
Uzun zamandır niyetleniyordum. Sabah ilk iş olarak bilgisayarımı açıp, maillere bakıp, işlere gömülmekten vazgeçmeyi becermeye çalışıyordum, bugüne kısmetmiş. Öğlene doğru yataktan kalkıp, çay için su ısıtıp, banyoya girdim ve bilgisayarımı açmadan da evden dışarı çıktım. Sinemaya gittim. Tuna Kiremitçi'nin ilk uzun metrajlı filmi 'Adını Sen Koy'u izledim. 14:10 seansında, Fitaş Sineması'nda. Tuna Kiremitçi evvel ezel iyi bir proje adamıdır nazarımda. Roman yazmayı bırakma kararına en çok sevinenlerdenim. Kendini bilen aydınlanırmış, Tuna Kiremitçi roman yazmasın. Film çeksin. Samimi fikrim budur. Evet, Tuna Kiremitçi hemen ve hiç vakit kaybetmeden bir film daha yapsın. Adını Sen Koy, kusursuz bir film değil. Ama bütün kusurlarıyla, öylece kabul edilmesi gereken samimi bir film. Hoş, eğer muhatabınız akli melekeleri yerinde bir üretici ise işinin aksaklıklarını, topallayan yerlerini tüketiciden evvel ve çok daha iyi görür zaten. Bu sebeple 'Adını Sen Koy' fazlaca didiklenmemesi, aksine emeği geçen herkesin sevgiyle ve hoş görüyle desteklenmesi gereken iyi bir hikaye olarak kişisel tarihimde yer alacak. En başından söylemek gerekirse filmin müziğinin ve müzik kullanımının da çok başarılı olduğunu düşünüyorum. Özellikle Tamer Çıray ve tuhaf bir şekilde hemen dile dolanıveren şarkının sahibesi Demet Sağıroğlu'nun ellerine sağlık olsun.
Filmin küçük, sıradan, şaşırtmasız ve önemsizmiş gibi görünen ama çok güçlü bir hikayesi var. İnsanda yaşanmışlık hissi uyandırıyor. Film, hikaye sahibinin iddia ettiği gibi 'erkek dünyasına' bakamasa da, eleştirenlerin aksine sarkan yerlerinin senaryo boşluklarından değil, eldeki çekilen malzemenin değerlendirme süzgecine takılmasından doğduğunu düşünüyorum. Yazanın ellerine sağlık. Tuna Kiremitçi'nin yönetmen olarak kendini kontrol edebilmesinden, görsel olarak 'yeni bir söz söyleme' denemelerinin dozunda olmasından da etkilendim. Eldeki görüntülerden bağlayabileceği en iyi filmi yapmış. Ama Allah da biliyor ya, şunu söylemezsem içim şişer; sinema perdesinde oyun veren yerine, dikilip duranın götünü izleme meselesine alışamadım bir türlü. 'Konuşanı göstermek zorunda değilim' mottosu eğer filmin geneline yansımaz da birkaç planda kalırsa fena halde sırıtıyor. Buna rağmen Tuna Kiremitçi'yi yönetmen olarak özellikle de ilk filmi olması açısından başarılı buldum. Ah, bu filmin bir de finali olaymış...
Gelelim oyuncu kadrosuna... Melis Birkan'ı yetenekli bulan ve onun oyunculuk serüvenine umutlu bakanlardan değilim. Sevmediğim bir tarzın yani 'kaşlarıyla oynayanlar ekolü'nün Türkiye'deki sayısız temsilcisinden biridir ve bunu düzeltebileceğini sanmıyorum. Çünkü Melis Birkan'ın kişisel serüveni boyunca doğal oyunculuk denilen nanenin aslında ölümüne bir 'kontrollü olma hali' olduğunu idrak edebilmesi mümkün olmayacak, bu filmi izleyince emin oldum. Bütün bunlardan da önemlisi sanırım hiçkimse bu gerçeği Melis Birkan'a söylemeye cesaret edemiyor ama, acilen sesini kontrol etmeyi öğrenmesi gerekiyor. İzleyemiyorum. Özellikle de çok lafı olan senaryolarda hikayeden kopmamı sağlıyor. Her oyuncunun da kadife sesli olması gerekmiyor ama, Melis Birkan sesinin ne kadar kötü tınladığını duyup, anlayıp acilen sesini eğitmeli ve kullanmayı öğrenmelidir. Bu işin hocası okulu da var, 6 ay New York'a gitmeye ama öncelikle de bu gerçeği kabul etmeye bakar. Sonuç, hikayenin en önemli karakteri, bana göre en zayıf halkasıydı. Üzgünüm... Ali İl, açıkçası filmin beni en çok şaşırtan oyuncusu oldu. Ekran esaretime veriyorum bu şaşkınlığımı. Küçük Kadınlar'ın daracık kadrajına sıkışıp kaldığım için bu yetenekli adamı es geçmişim, özür dilerim.
