Salı, Aralık 11, 2012

Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince...


İngiliz yazar Lucy Kirkwood'un oyunu, "It Felt Empty When The Heart Went At First But It Is Alright Now", Seçil Honeywill çevirisi ve Mehmet Ergen rejisiyle 'Talimhane Tiyatrosu' tarafından aynı adla sahneleniyor. Oyunu dün gece, Şişli Black Out Sahnesi'nde izlemek nasib oldu. Dijana rolünü oynayan Esra Bezen Bilgin, perfomansıyla bu yılın hemen hemen tüm tiyatro ödüllerini toplamış. Bilgin, dişi, bir o kadar da bıçak sırtı bir rolün altından alnının akıyla kalkıyor. Oyunu ilk repliğinden son anına kadar Dijana'nın, onca travmatik duruma rağmen "şapşallık" sınırında gezinen naif bakışına şaşırarak izliyorsunuz. Deneyimli ve özenli izleyicinin Reha Erdem'in filmi "Korkuyorum Anne" ve "Şeylerin Şekli" oyunundan da hatırlayacağı Esra Bezen Bilgin, sahnede çok güçlü duruyor. Rolü yorumlarken oluşabilecek küçücük bir tökezlemede itici bir teşhircilik ve cinsiyetçilik etiketi alarak ucuzlayabilecek performansını, müthiş bir kontrolle koruyarak ilk andan son ana kadar, can yakıcı bir masumiyet kalıbında tutuyor. Dijana'ya öyle inanıyorsunuz ki ağzından çıkan cümlelerin önemi kalmıyor.

Oyun, aşık olduğu adam tarafından kandırılarak seks ticaretine zorlanan yabancı uyruklu genç bir kadının dramını anlatıyor. Kirkwood'un hikayesi ve iddialı kurgusu (Spoiler vermemek için net  tanımlamıyorum.), Seçil Honeywill'in yer yer çok başarılı uyarlaması, 2000'li yılların sokaktan uzak büyümüş 'masum' gençliğini çok etkileyebilir. Hikaye, Dijana'nın korkunç travması üzerinden anlatılan acılara seyirciyi ortak edebilir ve sarsabilir. Ama bütün çocukluğunu Tarlabaşı civarında geçirmiş ve sermayenin her türden transferine tanıklık etmiş biri için ne yazık ki "Seks Ticareti" meselesine ortalama bir bakış olmaktan öteye gitmiyor. Oyunun hikayesi elbette olağanüstü cümlelerle kurulmuş, nedense seyirciye satılamayan utangaç 'şakalarla' ironisi renklendirilmiş, sıra dışı durumlar yaratılmış ama bunlar birleşip -benim için- kusursuz bir bütün oluşturamamış.

İflah olmaz bir Beyazperde/cam izleyicisi olarak sahnelenmiş hikayeleri izlerken de beğeni çıtasını aynı yere koyuyorum. Anlatılan hikaye ilgimi çekebiliyor mu, merakımı ayakta tutabiliyor mu, beni şaşırtıyor mu? Kişisel olarak, -elbette kurgusu da yardımcı oldu ama- oyunun ilk bloğu bittiğinde hikayeyle ilgili pek bir merakım kalmamıştı. Kurgu, ilk blokta hikayenin sonuyla ilgili bütün ipuçlarını önünüze bırakıyor. Oyun böyle sürprizsiz, rutin bir akışla devam edince de seyirci olarak sizi finale taşıyacak olan "beklentiyi" kaybediyorsunuz. O saatten sonra sadece Bezen'in yüksek performansını izlemek için koltuğumda otururdum. Öyle yaptım.

Yine de izlemeye değer.




.

It Felt Empty When The Heart Went At First But It Is Alright Now
Yazan: Lucy Kirkwood
Uyarlayan: Seçil Honeywill
Yöneten: Mehmet Ergen
Oyuncular: Esra Bezen Bilgin (Dijana), Güliz Gençoğlu (Bahar)

Pazar, Aralık 09, 2012

Çok Seyirlik Yüzyıl


Genç neslin en yetenekli edebiyatçılarından biri olan Kaya Genç, Uncut yazısı için Muhteşem Yüzyıl tartışmaları hakkında benim de görüş bildirmemi istediğinde fark ettim ki kısa yazmakla ilgili ciddi bir sorunum var. Havada uçan kuşun bile hakkında görüş beyan ettiği, şaka yaptığı, sayıp sövdüğü bu başarılı televizyon dizisi hakkında, sonunda, bana da fikir sorulmuş olmasının heyecanına öyle  kaptırmışım ki yazı uzadıkça uzadı. Buyrun..

Öncelikle televizyon izleyicisi de, iktidar da, an itibariyle şikayetçi olup ses çıkaran herkes de Muhteşem Yüzyıl'ın seyirlik bir iş olduğunu bilmeli, durumu doğru tanımlamalı ve bu gerçeği iyi sindirerek tartışmaya devam etmeli. Bu bağlamda, bir seyirci ve tv eleştirileri yazan blogger olarak dizinin ticari kaygularla cinselliği sömürdüğünü değil ama öne çıkardığını, fazla altını çizdiğini düşünüyorum çünkü "çok seyirlik" olmaya çalışıyorlar. Bu bir profesyonel karar. Muhteşem Yüzyıl'ın her bölümünde, "tarihi şahsiyetlerden ilham alınmıştır" uyarısı çıkıyor. İlham aldıkları dönemle ilgili yorum ve sunum biçimi yazarın ve yapımcının taammüden tercihidir. İzleyici olarak bize kalan hikayeyi ve sunum biçimini sevmek ya da sevmemektir. Seversin izlersin; fikrini söylersin. Sevmezsen de ister izler, ister izlemezsin ama fikrini yine söylersin.

Muhteşem Yüzyıl'da sevmediğim, beğenmediğim ve yer yer anlatım tekrarına kaçtıklarını düşündüğüm senaryo/ hikaye zaafları, oyunculuk defoları elbette var. Zaman zaman da bunları blogda ya da twitter'da dile getiriyorum. Hikâyenin özellikle son sezonda çatışma sıkıntısı çekmeye başladığı hissine kapılıyorum. Sıkça, önceki sezonlardan alışkın olduğumuz hikaye örgüsünü ve çatışma kalitesini yavanlaştırıp "soap opera" klişelerine başvurmaya başladılar. Rating kaygusuyla yaptıkları düşündüğüm kimi "Star Oyuncu" transferleri yüzünden hikayenin dışına kaçmamı sağlıyorlar. Mesela Cansu Dere ve Tuncel Kurtiz sahnelerinde çok zorlanıyorum ve hikayeye konsantrasyonumu kaybediyorum. Yine rating kaygusuyla, Okan Yalabık fanatiklerini kaybetmemek için "ikiz" icad edip, Pargalı'nın ölümünden sonra oyuncuyu dizide tutmaya devam edeceklerini düşünüp, komplo teorileri kuruyorum. Pek çok benzer eleştirim var ama, hiç biri "Meğer Kanuni de haremden çıkmıyormuş" tadında değil. Çünkü dönemle ilgili merakımı gidermek ve olası "gerçek bilgiye" ulaşmak için -her dilden- resmi ve gayri resmi kaynağa ulaşabilirim.

