Salı, Eylül 30, 2008

Olivier Lorelle Ve Jacques Descamps Antalya'da



Altın Portakal Film Festivali bünyesinde 2006 yılından beri Sedef Ecer'in küratörlüğünde devam eden "Senaryo Atölyesi"nin bu yılki konuğu Fransız yazar Olivier Lorelle ve Jacques Deschamps'miş. Tüm amatör ve profesyonel senaryo yazarlarına açık bu çalışmada, Jacques Deschamps Atölyesi 22- 23- 24 Ekim tarihlerinde, Olivier Lorelle atölyesi ise 25- 26- 27 Ekim tarihlerinde gerçekleşecekmiş.

Katılımcıların projelerinden yola çıkmayı niyetleyen atölye çalışması dahilinde Olivier Lorelle ve Jacques Descamps katılımcıların öykülerine script-doctoring uygulayacak ve öykülerin genel dramatürjik yapıları değerlendirecekmiş. Proje hazırlamadan da katılabilirmişsiniz.

Olivier Lorelle, son olarak "Indegeres" filmiyle 2006 yılında düzenlenen "Cesar"da orjinal senaryo dalında "Best Writer" ödülü kazanmış. (fotoğraf da bu ödül esnasında çekilmiş.) Aynı film Fransa'nın 2007 yılında da Oscar Adayı olmuş. Jacques Deschamps ise "Dinle Neyden" filminin yönetmeni ve bizzat yazıp yönettiği filmi, "Mefie-toi de L'eau qui dort" ile 1996 FIPRESCI ödülünün sahibi.


Hizmette sınır yok..

.
.
.
.
.
.
.

bölünür,
bölünür
iklimlere
giderim

.
.
.
.
.
.
.

Pazartesi, Eylül 29, 2008

SENKRONİZE CEHALET: Sisi Ve Hülya Avşar


Bu memleketin görüp göreceği en sağlam cahillerden biri olan Hülya Avşar, sanat yaşamını mutlu mes'ud idare ettirirken "Show Girl" olmak için artık yaşlandığını anlayınca, ustaca planlanmış bir manevrayla "kanaat lideri" olma rolüne soyunmuştu. Bu kararını sosyo-politik ve felsefi konularda kulaktan dolma bilgilerle yorum yapmaktan da öteye götürerek, -kendi yorumuyla- "gündem belirlemeye" hatta "gündem değiştirmeye" kadar vardırmıştı. Sonra bu gelişimi programcılığına yansıttı. "Eller Havaya" tarzı Talk Show işlerini bırakıp ciddileşti. İşte bu yeni kararlarını uyguladığı "Hülya Avşar Stüdyosu" isimli programı TürkMax'de yayınlanmaya başladı, yeniden, yeni sezonda. İlk konuk da Seyhan Soylu oldu.

Yeni sezonda, benim ilk kez tanık olduğum programında "sıradışı" konuğuyla birlikte cehalet kombosu yapıp, "Ergenekon Destanı" ve "Eşcinsel Hakları" meselelerinin altını kaşıyorlardı ya da böyle yaptıklarına bizi ikna etmeye çalışıyorlardı. Hülya Avşar kılığının bütün sadeliğine karşılık abartılı üslubuyla Seyhan Soylu'yu karşısına alıp "keskin" konularda lafladı. İkisi de bu sohbetten magazine malzeme çıkarmaya kodlanmışlardı, meselelerin kenarından kıyısından teğet geçip durdular. Dostlar alışverişte görsün, hesabı. Seyhan Soylu, " Meclistekilerin %100 heteroseksüel olduğuna inanmıyorum." dedi. Hülya Avşar " 500bin eşcinsel büyük rakam belki de AKP'ye oy verdiler."dedi. Seyhan Soylu, " Artık seni beğeniyorum eskiden şapşaldın, gittikçe daha çok beyin haline getiriyorsun kendini.." dedi. Hülya Avşar hayatında hiç mafya müdavimi tanımadığını söyledi, filan falan...