Cemal Toktaş, bana göre bazı sahnelerde yanlış oynatılmış/ yönlendirilmiş olmasına rağmen çok zor bir rolün altından kalkmış ve iyi bir performans sergilemiş. Ahmet Mümtaz Taylan gibi sağlam bir oyuncunun karşısında dimdik durmuş. Bu bile büyük başarı. Gönlüne sağlık. Bir de o saçlarına çözüm bulursa Türk Sineması çok ışıklı, değişebilen, esnek ve iyi kalpli bir oyuncu daha kazanacak demektir. Neden yanlış oynatıldığı/ yönlendirildiği kanısına vardığımı merak ediyorsanız, izah edeyim ama filmi izlemeyenlerin affına sığınarak. Bazı hikayeler vardır ki taşıdığı sürpriz ile ilgili hiçbir ip ucu vermeden ilerler. Aniden biri kutunuzu açar ve karşınıza çıkan şey dudağınızı uçuklatır. Aynı filmi başa sarar, yeniden izlersiniz. Artık sürprizi de biliyorsunuzdur. Filmi yeniden izlerken fark edersiniz ki aslında o sürprizin bütün ipuçları siz fark etmediğiniz halde oyuncu tarafından perdeye yansıtmıştır. Çok mu karışık anlattım? Elimden bu kadarı geldi. İşte tam bu örnekte olduğu gibi Ilgaz'ın kalbinde yatan aslanı gördüğünüz andan geri gittiğinizde yanlış oynadığını ya da oynatıldığını anlıyorsunuz. Aksini iddia eden varsa o zaman, "e-maille yolladım sana Aybige'nin fotoğrafını bakmadın mı?" lafının geçtiği sahnedeki Ilgaz'ın oyununun gerekçelerini açıklasın. Yine de bu kadar aydınlık bir adamı perdede görmekten dolayı mutlu oldum. Emeğine, gönlüne sağlık olsun.
Gelelim Harun'a... Ilgaz'ın, bipolarına kurban olduğumun ağabeysini oynayan Ahmet Mümtaz Taylan'ın oyunculuğunun kalibresini ölçmek, tartmak gibi bir edepsizlik yapmaktansa gözlerimi yaşartan başka bir durumu aktarmam gerektiğini düşünüyorum. Ahmet Mümtaz Taylan, bu filmde başta Cemal Toktaş olmak üzere diğer genç oyuncuların hepsini sahiden sevmiş, onları gözünden bile sakınmış, koruyup kollamış. Kendi performansını sergilerken, yeteneğin ve oyuncularda var olduğu rivayet edilen o arsız egonun bütün sinyallerine kulağını kapamış, kendinden çok sahnedaşlarını gözeterek, onlara imkan tanıyarak oynamış. Finale yürüyen en önemli sahnede Ilgaz'ın gözbebeklerinden çıkıp doğrudan beynime saplanan, ' Ulan kısa kesin, az kaldı birazdan düşüp beynimi patlatacağım' tadındaki tedirginliği bile savuşturmaya çalışmış. Gel gör ki 'Harun' rolü çok dişi bir karakter, oyuncu ne kadar küçültse de, karakterin doğası gereği kulakları sağır edecek kadar güçlü, gürültülü bir yapısı var ve doğruyu söylemek gerekirse Harun aradan sıyrılıp, gelip hikayenin taa merkezine oturuyor. Bana sorarsan çok da iyi yapıyor. Can verenin gönlüne sağlık olsun, ömrü bol olsun. Zaten bir yönetmeni 'iyi' yapan da filmin ve hikayenin gereği olan bu ve benzeri dengeleri doğru kurabilmesi değil midir? Öyledir.
Görünen o ki Tuna Kiremitçi de önümüzdeki on yıl içinde iyi bir yönetmen olacak, ömrümüz yeterse hep birlikte göreceğiz. Velhasılıkelam, Adını Sen Koy'u izleyiniz. İzleyiniz ki yapımcısı para kazansın, Tuna Kiremitçi yeni projelerini çekmek için para bulabilsin ve yönetmenlik yapmaya devam etsin. Bu filme emeği geçen bütün teknik ekibin, sanat yönetiminin, mekan koordinatörlerinin ve Mehmet A. Öztekin'in ellerine sağlık olsun.
Böyle yani..