Sonuç olarak; Elbette seyirlik bir iş üzerinden de olsa bugün tarihimizi, yarın başka toplumsal ihtiyaçlarımızı konuşmak, tartışmak ve fikir beyan etmek faydalı bir eylem. En azından konuşuyoruz. Benim için kuru gürültü de umut verici ve sessizlikten çok daha değerli. Skyfall İstanbul sahnelerinde yaşandığı rivayet edilen sorun sonrasında filmin yapımcısı Michael Wilson, basın toplantısı yapıp, "Sinema bir illüzyon sanatıdır" dedi. Bu açıklamaya muhatab olmak bir sinema sever olarak hâlâ canımı yakıyor ama, ben de Muhteşem Yüzyıl tarihi çarpıtıyor ve ecdadımıza zarar veriyor diyerek gürültü çıkaranlara aynı cevabı emanet ediyorum. Vatandaşın, ecdadıyla ilgili kaygusu varsa televizyon, sinema, kurgu ürünlerinden "öğrenme" hatasından vazgeçip gerçek bilgiyi taleb etmeyi denesin. İktidarın da, televizyondan tarih öğrenen vatandaşla ilgili bir sorunu/ kaygusu varsa öncelikle eğitim ve sanat politikalarını gözden geçirsin derim.

Kaya Genç'in yazısının tamamına ulaşmak için tıklayınız:

Turkish Prime Minister takes on historical soap opera by Kaya Genç



..

Pazar, Aralık 02, 2012

Disosya: Harikalar Dünyası


Disosya; insan nüfusunun -ahir ömründe en az bir kez- depresyona kapılma oranının çift haneli rakamlarla zabıtlara geçtiği çağımızda, izleyicisinin rahatlıkla empati kurabileceği türden bir oyun. İkinci Kat'ın hazırladığı minimal broşürde bahsedildiğine göre İskoç yazar Anthony Neilson, Royal Welsh Müzik ve Drama Koleji'nden itaatsizlik sebebiyle atılmış. BBC'nin açtığı "Genç Yazarlar Projesi"ne katılarak eğitimini tamamlamış ve radyo oyunları yazmaya başlamış. "The Wonderful World of Disosya", yazarın on üçüncü oyunuymuş. Oyunu dilimize Özlem Karadağ çevirmiş, Sami Berat Marçalı da sahnelemiş. Disosya'da Özgür Özgencer, Güçlü Yalçıner, Murat Mahmutyazıcıoğlu, İpek Banu Kılar, Pınar Çağlar Gençtürk, Özge Keskin, Tolga İskit ve Aziz Caner İnan'dan oluşan ve henüz bir televizyon yapımcısı tarafından keşfedilmemiş 'genç' yüzler rol alıyor.

Disosya'yı izlerken kafamda hep aynı şarkının nakaratı döndü: Eksik bir şey mi var? Eve döndüğümde internette oyunla ilgili yorum/ bilgi ararken Sami Berat Marçalı'nın bir röportajına rastladım. Geçtiğimiz yıl, oyunun prömiyeri esnasında yapılmış bu röportajdan öğrendiğimize göre orijinal metin yaklaşık olarak 35 dansçı/ oyuncuyla sahnelenme ihtiyacındaymış ve Mançalı bu prodüksiyon engeli sebebiyle iki perdelik oyunu tek perdeye indirmiş. Oyuna 'eksikli' etiketini yapıştırmamı sağlayan da, galiba, Marçalı'nın taammüden vazgeçtiği o parçalar olmuş. Hoş, ustalarımdan biri, eğilip bükülünce bütünlüğü ve anlamı bozulmayacak metinler yazmak zor iştir derdi. Kulakları çınlasın. Ancak şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki hikayenin -bana göre- kilit karakterlerinden biri olan 'Yemin Alıcı'yı, Yeşilçam filmlerinden fırlamış abartılı, klişe bir gay gibi yorumlatmayı tercih edince, oyun şıp diye sertleşip, 'in yer face' rafımızda dosyalanmış olmuyor.

Yemin Alıcı demişken, oyunculuğu meslek edinen herkese saygım sonsuz ama esas kız Lisa'yı canlandıran Pınar Çağlar Gençtürk başta olmak üzere Güçlü Yalçıner, Aziz Caner İnan ve Tolga İskit dışında sahnede dikkate değer bir enerji de hissetmedim. Tutkulu girişimler desteklenmeli, özverili genç oyuncular heveslendirilmeli, kabul. Gel gör ki; koreografi tembeli danslar, aksayan ezberler, Bahçekapı'da ekstraya yetişecekmiş gibi münferid oyunculuk tempoları, ses- ışık teklemeleri, "Star Tiyatrosu" mamûlünde kolaylıkla araya kaynayabilecek ve görmezden gelinebilecek kusurlarken, alternatif sahnelerde hayli tatsız ve itici olabiliyor. Yine de Disosya, mensubu olduğu sanat disiplinini parlatmak ve tiyatroya taze izleyici kazandırmak uğruna ter döken, ses yükselten, iyi niyetli, yer yer de başarılı olmuş örneklerden biri olarak hafızamda yer tutacak.

İyi seyirler..

Cumartesi, Kasım 24, 2012

"Tiyatrodur, iyidir!"*


İstanbul Halk Tiyatrosu'nun yeni sezon oyunu, Tartuffe uyarlaması Bezirgân'ı izledim. Oyun, ayağını nasıl bir bereketle sürüdüyse o gün, bu gündür tiyatro tiyatro geziyorum. Bezirgân, Yıldıray Şahinler'in rejisiyle 13 Kasım'da BKM sahnesinde perde açtı. Anlatmakla olmaz, gidip izlemeniz lazım. İstanbul Halk Tiyatrosu repertuarına seçtiği oyunlar vesilesiyle hicvin tatlı kalesi olmaya and içmiş gibi. Sahneden, kalbinize ve zihninize kurdukları eleştiri köprüsünü kahkalarla içlendiriyorlar. Var olsunlar!

Peşi sıra, İkinci-Kat'ın çok rağbet gören oyunu "Korku Tüneli"ni izledim. Ushan Çakır, kalbimdeki yerini perçinledi. Hakkında uzun uzadıya yazasım var, kısmetse yakında.. Perşembe gecesi de, Şehir Tiyatroları'nın bol ödüllü oyunu "Şark Dişçisi"ni, Sevgili Sevinç Erbulak'ın davetlisi olarak izledim. Şark Dişçisi, Broadway prodüksiyonlarına parmak ısırtacak kadar neşeli ve zengin. Emeği geçen, ter akıtan herkesin gönlü hoş olsun. Haftaya, kısmetse, yine Şehir Tiyatroları'nda sahnelenen "Doğum Günü Partisi"ni izleyeceğim amma evvelce dün gece izlediğim Semaver Kumpanya'nın oyunu "Metot"dan bahsetmeliyim.