Çok şükür, memleket meselelerinin bizim aklımızın yetemeyeceği "kilit noktalar"ında fikir sahibi olmamızı sağlayarak bir tür amme hizmeti yapıyor Hülya Avşar. Programın benim izlediğim kısmında da "Senkronize Cehalet Timi" görevlerini başarıyla sürdürüyordu. Medyaya -neresinden bakarsan- bir haftalık malzemeyi sağladılar, sanırım. Lakin tam o esnada Eşref Saati'nin yeni bölüm yayını aklıma geldi, kanal değiştirdim. Devamını izleyemedim, yeterince aydınlanamadım.

Sağlık olsun, haftaya parlarım artık..

Pazar, Eylül 28, 2008

Hatırlamalı: Leila Hyams


1905 yılında New York'da doğdu. Oyuncu bir anne babanın kızıydı. Önceleri modellik yaptı. Bütün Amerikada yayınlanan bir reklam kampanyasında model olarak yer alınca Hollywood'un dikkatini çekti.
1924 yılında Arthur H. Sawyer'ın yönettiği "Sandra" adındaki filmde küçük bir rol alarak beyazperde'ye transfer oldu. 1927 yılında menajeri Phil Berg ile evlendi. İlk başrolünü 1928 yılında "Alias Jimmy Valentine" filmiyle aldı. Aynı zamanda MCM kontratını da imzaladı. 50'den fazla filmde rol aldı. 1936 yılında oyunculuğu bıraktı. 1977 yılında Belair'de vefat etti.

Cumartesi, Eylül 27, 2008

AMERICAN GANGSTER


Yönetmen Ridley Scott, 1960'ların sonuyla 70'lerin başındaki Amerikayı sarsıcı bir gerçeklikle anlatıyor. Filmin senaryosunu Steven Zaillian yazmış. Filmin legal DVD'sinde de yönetmenle birlikte dönüşümlü olarak sesiyle size eşlik ediyor. Steven Zaillian, "Schindler's List", "Hannibal" ve " Gangs Of New York" filmlerinin de senaristi.

Frank Lucas, gerçek bir karakter. Yazar ve senarist Nicolas Pileggi, eskiden polis muhabiriymiş ve Frank Lucas'la tutuklandığı esnada tanışmış. Hatta mahkeme esnasında gazete haberlerini de o yazmış. Sonra bir gün Zaillian'ı arayıp, " Lucas'la tanışıp hikayesini yazmak ister misin?" diye sormuş. New York'taki Regency Otel'e gidip Lucas'la tanışmışlar. Birlikte birkaç hafta geçirmişler ve Lucas, hayatını hatta onu tutuklayan polisi yani Richie Roberts'la ilgili hikayesini anlatmış. Zaillian, Richie'yle de buluşup hikayeyi bir de onun ağzından dinlemiş. Toplam 50 saat süren görüşmeler yapmış ve senaryoyu yazmış.

Denzel Washington ve Russel Crowe'un önderlik ettiği oyuncu kadrosunda Cuba Gooding Jr., Armand Assante, Chiwetel Ejiofor ve Josh Brolin gibi birbirinden özel isimler var.

Ben, filmle ilgili herhangi bir yorum eklemek istemedim. Ancak Russel Crowe'un oyunculuğu, kendisine "Altın Yetenek" muamelesi yapan ve doğaçlamaya izin vermeyen, doğaçlama sahnelerin sonunda çöp olacağını her zaman savunan yönetmen Ridley Scott için biçilmiş kaftan olsa da, özel bir yetenek değildir. Teknik yeterliliği üst düzeyde olabilir, elbette. Lakin pırıltısız, ruhsuz ve kalbini evde unutarak görev yerine getirir gibi oynuyor sahnelerini..

Yine de izleyiniz, izletiniz..

UNUTMAMALI: Paul Newman


.
.
.
.
.
.
.
.

(1925- 2008)

Salı, Eylül 23, 2008

HAKAN GERÇEK


“Çıplak Ayak” ile Avni Dilligil, “Sırça Kümes” ile Lions, “İnishmorelu Yüzbaşı” ile Afife En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini kazanan Hakan Gerçek, uzun yıllar "Kent Oyuncuları"yla sürdürdüğü 27 yıllık sahne yolculuğuna, kendi tiyatrosunu kurarak farklı bir yön vermeye karar vermiş.

