
Zincirlikuyu Mezarlığı, ebedi istirahatgah Top 5 listesinde her daim ilk 3'e giriyor. Ben de, ayak altı, yolumun üstü diye seçmedim mi? Yakındı. O kadar yakın ki, bugün burnunun dibinden geçtim de ayaklarım yine sapmadı senin sokağına, baba. Durup baktım sadece. Uzaktan da olsa adını yazan o siyah boyayla gözgöze gelmekten ölesiye korkarak, baktım bir süre. Önünden geçtim ama yanına gelemedim yine. İçimden gelmedi. O beyaz çakılların kapattığı bilmem kaç kürek toprağın altında benim tanıdığım hiçbir şey yok. Beyaz mermere siyah yağlı boyayla kazınmış bildiğim adın ve taşıdığım soyadın dışında. İki metre toprağı ziyaret edemiyorum. Duydum, ben gelmediğim için ot bürümüş üzerini. O inatçı nebat, benim vefasızlığıma atılan bir avuç taştı ama hiç canımı yakmadı.
Çok ağladım bugün. Hem dişlerim o kadar acıdı ki, gözyaşlarımı durdurmaya çalışmaktan, sonunda hepsini azad ettim. Boştu mezarlık. Yani nefes alanlar istatistiği açısından. Eh, ölümler de azalmadığına göre ikindi pek gelenek değil galiba bu aralar. Mezar taşlarını okuyarak yürüdüm. Hızla yürüdüm, sondan başa. Ananem, kolumdan çekiştirir "Mezar taşlarını okuma, uğursuzluk getirir!" derdi, Kamerhatun Camii'nin bahçesindeki o küçük mezar taşını okumak için her durduğumda. Mezar taşlarını okudum, bugün yine. Eskiden de okurdum. Yok. Eskiden okumazdım. Çünkü hiç tanımadığım, bilmediğim, kuyruklu uçurtma gibi süslü, kabarık şekillerle yazılıydı o mermer taş ve ben sadece bakardım. Ama yine de her seferinde durur, okur gibi yapardım. Ananemin uyarısını bekler, sonra da " Ama anane bu arapça, ben arapça okuyamamkii.." der, gülerdim ona. Küçük oyunlarımızdan biriydi. Ben oynuyordum. Tek başıma. O, kızıyordu. Her oyunuma kızdığı gibi. Çocukların oyunlarına neden kızıyor büyükler?..
Yağmura karşı aldığım tedbir ters tepti yürürken. Anlayacağın, içim sağnak kıyametken, dışım kuruydu. Sondan başa giden yol uzun ve yorucu. Yine de yürüdüm. Önce hızla. Uzaklaşmak için. Sonra ağır adımlarla. Yol boyunca sağım solum, çeşme. Gittikçe koca mezarlığın bile yeşilliği tükenmekte. Yer kıtlığından kimsecikler "Başıma bir kavak ağacı, ayağımın ucuna selvi.." diye, vasiyet etmiyor olsa gerek. Ben tembihledim. Küçük bir gül ağacı istedim. Ama bembeyaz olanından. Hava o kadar kasvetliydi ki, yağmur telaşından mezarlığın kadrolu kalabalığı da yoktu ortalıkta. Su döken, mendil satan, çiçek satan çocuklar yoktu ortalıkta. Eski moda bir mezarlığın her yeni konuğuyla tazelediği dekorasyonunu izledim yol boyunca. Hava griden fümeye dönüyordu. Aniden karardı. O zaman hızlandım. İtiraf edeyim, korktum. Sondan başa doğru yürüdüğümü hatırlattım kendime, korkumu hafifleteyim diye. Yeniden doğar gibi dedim, sondan başa yürüyorsun. Dua et.. Ha gayret..
Son yokuşu tırmanıp çıkış kapısına vardığımda kısa bir an durup soluk aldım. Sigarayı bırakmalıyım. Başımdaki örtüyü sıyırdım. Terlemişim. Rüzgar yememeli bu terin üzerine. Önümde kıpırtısız duran trafiğin müdavimi sürücüler de benim gibi korkuyor olmalılar ki, sonuna kadar basıyorlardı kornalarına. Mezarlıktan geçerken korkudan ıslık çalar gibi. Bu manzaranın eşlik ettiği bir mezarlığın kapısına da "Huzur içinde yatsınlar!" diye yazamazlardı ya, alay eder gibi. Şehrin göbeğinde, bu canhıraş kakafonide kim, nasıl bulsun huzuru. Elimdeki küçük Saka'da kalan son damlaları, yol kenarında salınan bodur, kırmızı güllere döktüm. Saldım kendimi can hıraş bir korna seline...
Sana, bugün yine ve sadece
selam yolladım,
baba..
• Bu yazı 5 temmuz 2005 tarihinde Ekşi Sözlük'te yayınlanmıştır.