Cerrahpaşa civarına ben diyeyim on, siz ekleyin beş daha, velhasılı yıllardır uğramamıştım. Muhitin göbeğine yerleşmiş, biraz içre, eski ama ışıltılı bir binanın altını mesken tutmuş Semaver Kumpanya, tiyatro sanatına meftun olana uzağı yakın eden bir mekân.. Işıl Kasapoğlu'nun söz konusu sanat adına uzun yıllardır kılıç şakırdattığı arenası, şimdilerde yüksek gönüllü öğrencilerine emanetmiş. Bitmez bir aşk ile oyun sergiliyor, dinmez bir vefa ile biz popüler kültür lapacılarına hizmet ediyorlar. Bu konularda ahkâm kesmek bana yâr olmaz , düşkünü elbette kıymet biliyordur.

Jordi Galceran'ın oyunu Metot'u, Zerrin Yanıkkaya dilimize kazandırmış. Serkan Keskin'in rejisiyle taçlanan oyun tek perde. Kalabalıkların adını "Leyla ile Mecnun" vesilesiyle duyduğu, erbabını kalbini çalalı ise asırlar olan Serkan Keskin, sahnede o kadar nüanslı ve güçlü ki karşısında durmak her oyuncunun harcı değil gibi geliyor. Neyse ki Mustafa Kırantepe, Sezin Bozacı ve Sarp Aydınoğlu da yere sağlam basan basiretli oyuncular. Metot, iki saat sürüyor ama temposu hiç düşmüyor, salondaki kahkaha dinmiyor. Zamanın nasıl geçtiğini anlamaksızın, size sunulan bulmacanın peşine düşüp, güle oynaya akışa kapılıyorsunuz.

Modern ve yakışıklı Kavalcı Galceran'ın oyunu, seyircisine basit bir soru soruyormuş ama cevabı bulmasına izin vermiyormuş gibi davranıyor olsa da, boşa umutlanmayın. Hoş, sonunda sizi insafsızlık denizine dökmüyor ama, açık havaya çıktığınızda hissettiğiniz baş dönmesinin ilk sigaradan değil, arsız cevaplarımızın neticesi olduğunu da bıçak gibi saplıyor zihnimize. En azından benimkine.. Oyun tam finale yürürken meseleyi az da olsa bulanıklaştıran, içimdeki şeytanı da kıpraştıran, tanımlamaktan imtina ettiğim sallantının sebebinin inceden bir tercüme sorunu olduğuna karar verdim. O kadar kusur kadı kızında da olur diyeceksiniz. Haklısınız.

Metot, Kasım ve Aralık ayları boyunca Semaver Kumpanya sahnesinde.
İzleyin, izletin..





*Erkan Can, İstanbul Halk Tiyatrosu oyun anonsu


Cumartesi, Ekim 27, 2012

Rhino Season / Fasle Kargadan



Bayramdan bakaya kalmış bir kalabalık kontrolsüz akıyor İstiklal Caddesi'nde. Kalabalığa uygun adım yürüyorum. Bugün vizyona giren, Salı günü basın gösterimi yapan Bahman Ghobadi'nin son filmi Gergedan Mevsimi'ni izlemeye gidiyorum. Damağımda, BirBuçuk'ta yediğim, kömür ızgarasında acıyla kavrulmuş kanatların tadı.. Filmle ilgili profesyonellerin yorumları iyi değil. Tekniker yorumculara sorarsan, Ghobadi sınıfta kalmış. Göreceğiz. Atlas'ın en küçük salonunda oynuyor film. Fuaye dolu. Salon da doluyor. Ön sırada boş kalmış koltukları da film başladıktan dakikalar sonra salona giren gürültücü geç kalmışlar dolduruyor. Film başlamadan önce ve Gelecek Program gösterimi esnasında anlıyorum ki salonun neredeyse tamamı İranlı/ Acem seyircilerle dolu. "Behruz", "Bahman" fısıltıları arasında film başlıyor.

Filmin konusu, hemen hemen bütün sinema eleştirmenleri tarafından yazıldı. Yine de bilmeyenler için özet geçersek, Şah devrildikten sonra tutuklanan, 30 yıl hapis yattıktan sonra da karısını bulmak için İstanbul'a gelen ve hayli tatsız kırılmalar yaşayan şair Sahel'in hikayesi anlatılıyor. Ghobadi, kişisel göndermeleri, stilize metaforları için fon olarak can yakıcı bir hikaye seçmiş. Doğruyu söylemek gerekirse bir sahneyi izlerken göz yaşlarımı tutamadım. Ben sulu gözüm kabul ama, sahne de oldukça yaralayıcıydı ve yaşanmış olma ihtimali bile ağlattı. Ghobadi, bir erkeğin çaresiz aşkını/ tutkusunu anlatan müthiş bir sahne yazmış. Kırmızı ruj diyeceğim, fazla da spoiler vermeyeceğim. Sırf bu sahne ve sergilenen oyunculuk için bile filmi izlemeye değer.

İtiraf etmeliyim ki filmin ilk 20 dakikası benim için oldukça karışık ve kararsızdı. Hani kesip atsan, film ferahlayacakmış gibi geliyor insana, çok kilit bir açılımı anlatsa da. Sıradan seyirciler olarak bizlerin kafasında, "Anlatıcı" gibi konumlanan kadın sesi de geçmiş ile bugünü paralel kurguda götüren hikayeyi toptan karıştırıyor. Benim gibi düz bir izleyiciyseniz, kadın sesi duyunca hikayeyi Mina anlatıyor sanabilir ve iyi bir okuyucu değilseniz aslında o kadın sesinin filme konu olan şair Sedigh Kemanger'in kızını sembolize ettiğini atlayabilir, hepten kafayı yiyebilirsiniz. Filmin ani git-gel halleri benim gibi Romantik Komedi meraklısı seyirci için hayli yorucu. Allah da biliyor, ilk 20 dakikada birkaç kez, Indie Art House izliyorsun kızım diye kendimi uyardım. Açıkçası, filmde uzmanlar tarafından kopukluk gibi algılanan şeyin de aslında, 30 yıl sonra hapisten çıkmış, işkenceye maruz kalmış Sahel'in zihin akışını sembolize eden üst düzey bir metafor olduğunu düşünüyor ve dahi umud ediyorum. Filmin politik mesajı da -yine benim için- oldukça acıklı ve sarsıcı. Devrim ayağına kişisel husumetler için nice canlar yandı diyor, Ghobadi. Yani böyle dese iyiymiş.