Tiyatro Gerçek, ilk olarak Gordon W. Smith'in yazdığı, dilimize Ülkü Tamer'in çevirdiği tek kişilik oyunu "Van Gogh"ile perde açacakmış. Aynı zamanda oyunun yönetmenliğini de üstlenen Gerçek, "Van Gogh oyunu, hatırlarsanız 20 yıl önce sevgili hocam Müşfik Kenter’in oynadığı ve asistanlığını yaptığım bir oyun. O zaman, bu oyunu belki yıllar sonra oynarım diye hayal etmiştim. Şimdi, ilk olarak bu oyunu sahnelemenin heyecanı içindeyim. 2009 yılında buluşmak üzere..." demiş internet sitesinde...

Hakan Gerçek, aynı zamanda Metin Belgin, Hikmet Körmükçü ve Atilla Birkiye gibi usta isimlerin de içinde bulunduğu bir oyunculuk atölyesi de kurmuş.

1 Kasım 2008 tarihinde başlayacak ve 10 hafta sürecek bu atölye çalışmasıyla ilgili detaylar için: Tıklayınız!




39 Basamak (Sahne Arkası)
Bu fotoğraf ilgili kişi ve eserin resmi websitesi'nden alınmıştır.

Pazartesi, Eylül 22, 2008

Unutmamalı: Hadi Çaman


1943 yılında doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi, sonra Belediye konservatuarından mezun oldu. 1962 yılında Kent Oyuncuları'nın açtığı sınavı kazanarak sahneye çıkmaya başladı. 1982 yılında Yeditepe Oyuncuları'nı kurdu. Yüzlerce oyun çevirdi, uyarladı. 60'lı yılların Tiyatro yaşamından anılarını anlattığı "Güzeltmek" adındaki kitabı 2002 yılında Can yayınları tarafından basıldı. Çok sayıda sinema filminde rol aldı, ama hep bir dönemin "yeşiçam seks furyası" ürünü olarak tanımlanın filimleriyle hatırlandı.

ASL hastalığı teşhisiyle kaldırıldığı ve uzun zamandır tedavi gördüğü hastanede solunum yetmezliği sebebiyle 22 Eylül 2008, pazartesi günü vefat etti.

Pazar, Eylül 21, 2008

KARNABAHAR


Kasımpaşa henüz bostan semtidir o yıllarda. Eşekleriyle şehre göçeden arnavutların ilk durağı ise Şişhane ve arka sokakları. Evlerinin önündeki küçük tarlalardan adeta saksıda çiçek özeniyle yetiştirdikleri nebatları, öz evlatları gibi ihtimam gösterdikleri eşeklerine yükler, sabahın er vakti karınca sürüsü düzeninde yokuştan yukarı yayılırlardı.

Öğle vakitleri her mahallede "zambirzooooot.. tazeee!" sesleriyle, sokakları tıkırdatan nal sesleri birbirine karışır, telaşlı kadınların “Bi demet semizotu ver..” diyen seslerine yarenlik ederdi. Bize gelince, köşeden sesini duyduk mu seyyar manav amcanın, saklanırdık. Az sonra oyunumuzu bölecek olan sepetsiz evlere servis eziyetinden kaçmak için. O küçük parke taşlarına bu seyyar manavlar nedeniyle "Arnavut Kaldırımı" denir sanırdım.

Göremediğim günlerinde ise Şişhane, ahşap levanten evlerinin iki yandan eşlik ettiği arnavut aldırımlı bir yokuş olur, denizi görünce kesilir, yerini küçük kayıklara bırakırmış. O zamanlarda köprüyle bağlanmazmış istanbulun iki yakası birbirine. Dik yokuşlarına tramvay da uğramazmış hani. Tabana kuvvet ulaşırlarmış iki dirhem bir çekirdek kızlar ve delikanlılar Pera'da piyasa saatlerine.

Anne tarafım, ilk evvel işte bu Saraçhane denilen dik yokuşa yerleşmiş. En büyükleri ananemmiş. Uzun boyu, sarı dalgalı saçları ve mavi gözleriyle başgöz etmişler erkenden. Diğerleri erkek zaten. Karne zamanlarıymış annem doğduğunda. Çaya kuru üzümün eşlik ettiği, ekmeği, tütünü karneyle aldıkları zamanlar yani. Yokluğu ezberlemiş, yoklukla büyütmüştü kardeşlerini, evladını, kendini. Parmağındaki yüzüğü, mutfağındaki cezveyi, sandığına sakladığı menorasını gözünü kırpmadan vermişti İsmet Paşa'nın tek bir lafıyla. Diğer bütün kadınlar gibi. Taksim'de Atatürk'e el sallamıştı. "Eh, şurama kadar zor gelir idi. Ama pek yaman bi adam idi." derdi, meme altına denk gelen bir yeri ölçü olarak gösterip.

