yapmadım. Gazetelerin seri ilanlar sayfalarındaki "eleman aranıyor" köşesini kaynak bellemiştim. Çok para kazandım. İşte o kaynak ilanların bir tanesinden de Bab-ı Ali'nin anahtarı çıktı. Sonrası tufan...

Her sabah evden omuzları düşük bir halde çıkarak sevemediği işlere giden ve o mutsuz, bezgin, bol bahaneli hayatı sürdürenlere soruyorum. Burnunuzun dibinde yapıştırdığınız "hedef"in ne olacağına kendiniz mi karar verdiniz? Hayat dediğimiz keşmekeş içinde kendi seçimlerinizi mi yaşıyorsunuz, size sunulanları mı? Kendinize dürüst davranıyor musunuz? Alamadığınızı düşündüğünüz o karşılığı sahiden hak ediyor musunuz? Belki de korkak ve tembel bir ruha sahip olduğunuz için hak etmediğinizi düşündüğünüz küçük paralara talim ediyorsunuzdur? Zihninizin yarattığı o güvenli çukurda oturup, dev aynasındaki kusursuz aksinizi izleyerek ve sadece sızlanarak daha ne kadar bekleyeceksiniz? Kim gelip de bulacak sizi ve elini uzatıp dışarı çekecek talihinizi, adresi bilinmeyen çukurunuzda tek başınıza otururken? Varlığınızla ve olası yeteneklerinizle yüzleşmeyi bir an önce deneyin. Kaybedeceğiniz tek şey gökten başınıza düşmesini beklediğiniz o sihirli fırsat sanrısı olacaktır, bana güvenin...



Kaldırın kıçınızı, yeni bir hafta başlıyor!

.

Cumartesi, Eylül 05, 2009

Anahtar cebindeyse dönmek için bahanen var demektir


Yorulmuşum. Yorgunluk mu, uykusuzluk mu canımı acıtıyor, bilmiyorum. Aklım karışık. İçim bulanık. Benim çocukluğumda günlük tutmak pek yaygın bir alışkanlıktı. Kaç kez başladığımı, kaç kez yarım bıraktığımı unuttum ama düzenli olarak günlük tutan arkadaşlarımı nasıl kıskandığımı çok iyi hatırlıyorum. Cicili bicili, ucuz ama parıltılı bir kilitle güven altına alınmış, envai biçim defterlerim oldu ama, kağıt ve kalemle düzenli bir ilişki kurma konusunda sebat gösteremedim. Olmadı. Kısmet değilmiş. Şiir merakına da bulaşmadım genç kızlığa adım attığım yıllarda, masal da uydurmadım. Tebeşirle düz çizgi bile çekmedim sokak taşlarının üzerine...

Yazıyla ilişkim çok geç yaşlarda iş icabı kuruldu. Satışa çıkmak için hazırlanan özenli satırları denetledim. Çok basiretli insanların ticari cümleleriyle aşina uzun zamanlar geçirdim. Sevdim beğendim, sattım ya da ayar verdim. Tuhaf ama mesafeli bir ilişkimiz oldu. Yıllar sonra bir blog sayesinde düzenli olarak yazmaya başladım. Gündelik yazıyla ilişkimi düzenli kılan bir sebebim vardı. Artık yok. İçinde bulunduğum sebepsizlik dehlizinde sürünürken, düzenli olarak gündelik yazılar kaleme almaya devam edebilecek miyim? Bilmiyorum. Merak ediyorum. Eğer kendimi tanıyorsam sebepsiz yazamadığıma eminim. Du bakalım...


.

•• Fotoğraf: Vedat Ozan

Gitmek Üzerine 3


"Gitmek bir çöl resmiyle başlıyorsa, orada uçağı kazaya uğramış bir pilot da olmalı. Ve pilot tam da Küçük Prens'in istediği gibi bir koyun çizmeye başlamalı."


Canım sıkkın. Biraz da yoruldum. Aylar önce, detaylarını net hatırlayamadığım bir vesileyle, sanal hayatla ilgili bir yazı yazmış ve meseleye kendi bakışımı açıklamıştım. O yazı esnasında da, "Kim olduğumun önemi yok. Eğer gün gelir de, adalet duygumu ve samimiyetimi yitirdiğimi hissedersem zaten blogu kapatırım." demiştim. O gün geldi. Tam 12 saat oldu. 12 saattir, döne dolaşa blogu kapatma kararını kendimle tartışıyorum.

Kalemi elime aldığım ilk günden beri adaletli davrandım ve samimiyetle yazdım. İşbu sebeple şu andan sonra yazmaya devam edersem, "mış gibi" yapmak zorunda kalacağımı anladım. O zaman son noktayı koymanın ve yola çıkmanın zamanıdır.

Bu yolculukta bana eşlik eden herkese teşekkür ederim.
Keyfiniz daim, yolunuz bereketli olsun...

Böyle yani...