Oyunculuklar neredeyse sorunsuzdu. Yılmaz Erdoğan'ın oyunculuğu, -montaj kurbanı olmuş hissi veren, derinleşmesine izin verilmeyen karakteriyle bile- dozunda ve plastik malzemesi oldukça inandırıcıydı. Açıkçası, İran Sineması'nın Yılmaz Güney'i olarak tabir edilen efsane oyuncu Behruz Vossoughi'yi yönetmen biraz hoyrat kullanmış. Oynatmamış, adamı fon malzemesi yapmış, fotoğraf peşine düşmüş gibiydi ki bu hâl kalbimi kırdı. Mina karakterini Monica Bellucci yerine kim oynardı deseniz, cevap veremem. Ancak Bellucci'nin olağanüstü kıymetli bir çaba ile Farsça konuşması hayranlık uyandırıcıydı. Film bittikten sonra yanımda oturan Acem delikanlılara sordum. Monica biraz gargaraya getiriyor ama, Yılmaz Erdoğan ana diliymiş gibi Farsça konuşuyor dediler. Bu vesileyle, filmin içinden geçmiş, kenarında durmuş, vazifesini yapmış, yüksek oyunculuk sergilemiş olanların emeğine sağlık.

Bütün bunların yanı sıra Ghobadi, hikayesini anlatırken sorduğu tüm soruları tek tek cevaplıyor, açtığı tüm kapıları özenle kapatıyor. Bu açıdan seyirciye saygı duyan bir film olmuş, ellerine sağlık. Ancak teknik açıdan biraz rahatsız edici detaylar vardı. Mesela ses, ikinci yarıda aniden içine kaçıveriyor. Ciddi bir balans sorunu hasıl oluyor, tam da insandan başka neredeyse hiç düşmanı olmayan, evrime dahi baş kaldırmış, zarar vermek için değil, Sahel'in içindeki yangını söndürmek için sökün eden  Gergedanların Dökümü başlamadan önce. Belki kötü bir kopyaya denk geldim, belki de sinemanın donanımı yeterli değildi. Ses sorununu kenara koyarsak, bunca stilizasyon derdi varken, Sahel ve Mina'nın su altında debelenmesini değil de sevişmesini izleyebilseydim çok tatlı olurdu. Ghobadi'nin sanki yeni keşfetmiş gibi biteviye kullandığı, oyuncuların fludan nete girmesi ve "tatlı" background olayı da biraz gözümü yormadı değil.

Ez cümle, Bahman Ghobadi'nin önceki filmleriyle ister istemez kıyaslanan Rhino Season/ Fasle Kargadan, sınıfta kalmasa da müthiş bir hikayeyi anlatabilme ve tartışmasız bir baş yapıt olma şansını kıl payı ile kaçırmış bir film. Yine de ve mutlaka izleyin derim. Unutmadan söyleyeyim, bu gece Atlas Sineması'nda,  21:30 seansında giren seyirciler, filmi ayakta alkışladılar.

.
.
.
.
•• Fotoğraf filmin resmi sitesinden alınmıştır.

Perşembe, Eylül 27, 2012

Bu pazar Taksim'e gelir misin Abi?




Çocukluk travmalarımın en ağırı ne annemden yediğim öldüresiye dayaklar ne de babamın keyif verici madde bağımlılığıdır. Kontes'in inleye kıvrana, saatlerce can çekişerek ölümünün etkisini üzerinden kırk yıl geçmesine rağmen atlatamadım.

Önce Çatıkkaş'ın sonra bütün Aynalı Çeşme'nin Kontes'iydi o, kara kahve parçalı, çirkin sokak köpeği. Her sabah okul yoluma ana caddeye çıkana kadar eşlik eder, mahalleden zinhar çıkmazdı. Hırsız kovalar, köşedeki hapçı abiler için erketeye yatar, çocuklara yerenlik eder, biraz kafasını okşasan yeter, fazla da bir şey beklemezdi. Serin havalarda bizim apartmanın içinde, sıcak havalarda Kasap Halil Amca'nın dükkanının önürde yatardı. Artıkla beslenmezdi. Halil Amca'ya yeminle kabul ettirilmişti, Kontes'in günlük istikhakı için biçilmiş sembolik bedel. Babamı kırmak istemediği için kabul ettiği parayla da hepimize gazoz, gofret ısmarlardı Halil Amca, nur içinde yatsın.

Kontes'i Belediye zehirledi. Sabahçıydım. Okula gidiyordum. Uğur gözümü kapadı, Gonk Sineması'nın kapısına yatmış kıvranan halini görmeyeyim diye. Gördüm. Görmesem de yokluğunu fark ederdim, peşime düşmediği tek bir gün olmamıştı ki..

O zamanlar İstanbul veteriner kaynamıyor. Tutup götürecek yerimiz yok. Mahallenin kadınları sarmısaklı yoğurt yedirdiler Rahmet istedi Halil Amca, bismillah çekip, sağ elini boğazına kadar sokup kusturdu, fayda etmedi. Kıvrana kıvrana öldü Kontes. Ağlıyordu, yemin ederim. Gözlerinin son bakışı şu an bile gözümün önünde.. Kurtaramadık. Öğle vaktine kadar can çekişerek öldü. Cenaze töreni düzenledik desem yeridir. Şimdilerde yerinde Otel olan boş araziye gömdük Kontes'i. Aylar sürdü yokluğuna alışmak. Ölümünü unutmaya yıllar yetmedi.

Sokakta kedi köpek olmaz. Olmamalı. Hayvan sahibi olmak için gerekli şartlar tesis ve garanti edilmeden hevesle hayvan edinilmemeli. Göt kadar evin içinde onlarca kedi köpek besleyenlere izin verilmemeli. Kendine bakmaktan aciz, sorumsuz ama hevesli insanların dev gibi köpekleri yok metrekareler içine esir etmesine izin verilmemeli. Balkona, küçük odaya, tuvalete kitleyip hayvan beslediğini zannedenler ıslah olmalı.

Devlet bu düzenlemeyi yapmalı. Ama bu düzenlemenin bedelini yine günahsız hayvanlar canlarıyla ödememeli. O yüzden pazar günü Taksim'e gideceğim. Yoksa sokakta hayvan olmaz, artık olmaz. Olmamalı..

Cuma, Eylül 21, 2012

Haydut..

On santimlik kemik parçasıyla birlikte kalbinde kalan son merhamet kırıntıları da tuzla buz olmuştu. Doğuştan masum, şimdinin yalnız, kızgın ve kalpsiz haydutu Veli'nin, o talihsiz kazada, son model Murat 124'ün arka koltuğunda kaval kemiğinin yarısını bırakarak kazandığı 'Aksak', adının peşine takılan ilk lakab değildi. Haydut evet. Veli, kim bilir kaç yıldır babasının ağzından adı yerine bu kelimeyi duyuyordu. Sahi hangi gündü o? İlk ne zaman yapışmıştı bu beş benzemezli sıfat adının peşine? Annesinin küçük mavi bir bavulda yatak altlarında sakladığı Maria'nın altınlarını alıp, oyun olsun diye, sırf kumbara deliğine benzettigi için hem de, tek tek alaturka tuvalete attığı gün mü? Katina Teyze'nin yanan tavadan bile balık tırnaklayabilen imansız kedisi Sarı'nın ağzına keseri vurduğu akşam mı? El işi dersinde, Selami ile iddiaya girdi diye, ön sırada oturan kızın saman püskülünden hallice at kuyruğunu kökünden kestiği o mübarek perşembe? Yoksa Fethi Usta'nın matbaasını yakmaya çalıştığı sabah mı?