Zorla yemek yiyen, zor çocuktum ve her öğünüme eşlik edecek bir masalı mutlaka vardı. Sevilmeyecek yemek yoktu ananemin masallar kitabında. Sevgi sözcüğünü insanlar hak edebilirdi, kediler, uçurtmalar, konuşan bebekler hatta.. Ama sebzeler haketmezdi. Sadece yuvarlanıyor diye bezelyelere, ekşili terbiye suyunda yüzebiliyor diye havuçlara, tek hamlede kafasını koparıyoruz diye bamyalara sevgi ya da sevgisizlik besleyemezdin, ona sorarsan. Sormasan da... Her öğüne itinayla seçilmiş bir geçmiş zaman masalının peşine tehditkar sesini katar, sonra gözünü tabağımda eziyet çeken karnıbahar öbeğine diker ve yüzüme dik dik bakardı. Eliyle işaret edip, "Bitir onu! Senin tabağında sürünsün diye mi onca askerin kanıyla sulandı bu nimeti yetiştiren toprak!!" der, azarlardı.

İçim daralır, yüzüm kamaşırdı. Midem bulanırdı. Kanla sulanan "Karnabahar" tarlası ve ölü insanlar yığını gözümün önüne gelirdi. Korkardım... Tabağımdaki beyazı, kırmızıya döner,
"Karnıbahar"ın karnı kanardı...

Hatırlamalı: Robert Benton


1932 yılında Teksas'da doğdu. 1967 yılında "Bonnie And Clyde"ın senaryosunu yazarak sektöre adım attı. 1980 yılında "Kramer vs. Kramer" ile "En İyi Yönetmen" ve "En İyi Senaryo" Oscar'larını aldı. Unutulmaz filmleri arasında "Places In The Heart", "Twilight", Richard Rosso'nun eserinden senaryolaştırdığı ve yönettiği "Nobody's Fool"u sayabiliriz.

Son olarak, Jon Amiel'in yöneteceği "North Of Cheyenne" filminin senaryosunu Leslie Bohem'le birlikte yazmaktaymış.

Pazar, Eylül 14, 2008

Sakman Istanbul


Galatasaray Lisesi'nin sokağından geri dönüyorum, BalıkPazarı'na doğru. Aklıma, "Bana uğrasın, yanıma gelsin." deyişi geliyor. Beyhude bir dönüş olduğunu biliyorum ama, en fazla 3 dakika uzatır yolumu, bu gerileyiş. Pasaj çoktan kapanmış. Vuslat başka zamana. Kaldığım yerden devam ediyorum eski yoluma. Yani Cezayir Sokağı'na. Merdivenleri inince ilk sola dönüyorum. Tarifi ezberledim. Çok kalabalık değil sokak, tenha da sayılmaz mevsime ve tarihe bakınca. Daracık sokağı işgal eden kalabalık bir grubun tam ortasından, izinle itişme arası bir raconla ilerliyorum. Aslında heyecanlı değilim.

Cezayir Sokağı'nın kuytusunda kenara bir yere saklanmış mekandan içeri giriyorum. Henüz kimse yok. Vakit erken. Bekliyorum. Küçük masaların mumları yanıyor. Sahnenin ışıkları da.. Sırayla... Duvarda asılı onca gitardan, sahnenin perdesinden Istanbul sızıyor ağır ağır.
Boş masalar doldukça sahne saatinin yaklaştığını anlıyorum. Mekanın havası eskinin Caz Bar'ını hatırlatıyor bana. Orkestra yerleştiğinde, gözümün önünden usulca süzülerek sahneye doğru yürüyen kumral saçlı küçük kızı izliyorum. Sahnede boş duran iki iskemleden birine oturuyor. Gitarı alıp, şarkı söylemeye başlıyor. Kimseyle göz göze gelmemeye özen gösteren ürkekliği, sesinin gücüyle doğru orantılı. Sahnede duruşu çok ürkek ama, bir o kadar da güzel söylüyor şarkıları. İmge 19 yaşında, mimarlık okuyan, piyano ve gitar çalan genç bir kız. İngilizce şarkılar söylüyor ustasından önce ve gece boyunca eşlik ediyor sahnede. Ne tesadüf! 19 yıl sonra ilk kez ve yeniden Vedat Sakman dinleyeceğimi hatırlıyorum. Heyecanlanıyorum.

