Pazar, Eylül 21, 2008

KARNABAHAR


Kasımpaşa henüz bostan semtidir o yıllarda. Eşekleriyle şehre göçeden arnavutların ilk durağı ise Şişhane ve arka sokakları. Evlerinin önündeki küçük tarlalardan adeta saksıda çiçek özeniyle yetiştirdikleri nebatları, öz evlatları gibi ihtimam gösterdikleri eşeklerine yükler, sabahın er vakti karınca sürüsü düzeninde yokuştan yukarı yayılırlardı.

Öğle vakitleri her mahallede "zambirzooooot.. tazeee!" sesleriyle, sokakları tıkırdatan nal sesleri birbirine karışır, telaşlı kadınların “Bi demet semizotu ver..” diyen seslerine yarenlik ederdi. Bize gelince, köşeden sesini duyduk mu seyyar manav amcanın, saklanırdık. Az sonra oyunumuzu bölecek olan sepetsiz evlere servis eziyetinden kaçmak için. O küçük parke taşlarına bu seyyar manavlar nedeniyle "Arnavut Kaldırımı" denir sanırdım.

Göremediğim günlerinde ise Şişhane, ahşap levanten evlerinin iki yandan eşlik ettiği arnavut aldırımlı bir yokuş olur, denizi görünce kesilir, yerini küçük kayıklara bırakırmış. O zamanlarda köprüyle bağlanmazmış istanbulun iki yakası birbirine. Dik yokuşlarına tramvay da uğramazmış hani. Tabana kuvvet ulaşırlarmış iki dirhem bir çekirdek kızlar ve delikanlılar Pera'da piyasa saatlerine.

Anne tarafım, ilk evvel işte bu Saraçhane denilen dik yokuşa yerleşmiş. En büyükleri ananemmiş. Uzun boyu, sarı dalgalı saçları ve mavi gözleriyle başgöz etmişler erkenden. Diğerleri erkek zaten. Karne zamanlarıymış annem doğduğunda. Çaya kuru üzümün eşlik ettiği, ekmeği, tütünü karneyle aldıkları zamanlar yani. Yokluğu ezberlemiş, yoklukla büyütmüştü kardeşlerini, evladını, kendini. Parmağındaki yüzüğü, mutfağındaki cezveyi, sandığına sakladığı menorasını gözünü kırpmadan vermişti İsmet Paşa'nın tek bir lafıyla. Diğer bütün kadınlar gibi. Taksim'de Atatürk'e el sallamıştı. "Eh, şurama kadar zor gelir idi. Ama pek yaman bi adam idi." derdi, meme altına denk gelen bir yeri ölçü olarak gösterip.

Zorla yemek yiyen, zor çocuktum ve her öğünüme eşlik edecek bir masalı mutlaka vardı. Sevilmeyecek yemek yoktu ananemin masallar kitabında. Sevgi sözcüğünü insanlar hak edebilirdi, kediler, uçurtmalar, konuşan bebekler hatta.. Ama sebzeler haketmezdi. Sadece yuvarlanıyor diye bezelyelere, ekşili terbiye suyunda yüzebiliyor diye havuçlara, tek hamlede kafasını koparıyoruz diye bamyalara sevgi ya da sevgisizlik besleyemezdin, ona sorarsan. Sormasan da... Her öğüne itinayla seçilmiş bir geçmiş zaman masalının peşine tehditkar sesini katar, sonra gözünü tabağımda eziyet çeken karnıbahar öbeğine diker ve yüzüme dik dik bakardı. Eliyle işaret edip, "Bitir onu! Senin tabağında sürünsün diye mi onca askerin kanıyla sulandı bu nimeti yetiştiren toprak!!" der, azarlardı.

İçim daralır, yüzüm kamaşırdı. Midem bulanırdı. Kanla sulanan "Karnabahar" tarlası ve ölü insanlar yığını gözümün önüne gelirdi. Korkardım... Tabağımdaki beyazı, kırmızıya döner,
"Karnıbahar"ın karnı kanardı...

3 yorum :

faruk dedi ki...

teşekkür ederim..

gülcan dedi ki...

Çocukluğuma döndüm okurken,gülümsedim anılarıma,bize,birde karnabahar sevmediğimi hatırladım.

ranini dedi ki...

:-)