Yine mi o kahpenin yanından geliyorsun diye, sulu sepken söyleniyordu annesi o gece. Fethi Usta'nın okkalı tokadına sığınıp, tenezzül etmediği cevabı adı gibi biliyordu, Veli. Babası akşam olunca eve gelmiyor, çocuklarıyla sofraya oturmuyor, hep o matbaada vakit tüketiyordu. Onu değil kağıt bobinleri kucaklıyor, makina ağzından çıkan taze boyalı kağıtları okşuyordu, şefkatle, saçları yerine.. Gözüne mi inanmayacaktı? Veli, babasını çalan, anasını ağlatan o kahpe matbaayı kül etmeye yemin etti nihayetinde. Gün ışıyana kadar gözüne uyku girmedi. Yastığının altında sakladığı el yapımı iskarpinlerini giymedi. Kararlıydı. Koltuğa terk edilmiş meşin ceketin cebinden aşırdığı anahtarların şıkırtısını saymazsak, sessizdi sokaklar. Hızlı hareketlerle tüketti menzilini. Tiner bidonunu kağıt bobinlere boca etti. Aleve verdi matbaanın sabah mahmurluğunu. Babasına o kadar kırgındı ki o kağıt bobinlerden sızan kirli kara duman kalp ağrısına derman olur zannetmişti. Olmadı. Magenta Necmi'nin bilinmeyen bir sebeple, uzun zamandır matbaada uyuduğunu ve Veli'nin bütün planlarını bozacağını hesaba katmamıştı. Duman, arka odalardan sızıp Necmi'yi uykusundan edince, Veli'nin babasını gülümseten, neşelendiren, tek gurur kaynağı yani o gürültücü, izbe, leş kokan matbaayı yok etme planı suya düşmüştü. Sırılsıklam giysileriyle matbaanın önünde dikilirken o bayram sabahı, Fethi Usta tıslayarak hediye etti lakabını: Haydut! 10 yaşındaydı..

Oysa Veli'nin derdi haydutluk değildi. Veli'nin kavli yaramazlık yapmak değildi. Var'oluşuna mânâ arıyordu, alt tarafı. Babasının sevgisini sınıyordu, çocuk aklıyla ve her seferinde Fethi Usta sınıfta kalıyordu. Böyle öğrendi Veli kötülük yapmanın inceliklerini. İnsan oğluna yükte de, pahada da ağır darbeler indirmeyi böyle ezber etti. Oyun gibi.. İnce ince damıttı, mühürledi ruhuna, kötülük denen mücevheri. Baba oğul arasında söze dökülemeyen bu gizli husumet, Veli'nin ruhunu incittikçe, hayatla bağını güçlendiriyordu, maalesef..

Salı, Eylül 18, 2012

Sahipsiz


(...)
 
Birlikte uyuyalım
Gökyüzü bulut toplasın o sıra
Dışarıda sırça bir yaz dağılsın
Kamaşan ezberi adsız yüzlerin
Sıkılmış bir yumruk gibi
Aynı düşü görelim
Aynı hançeri çekelim izbe yaralarımızdan

Pazartesi, Eylül 17, 2012

Güle güle Kurthan Hocam

Öğrencilerinin en tatlı Hocası, bizim de sohbetine doyamadığımız, bal damlayan ağzına biraz daha anlatsa diye hayranlıkla baktığımız, paha biçilmez hayat dersleri damıttığımız "mesai arkadaşımız" Kurthan Fişek'i kaybettik.

Ailesinin, öğrencilerinin, Bab-ı Ali macerasında yol arkadaşlığı ettiği, var'olma savaşlarına  koşulsuz omuz verdiği herkesin başı sağ'olsun..

Nur içinde yat Hocam!
.
.

Pazar, Eylül 16, 2012

Yapabilirim...

"İsmi Ali olan bir oğul. Ama istediğim bu değil. Ben, ismi Ali olan bir Peter Pan olmak ve pencerendeki buğuya kanatlı bir yunus çizmek istiyorum. Yapabilirim."

Cumartesi, Eylül 15, 2012

Ali..



(...)

Ali babasından sadece tek bir kez tokat yedi, o da Chevrolet'nin camına minik elleriyle bıraktığı beş parmağın hikmeti. Tokatı da, gerekçesini de hiç anlamadı, sorgulayamadı. Babalar, oğullarını da dövebilirdi, annesine göre. O sebepten olsa gerek babasını seviyor mu, korkuyor mu, özlüyor mu hiç bilemedi ama saygı duyması gerektiğinden adı gibi emindi. Anlayacağınız, sevgi, o zamanlar da makbul bir kavram değildi. Babası Şükrü Bey uzun yol şoförüydü, o kadar uzak yola gidiyordu ki, ayda bir- iki gece dönebiliyordu oğlunun ve karısının yanına. Ali hep babasız ama illa anneciğiyle yaşıyordu Şişhane'nin yokuş üstü mahallelerinden birinde.  

Ali doğmadan çok önce gelip yerleşmişlerdi bu mahalleye. Karne zamanlarıymış. Çaya kuru üzümün eşlik ettiği, ekmeği, tütünü karneyle aldıkları zamanlar yani. Şişhane, kısa süren bir düzlükten sonra ahşap levanten evlerinin iki yandan eşlik ettiği Arnavut Kaldırımlı bir yokuş olur, denizi görünce kesilir, yerini küçük kayıklara bırakırdı. Sağa dönünce de Kasımpaşa işte.. Eşekleriyle şehre göç eden Arnavutların ilk durağı da Şişhane semtinin arka uçları ve dahi uçsuz bucaksız bostanları olan Kasımpaşa civarıydı ki buralar Ali'nin menzili dışındaydı. Henüz.. Evlerinin önündeki küçük tarlalardan adeta saksıda çiçek özeniyle yetiştirdikleri nebatları, öz evlatları gibi ihtimam gösterdikleri eşeklerine yükler, sabahın er vakti karınca sürüsü düzeninde yokuştan yukarı yayılırlardı. Öğle vakitleri her mahallede "Tazeee!" sesleriyle, sokakları tıkırdatan nal sesleri birbirine karışırdı. Oyunbaz çocuk sesleri telaşlı kadınların emir kipiyle biten cümlelerine yarenlik ederdi. Ali de yetişti o zamanlara. Köşeden sesini duydu mu Arnavut'un, saklanırdı. Az sonra oyunlarını bölecek olan, sepetsiz evlere servis eziyetinden kaçmak için. Sokağın o küçük parke taşlarına bu dev gibi adam yüzünden "Arnavut Kaldırımı" denildiğini sanırdı.