Vedat Sakman, usulca ama hepimizin dimağını, kalbini yara yara şarkılarını söyledi, bu gece. Hiçbir şey değişmemiş gibi... Hep olduğu gibi... Dimdik, her bir sözün hakkını verip, her notanın kıymetini bilerek, bizimle birlikte bize şarkılarını söyledi. Eskiye göre çokça barışık, neşeyle gülen gülümseten bir program yaptı. Yeni şarkılarını, eskilerine kattı. Eskileri yeni yeni kılıklara sokup, içimizi açtı. Velhasıl, sahneye çok yakıştı Sakman, bu gece, Istanbul'da.

Bir tek "Yalnızlığım" eksik kaldı kulağımda,
o da alacağım olsun Vedat Hoca..

Cumartesi, Eylül 13, 2008

Unutmamalı: Cihan Akerson


Oscar Harris'in meşhur ettiği "Alta Gracia" isimli şarkının Türkçe versiyonu olan "Ayrılsak da" şarkısıyla adından söz ettirdi. Nino Varon prodüksiyonu olan 45'liğinin diğer yüzünde "Hiç Şansım Yokmuş" adında bir Hurşit Yenigün düzenlemesi vardı. Takvimler 1975 yılını gösteriyordu.

Cihan Akerson, 1946 istanbul doğumludur. İtalyan lisesi mezunu bu müzik adamı, İtalya'da ekonomi-politik okudu. Türkiye'ye döndüğünde "Altın Mikrofon" yarışmasına katıldı. İlham Gencer ve Şerif Yüzbaşıoğlu ile çalıştı. Müzik dünyasındaki macerası kısa sürdü, gazeteciliği seçti. Birçok önemli belgesele imza attı. "Ölümle Randevu" adıyla 81 denizcinin şehit olduğu Dumlupınar faciasını ekranlara taşıyan Akerson, son olarak "Yarım Kalan Bir Düştü" adıyla "Köy Enstitüleri"nin 10 yıllık serüvenin üzerindeki tozu üfledi. Belgesel, 2 bölüm halinde "geçen sene" Tv8'de yayınlandı.

Cuma, Eylül 12, 2008

Zincirlikuyu Mezarlığı


Zincirlikuyu Mezarlığı, ebedi istirahatgah Top 5 listesinde her daim ilk 3'e giriyor. Ben de, ayak altı, yolumun üstü diye seçmedim mi? Yakındı. O kadar yakın ki, bugün burnunun dibinden geçtim de ayaklarım yine sapmadı senin sokağına, baba. Durup baktım sadece. Uzaktan da olsa adını yazan o siyah boyayla gözgöze gelmekten ölesiye korkarak, baktım bir süre. Önünden geçtim ama yanına gelemedim yine. İçimden gelmedi. O beyaz çakılların kapattığı bilmem kaç kürek toprağın altında benim tanıdığım hiçbir şey yok. Beyaz mermere siyah yağlı boyayla kazınmış bildiğim adın ve taşıdığım soyadın dışında. İki metre toprağı ziyaret edemiyorum. Duydum, ben gelmediğim için ot bürümüş üzerini. O inatçı nebat, benim vefasızlığıma atılan bir avuç taştı ama hiç canımı yakmadı.

Çok ağladım bugün. Hem dişlerim o kadar acıdı ki, gözyaşlarımı durdurmaya çalışmaktan, sonunda hepsini azad ettim. Boştu mezarlık. Yani nefes alanlar istatistiği açısından. Eh, ölümler de azalmadığına göre ikindi pek gelenek değil galiba bu aralar. Mezar taşlarını okuyarak yürüdüm. Hızla yürüdüm, sondan başa. Ananem, kolumdan çekiştirir "Mezar taşlarını okuma, uğursuzluk getirir!" derdi, Kamerhatun Camii'nin bahçesindeki o küçük mezar taşını okumak için her durduğumda. Mezar taşlarını okudum, bugün yine. Eskiden de okurdum. Yok. Eskiden okumazdım. Çünkü hiç tanımadığım, bilmediğim, kuyruklu uçurtma gibi süslü, kabarık şekillerle yazılıydı o mermer taş ve ben sadece bakardım. Ama yine de her seferinde durur, okur gibi yapardım. Ananemin uyarısını bekler, sonra da " Ama anane bu arapça, ben arapça okuyamamkii.." der, gülerdim ona. Küçük oyunlarımızdan biriydi. Ben oynuyordum. Tek başıma. O, kızıyordu. Her oyunuma kızdığı gibi. Çocukların oyunlarına neden kızıyor büyükler?..

Yağmura karşı aldığım tedbir ters tepti yürürken. Anlayacağın, içim sağnak kıyametken, dışım kuruydu. Sondan başa giden yol uzun ve yorucu. Yine de yürüdüm. Önce hızla. Uzaklaşmak için. Sonra ağır adımlarla. Yol boyunca sağım solum, çeşme. Gittikçe koca mezarlığın bile yeşilliği tükenmekte. Yer kıtlığından kimsecikler "Başıma bir kavak ağacı, ayağımın ucuna selvi.." diye, vasiyet etmiyor olsa gerek. Ben tembihledim. Küçük bir gül ağacı istedim. Ama bembeyaz olanından. Hava o kadar kasvetliydi ki, yağmur telaşından mezarlığın kadrolu kalabalığı da yoktu ortalıkta. Su döken, mendil satan, çiçek satan çocuklar yoktu ortalıkta. Eski moda bir mezarlığın her yeni konuğuyla tazelediği dekorasyonunu izledim yol boyunca. Hava griden fümeye dönüyordu. Aniden karardı. O zaman hızlandım. İtiraf edeyim, korktum. Sondan başa doğru yürüdüğümü hatırlattım kendime, korkumu hafifleteyim diye. Yeniden doğar gibi dedim, sondan başa yürüyorsun. Dua et.. Ha gayret..

Son yokuşu tırmanıp çıkış kapısına vardığımda kısa bir an durup soluk aldım. Sigarayı bırakmalıyım. Başımdaki örtüyü sıyırdım. Terlemişim. Rüzgar yememeli bu terin üzerine. Önümde kıpırtısız duran trafiğin müdavimi sürücüler de benim gibi korkuyor olmalılar ki, sonuna kadar basıyorlardı kornalarına. Mezarlıktan geçerken korkudan ıslık çalar gibi. Bu manzaranın eşlik ettiği bir mezarlığın kapısına da "Huzur içinde yatsınlar!" diye yazamazlardı ya, alay eder gibi. Şehrin göbeğinde, bu canhıraş kakafonide kim, nasıl bulsun huzuru. Elimdeki küçük Saka'da kalan son damlaları, yol kenarında salınan bodur, kırmızı güllere döktüm. Saldım kendimi can hıraş bir korna seline...


Sana, bugün yine ve sadece
selam yolladım,
baba..




Bu yazı 5 temmuz 2005 tarihinde Ekşi Sözlük'te yayınlanmıştır.

Çarşamba, Eylül 10, 2008

Masumiyet Müzesi Anketi


Anket bitti. Bu ankette sorulan sorunun doğru cevabını "yorum" bölümüne yazmak suretiyle ilk bildiren okuyucuya "Sappho- Adım Hiç Unutulmayacak" adlı Cevat Çapan çevirisi bu (yukarıda görüldüğü üzre) eseri hediye edileceğim.


Soru: Masumiyet Müzesi isimli romanda, "Beyaz Karanfil" mahlasıyla moda haberleri kaleme alan Süreyya Sabır hangi gazetede yazıyordu?
a- Bulvar b- Akşam c- Günaydın d- Son Havadis e- Kelebek

İpucu: Ankette katılan 137 kişiden 50'sinden oy alarak öne çıkan "Son Havadis" malesef yanlış cevaptır.