Ali, her yaz, az aşağıdaki büyük caminin avlusundaki küçük dükkanda satılan leziz limonlu akidelerden yemek için mahallenin diğer kopilleriyle birlikte kuran kursuna gidiyordu. Çünkü imamın karısı Beriha, kursa gelmeyen çocuklara şeker satmıyordu. Her yaz çalışmaya da heves ederdi, yaşıtları gibi. Girip çıkmadığı iş, çırağı olmadığı usta kalmadı Ali’nin. Önce mahallenin Rum bakkalı Lambo’ya çırak oldu. Sayesinde Rumca öğrendi ama, cürmünden ağır siparişleri teslim etmekten yorgun düşünce anneciği kıyamadı ve bakkal çıraklığından oy birliği ile ayrılmasına karar verildi. Sonra sırasıyla arka mahalledeki berbere, köşedeki döşemeciye, Balıkpazarı’ndaki ciğerciye, hatta melek gibi olduğuna tüm mahalle, top yekün ikrar edilen, Arnavut'a bile çaresizce çırak oldu ama bir türlü dikiş tuturamadı. 

Hakkını yemeyelim Ali’nin, bu sefer suç onda değildi. Arnavut'un semiz otu küfelerini koştuğu eşeği Dora ile sorun yaşıyordu. Allah için en kolay işiydi. Bütün gün Arnavut'un yamacında yürüyor, işaret edince, var gücüyle  “Zambirzooot!” diye bağırıyordu. Bu kısmında sorun yok. Sorun, Dora'yı ahıra götürüp, doyurup, kaşağılama kısmında başlıyordu. Arnavut'un, boku boncuklu yaşlı eşeğiyle Ali’nin yıldızı hiç barışmamıştı. Bir sabah boynuna bağlı yem torbasını çıkarırken elini kapınca, Ali hayvanın böğrüne tekmeyi basıverdi. Hayvan yere devrildi. Bir daha da kalkamadı. El kadar çocuk diyorsun ama deli kuvveti var, diye öfkeyle anlatıyordu Arnavut, iş dönüşü köşede kıstırdığı yorgun Behiye'ye. O günden sonra çalıştığı her işte elini kaptıracak bir eşek buldu, Ali bir baltaya sap olamadan yirmi yaşını doldurdu. 







Salı, Eylül 11, 2012

Yeniden: Anlamın bir günü vardır, günün bin anlamı..

Terso gündür nazarımda. Hayatımın bütün ters köşeleri 12 Eylül'e denk gelir. Babam, "ağzınla lanetliyorsun otu boku, kafanı bu tür boş inançlarla doldurma!" diye uyarırdı çocukken, olmadı. Ananemin zihnime nakş'ettiği batıl inançların çoğunu üzerimden atmış olsam da kara kedi görünce tırsarım. Gece sakız çiğnerken sanki ağzımda kekremsi bir tad oluşuverir. Merdiven altından geçemem, korkarım. "Uğursuz gün" tanımıyla içini ite kaka doldurup, başköşeme oturttuğum 12 Eylül, bütün haybeci inançlarıma inat yaşam piyangosundan payıma ağır bedeller getiren boktan bir tarihtir neticede. Babamı gömdüğüm, evimi terk'ettiğim, arkadaşımı gömdüğüm, işimi terk'ettiğim, dişimi kırdığım, oğlan'ın öldüğü gündür, say say bitmez anasını sattığımının!

Velhasıl birkaç yıl arayla her bokun başıma geldiği bir gündür. Özellikle son 12 yıldır, Eylül başından itibaren gerginliğim artar. Durmaksızın babamla ilgili anıları hatırlar, anlatır, yazarım. 11 Eylül'de bir yumruk oturur mideme, 12 Eylül mutsuzluğumun şahikasıdır. Hep söylüyorum, iyi kalpli bir insanım. Bu sebeple olsa gerek, dara düştüğümde ferah bir kapı açılır, gün doğar, içimi aydınlatan temiz bir gerekçeyi kucağıma bırakır yazgının bereketli elleri. Müteşekkirim. Tıpkı bu gün gibi. Artık 12 Eylül'ü ölümle değil, doğumla hatırlamak, kutlamak ve bu talihsiz çemberi kırmak için on numara sebebim var.

İyi ki doğdun...



**Bu yazı ilk kez 12 eylül 2009 günü  yayımlanmıştır.

Fethi Usta..

(...)

Asmalı Mescid'in en fiyakalı sokağını yuvarlayarak tam köşesine yerleşen, cumbalı, mermer basamaklı, altı katlı apartmanın en üst katında Fethi Usta, karısı Hatice ve iki kızıyla birlikte yaşıyordu. Bir de oğlu vardı Fethi Usta'nın, olmaz olasıca.. Bu oğlanın derdinden hastalık sahibi oldum diye, söyleniyordu her gece, ille de çilingir kurulunca. Allah da biliyor, asker ocağından döneli beri, ben diyeyim otuz yıldır neredeyse tek öğünle besleniyordu Fethi Usta. Hoş, faydasız oğlu Veli'nin, sarhoş bir gece yarısında koca salon camını yerle yeksan ederek cehennem olup gittiği o günden sonra da, sabah akşam demedi, kendi evinde de tek bir kez sofraya oturmadı ya, şimdinin konusu değil bu mesele. Oğlu Veli gidince rahat mı etti Fethi? Yine her sabah selamsız soluksuz yapışıveriyordu menteşesi boklu kapı tokmağına da, dar atıyordu yorgun bedenini evden dışarı. Derin bir soluk alıyor, cebinden baba yadigarı tabakasını çıkarıp, avucunda gezdiriyordu bir süre. Hep bırakılmaya yeminli sigaralardan birini dudağına kıstırıp, iniyordu basamakları. Tuz ruhu yemekten rabbiyesi silinmiş, on sekiz mermer basamağı yıllardır ezber ederdi ayakları. Çift kapılı dairenin önünde durup, sigarasını yakıyor. Her seferinde.. Porselen tokmaklı kapının önünde duran saksının toprağına sotalı anahtarla, üşenmeden, hevesi dinmeden onca yıldır, Matilda'nın asma kilidini açıyordu.