İyi eğlenceler..
:-)

Cumartesi, Eylül 06, 2008

Unutmamalı: Máximo Francisco Repilado Muñoz


Küba'da, bir adada doğdu. Tarih yazdı. 2003 yılında vefat etti. Telli, nefesli ne bulursa çalar, üzerine sesini de katardı. Máximo Francisco Repilado Muñoz'dan daha tanındığı halleri vardır. Mesela, Compay Segundo mahlası gibi...

Hatırlamalı: Lope De Rueda


1505- 1565 yılları arasında yaşadığı rivayet edilir. 1558 yılında biri kitapçı olan üç-beş arkadaşıyla gezici bir kumpanya kuran Rueda, sarayda yaşayıp "Saray için yaz, Sarayda oyna!" geleneğinin dışına çıkar. Bu sebeple, Ulusal İspanyol Tiyatrosu'nun kurucusu ve İspanya'nın ilk önemli tiyatro yazarı olarak anılır. Pek tabii ki İtalyan etkisi taşır. "Paso" denilen kısa, tek perdelik komedi oyunları yazmıştır. Günümüze ulaşan 9 adet oyunu olduğu söylenir.

Cuma, Eylül 05, 2008

Palamut*


Aslen uskumru, torik ve orkinosu içeren bir familyadandır. Sürüler halinde yaşar. Pulsuz, siyah etli bir göçmendir. Sırtı çizgili, karnı gümüş rengindedir. Uzunluğu 1 metreye varan akrabaları vardır. Bu familyanın mensupları bütün denizlerimizde görülmekle birlikte en lezzetlileri Karadeniz ve Marmara’da avlanan yani "Palamut" olandır.

Boyuna göre aldığı isimler farklıdır: 20 cm’ye kadar Vanoz, 20-30 cm arası Çingene Palamutu, 31-40 cm arası Palamut, 40-50 cm arası Kestane Palamutu, 51-60 cm arası Torik, 61-65 cm arası Sivri, 65-70 cm arası Altıparmak, 70 cm’den büyük olanlarına da Zindandelen denir. Torik ve ondan büyükleri çok yağlıdır. Bu nedenle tuzlama ve lakerda yapımında tercih edilirler.

Palamut balığının etinin yavan olması meselesi ise; basit bir karmaşa sebebiyle türemiş dedikodudan ibarettir. Daha da doğrusu, kurnaz esnafımızın, Ege’de yaşayan, tombik, benekli Orkinos ve Yazılı Orkinos olarak da adlandırılan akrabalarını halkımıza "Palamut" diye yutturma alışkanlığından çıkmıştır bu rivayet. Bu tür esnafa dikkat edilmelidir. Çünkü onlar Vatoz balığını da "Kalkan" niyetine kakalar, iki dakkada adama. Çünkü bu yakın akraba grubunu palamuttan ayırdetmek biraz zordur. Hizmette sınır yok elbet: efendime söyleyeyim; bunların sırt kısımlarından karın kısımlarına doğru dalgalar halinde akın eden 10-16 tane alacalı çizgileri ile karın civarında en az üç adet siyah benek bulunur. İşte bunları yemeyiniz ya da en azından palamut diye yemeyiniz. Oysa ari ırka mensup yetişkin bir palamutun baştan kuyruğa doğru muntazam çizgiler halinde giden, dördü koyu, üçü açık, menevişli, toplam yedi adet bandı bulunur. Benek menek de görülmez.

Palamut avı legal olarak Ağustos* ayında başlar. Önce Karadeniz’den sürüler halinde Vanoz ve Çingene Palamutu, Eylül’den itibaren de kendisi gelmeye başlar. En lezzetli zamanı da Eylül başından Şubat ortalarına kadardır. Palamut, siyah etli bir balık olduğundan buğulaması ve çorbası tavsiye edilmez. Ama yapana da kimse "niye yaptın?" demez.

*Düzeltme için Sayın Hopi'ye teşekkür ederiz. Palamut avı legal olarak "Eylül" ayında başlarmış.



*
Bu yazı Yevgeni ve Hopi'ye ithaf edilmiştir.

Çarşamba, Eylül 03, 2008

Hatırlamalı: Boşluğa Asılı Bedenler


1968 Hamburg doğumlu bir heykel sanatçısı olan Serdar Tekebaşoğlu'nun 10. kişisel sergisinin adı: Boşluğa Asılı Bedenler...

Bilenler, porselen ve bronz gibi iki zor malzemeyle haşır neşir olduğunu söylüyorlar. Evin Sanat Galerisi'nde geçen yıl mayıs ayında düzenlediği sergisiyle ilgili şöyle bir yorum yapılmış. Aktarayım da paylaşalım istedim.



" Tekebaşoğlu heykelleri, insan vücudunun barındırdığı gizleri çözümlemek üzerine şekilleniyor. Malzeme, bu gizeme bilmecemsi bir etki yüklüyor. Torsların varsıl ve şiirsel bir anlatımla şekillenmesine neden oluyor. Bitmemiş hissi uyandıran ya da uzuvları eksik gibi duran heykeller, izleyenin tamamlama arzusunu harekete geçiriyor. İnsan vücudunu ele alıp keyfince oynayarak, fantastik eklemeler ile kendine has bir anlatım ortaya koyuyor. Boşluğa direnen kadın ve erkek bedenleri üzerinde bir kabuk gibi iskeleti kuşatan teni ya da teni taşıyan iskelet sistemini, kusursuz bir anatomi bilgisi ile bir araya getiriyor. Beden yüzeyleri sürekli değişim geçiren, şekil değiştiren katmanlarla kuşatılıyor. Boşluklar, içe ya da dışa yönelmeler düşüncelerle sezgiler arasında gelgitlere neden oluyor."




İyi seyirler...

Hatırlamalı: Bill Raisch


Ünlü "The Fugitive (Kaçak)" dizisinin tek kollu adamı Fred Johnson'ı canlandıran alman asıllı oyuncunun asıl adı "Carl William Raisch"dir. Denizci olarak katıldığı II. Dünya Savaşı esnasında sağ kolunu kaybetti. 1984 yılında kanserden öldü.

Salı, Eylül 02, 2008

Unutmamalı: Nagisa Oshima


1951 yılında Shochiku Film Şirketi'nde asistanlık yaparken, stüdyonun ve bağlı yönetmenlerin "Hollywood Özentisi" olmasına bayrak açan, Japon Sineması'nın "tabu kıran-baş kesen"i.

1961 yılında, Kenzaburo'nun Nobel Edebiyat Ödüllü hikayesi "Shiiku"dan (Kurbanı Beslemek) aynı isimle sinemaya uyarladığı önemli bir film var'olmasına rağmen, ülkemizde nedense 1999 yılında çektiği son filmi "Gahatto" ile yönetmene duyulan ilgi ayyuka çıkmıştır.


Bugün 76 yaşında. Ömrü bol, yolu huzurlu olsun..

Taht-ül Kale'den, Latte Art Günleri'ne..




Yemen Valisi Özdemir Paşa (152-1566), keşfettiği kahve çekirdeklerini osmanlı sarayına getirir. Osmanlı ise; İkinci Viyana kuşatması'yla batıya taşıdı çekirdekleri. Kanuni döneminde "günah" diye yasaklandı. Kurukahveci Mehmet Efendi ve Mahdumları, 1871 yılında Taht-ül Kale'de (Tahmis Sokak) ilk dükkanlarını açarlar. Kahve çekirdeklerinden taze çekilmiş kahve satışı böyle başlar memleketimde...

Geçtiğimiz günlerde İstanbul'un karşı yakasına geçtim. Nadiren yaptığım bu eylemi faydalı hale getirmek için dünyanın öbür ucuna gidip kahveyi meslek edinerek dönen bir dostumu da ziyaret ettim. ben tanıdığımıda da mucizevi bir varlıktı, alnının ortasında parıldayan boynuzuyla..
Hem kahve içtim serinledim yakıcı ağustos gününde, uzun zamandır, orada burada rastladığım "Latte Art"ın sırrına vakıf oldum hemde..

Kahvenin köpüğünün üzerindeki bu eserlerin üretiminde bir tür teknoloji kullanıldığını sanıyordum. Laser teknolojisiyle, bir kalıp yardımıyla filan çiziveriyorlar sanıyordum. Öyle değilmiş. Tamamen el becerisiymiş. İçmeye kıyamazsın..



•• Şerif Başaran