Matilda kim mi? Hani başlarına erkek belledikleri, Tünel'de işportacılık yaparken, o illetli Eylül günü tam da akşam alacasında tezgahını toparlarken, yanaşıp 'Pis Yahudi!' diye, tekme tokat girişen bir adapsızı bıçaklayınca, yaradana sığınılıp girişilen, kan revan meydan dayağını takiben sokaklarda sürüklenen sonra da nezarete düşen ve bir daha da izi zinhar bulunamayan dayısı İshak'ı mezarsız bırakıp, anacığını alıp, apar topar Yafa'ya göçen yeşil gözlü. Hani doğup büyüdüğü, şimdilerde eşyalarıyla birlikte olduğu gibi kilitli duran, beşinci kattaki dairenin de, altı katlı Nergis Apartmanı'nın da asıl sahibi Matilda. Gayrısı yok! Fethi Usta ve Matilda'nın dostluğundan şüphe edenle külahları değişiriz, bilesiniz. Ezcümle, Fethi Usta uzun yıllardır çalıştırdığı matbaanın yanı sıra Matilda'nın ata yadigarı evine göz kulak oluyor işte, kurcalamaya değmez.

Fethi Usta'nın edindiği bu tuhaf vazife, gözünün nuru, kınalı kızı Beyhan'la yaşıt, neredeyse. Eşrafa göre onca vakti bilabedel heba ettiği yetmezmiş gibi karısı Hatice ve büyük kızı Nadide de, -sahibi demode bulsa da bu isim Fethi'ye neneciğinin yadigarı- ayda bir, insansız evin temizliğini de yapıyorlardı. Bir tek Hatice şikayetçi değildi, mahallenin ruhu kokuşmuşlarına tasası düşmüş bu zul'den. Eline mi yapışıyordu? Toplanan kira paralarıdan, o da toplanırsa elbette, Matilda'nın zoruyla, yemin billah, deterjan parası ayırıyordu Hatice, hepsi bu. Haftada bir merdaneli emektarda yıkadığı, bilek kuvvetiyle sıktığı modası çoktan geçtiği halde inatla çivitlediği çamaşırları da Matilda'nın balkonuna seriyor, sahipsiz bellemesinler diye kapısının önünde Fethi'nin eski ayakkabılarını istifliyordu. Kocası evi terk ettiğinde de aylarca adamın gömleklerini yıkayıp asmıştı pencere önlerine, erkeksiz kaldı demesinler diye. Fethi Usta bir kez evi terk etti, evet. Şimdinin mahalleye başı önde girip çıkan, geçkine bile yan gözle bakmayan sadık kocası Fethi, Hatice'nin deyimiyle kuş kanadını kırmadan önce pek çapkındı ve karnı burnunda karısının eteklerine yapışmış gözü yaşlı bebelerinin hasretini bile görmezden gelecek efsane bir aşk yaşamış, yuvasını dağıtmayı göze almıştı.

Onca yıldır, Refik'in meyhanesinde istisnasiz her gece kurulan çilingir sofrasında, kadehini masaya vurup yudumlayışının, o şarkıyı nerede duysa gözünden akan yaşın sırrıdır bu izansız aşk.. Matbaadaki ışıklı masanın kilitli çekmecesinde saklanan yarısı yırtık bir fotoğraf, birkaç mektup da, bu aşktan bakiye kalan..

Kapın her çalındıkça o mudur diyeceksin...
Beni kaybettin artık sen çok bekleyeceksin






Gam..



gözlerinin çöküşü iç yakan.

sensizim artık,
o da mı sana gam?

2006/ R.

Pazar, Eylül 09, 2012

Ahmet..

(...)
Ahmet'in babası Macenta Nazmi, o elim kazada ölene kadar Fethi Usta'nın matbaasında baskı ustası olarak calışmıştı. Ahmet de yaz tatillerini sıcak ve gürültücü matbaada mürettip yamağı olarak geçirirdi. Hoş, babasının ölümü kaza mı, değil mi hâlâ muamma... Nazmi'nin güzelliği yedi düvele destan karısı ve dahi Ahmet'in anası Leyla, Amerikan Konsolosluğu'nun gece bekçisi Ayı Orhan'la kaçtıktan iki ay sonraydı. O sabah, can dostunu kolsuz vaziyette matbaanın zemininde kanlar içinde yatarken bulmuştu, Fethi Usta. Rivayet o ki Macenta Nazmi, Elhamra Sineması'nın kim bilir kaç yıldır vizyonda tuttuğu meşhur Hint filmi, 'Avare'nin yerine nihayet iftiharla gösterime sokacağı, Ömer Şerif'in son filmi, 'Doktor Jivago'nun afişlerini yetiştirmek için tek başına sabahlarken, sağ kolunu -göstermek gibi olmasın tam da dirseğinden itibaren- makineye kaptırıp, kan kaybından ölmüştü. Çığlığını duyan olmamış, belli ki Nazmi de acısına derman aramamış, yaşama tutunmamıştı. Olay yerine hızlıca gelen hükümet tabibinin, matbaanın zeminine yayılan kan gölüne uzun uzun bakıp, sessizce kafa sallayarak doldurduğu ölüm raporuna göre mevta, niyet etse, yardım gelene kadar dayanabilir, haddizatında makinenin tam arkasındaki duvarda asılı duran İlk Yardım posterinde de gösterildiği üzre, kolu kemer marifetiyle iyice sıkarak kan kaybını dahi yavaşlatabilirdi. Fethi, aylarca matbaaya adımını atamadı. Tek marifeti can dostunun kolunu kapmak olan melun makineyi elden çıkardı. Doktor Jivago, Atlas Sineması'nda gösterime girdi. Afişler elde kaldı. Elhamra Sineması da iflas bayrağını çekip salonu kapattı. Tiyatro olacak diyorlardı, kim izleyecekse?

Önce öksüz şimdi de yetim kalan Ahmet'e, Fethi Usta'nın karısı Hatice sahip çıkmıştı. Üç çocuk anası Hatice'ye ilaç gibi gelmişti Ahmet'in varlığı, faydasız oğlu Veli'nin dolduramadığı gönül tahtını ona ikram etmek için bir an bile tereddüt etmedi. Ahmet, babası öldükten sonra eğitimine devam etmek istememişti. Kimse aksine ikna edemedi. Ödenmez borçlar içindeydi fikrince.. Bu aileye olan gönül borcunu ödemeye and içmişti bir kere. Matbaada paspas yapıp, harf dizecek yaşı geçince de Veli'nin taksisinde gece şoförlüğü yapmaya başladı. Taksinin alındığı günü dün gibi hatırlıyor Hatice, çamaşır yıkıyordu. Klordan sakındığı, her öfke krizinde sayısını artırdığı, Adana Burması bileziklerini kaptırmıştı faydasız oğluna, yetmemiş kalan senetlere de parmak basmıştı.

Bütün bu olan bitenden daha da önemlisi, Ahmet asker kaçağı. Hatice'nin Ahmet'i helâl süt emmiş bir kızla baş göz edemeyişinin tek gerekçesi de bu kaçak olma hali. Hatice Ana'nın şakası olmadığını bildiğinden midir, evlilik müessesesine inancı kalmadığından mıdır bilinmez amma, Ahmet, üç koca yıl boyunca kutsal vatan vazifesinden kaçmayı becermişti taa ki, Veli'nin göz bebeği Kırmızı Murat ile Maslak yolunda kaza yapana kadar. Kaza esnasında arka koltukta oturan ve camdan fırlayarak yolun ortasına yapışan Veli ile dostu Sarı Pakize, dört saat asfaltta inledikten sonra olay yerine ulaşan ambulansla hastaneye kaldırılmışlardı. Sekizde sekiz kusurlu bulunan kamyon şoförünü nezarete, Ahmet'i yaka paça askere almışlardı. Murat 124 de hurdaya çıkmıştı. 'Cana geleceğine mala gelsin', diyerek geçiştirmişti Fethi Usta kazayı, Hatice mutfak masrafından artırdığı kefen parasını ciğeri yana yana, sadaka niyetine yedi fakire dağıttı.. Elde kalan, Veli'nin kaval kemiği.. O gün, bu gündür Aksak Veli'dir lakabı..

Ahmet, karga tulumba askere alınmadan önce Tünel'deki meşhur havlucunun tam yanına, hem de çalıştığı taksi durağının tam karşısına açılan lüks kuaförde manikürcülük yapan Rum kızı Tasula ile gönül eğlendirmekteydi, her çapkın müslüman evladı gibi. Allah için Tasula ve Ahmet'i İstiklâl'de dahi el ele gezerken gören olmamıştı. Aşk yaşadıkları konusunda ise Huriye'nin yalancısıyız. Yalan mı? Kaç kere elinde rugan topuklu iskarpinleriyle ciğerci kedisi gibi Ahmet'in paspasında dikilirken görmedi mi, ipek çoraplı Tasula'yı? Ortada bir yalan varsa Hatice'ye göre, o da Tasula'yı Dergazaryan'ın önünde kıstırıp, Ahmet'in yakasını bırakması için gözdağı verdiğidir. Üstüne mi vazife?



.



Cumartesi, Eylül 08, 2012

Zuhal Abla..

(...)

Ali, annesi geç vakitlere kadar çalıştığı için okul dönüşü soluğu üst kat komşusu, tatlı Zuhal Abla'sının yanında alıyor ve dahi bazı geceler onun inceden hırıltılı, ferah feza koynunda uyuya kalıyordu. Annesinin mahir ama pürüzlü elleri çivit kokuyor, gönlünü bulandırıyordu. Oysa Zuhal Abla'sı öyle mi? Yatağı da kendisi gibi gül kokuyordu her daim.. Uykusunda sayıklıyordu Zuhal bazı geceler, ninni niyetine kulak kesiliyordu Ali Bebe.. Bu meret yalnız içilmez diyerek, Ali'yi rakı sofrasına ortak ediyor, kırık sesiyle şen hikayeler anlatıyordu. Gitmediği yerleri, göz aşinalığı tesis edemediği masal kahramanlarını, efsaneleri ve dahi sinema filmlerini hep ondan dinledi. Zeus'u kadın düşmanı, Hera'yı fıtratı delikli bir aşifte belledi. Nasıl ki Kirk Douglas asi bir köle, Burt Lancester alt tarafı cambaz ve Rus da olsa mümtaz bir doktorsa Ömer Şerif, kadın düşmanının tekiydi Zeus da neticede. Zuhal, iki duble rakı eşliğinde külhani bir tavırla alt üst etti her efsaneyi, hikayeyi, meşrebince ezberletti Ali'ye hayatı, yaradanı, yok edeni, ezeni ve ezilenleri...

Ait olunamayan kadınlardandı Zuhal. Herkesin yakasına takmak isteyeceği, herkesin vazosuna koymak isteyecegi bir nilüfer çiçeği gibiydi, öylesi derin sularda köksüzmüş gibi salınıp, nefes almaya calışıyor lakin bulunduğu suyla birlikte kirleniyordu. Zuhal'ın tatlı sesiyle anlattığı hikayeler Ali'nin istihab haddini aştığında başını serin baldırlarına emanet edip, hayale dalıyordu. Dudaklarının kenarına ilişmiş iki küçük çentikten, otuz iki kısım tekmili birden kahramanlar biçiyordu. Kâh Beyaz Atlı Prens oluyordu, kâh Sinbad. En çok da Güliver olmayı seviyordu. O zamanlarda uzanıp, alıveriyordu Zuhal'i dev avuçlarının içine dar bulanık sulardan, mendil cebinde saklıyordu. Pek çok gece de al yanaklı Gratel olup, Zuhal'in alev topundan mamül bir pastayı andıran memesini kıpırtısız ellerinde zapt'etmeye çalışarak, güvenli uykulara dalıyordu.

Perşembe, Eylül 06, 2012

Feride..

(...)
Giriş katındaki dairenin bir odasında Feride Hanım ve genç irisi dostu Kürt Kemal, diğer üç odasında da Feride'nin sahne kostümleri yaşıyor. Feride, güzelliği dillere destan olmuş bir genç kızken, lüks, evet lüks yaşama heves edip kendini önce Yeşilçam Sokağı'na, oradan faydasız yapımcıların kucağına atmış sonra da gazino sahnelerine düşmüştü. Figürandan hallice birkaç küçük rolden ve kabuk bağlamaz onca yaradan sonra ilk baş rolünü ifa ederken, filmin Adana Galası esnasında, eser miktarda hayranının dimağında tatlı bir klişe olmaya heves etmiş, Antepli Sinemacı Hakkı Bey'e yapışmış, kapatması olmuş, Hakkı Bey'in süs bebeği koleksiyonuna dahil olduğunu idrak ettikçe de alkole sığınmıştı. Güzel günleri olmuştu Allah için. Yedirmesini, gezdirmesini, kadın gönlünü eylemesini bilen, hâzâ 'Antep Beyefendisi'ydi Hakki Bey, ama o kadar. Feride, bu para babası, babacan adamın, Ankara'da bir otel odasında koleksiyonunun yeni parçası olmaya niyet etmiş o kademsiz tazenin koynunda zamansız, adapsız vefatından sonra varisleri tarafından beş parasız bir halde kapıya konmuştu. Hayal kırıklığına sarınmış, tığ-ı teber şah-ı merdan Feride, İstanbul'da bir süre büyük gazinolarda solist altı olarak calışmış, her seferinde de alkol sevdası yüzünden yevmiyesinden ve işinden olmuştu. Şimdilerde, ayık kalabildiği nadir anlarda Yenikapı sahilindeki pavyondan hallice ikinci sınıf müzikhollerin ve anadolu pavyonlarının 'Vedet Solisti' olarak ömür tüketiyor. Kırklı yaşlarını yani rivayet olunur ki kadın denen varlığın en verimli çağlarını idrak ediyor olmasına rağmen daha bedbin ve yaşlı görünüyordu. Kürt Kemal ise, Feride'nin Adana'da calışırken kaldığı otelde tanıştığı, İstanbul'a gelip zengin olma hayalleri kuran vasıfsız bir asalak irisi. Ne iş yapar diyorsanız, Feride'nin çantasını taşıyıp, parasını yemekten ve kadını öldüresiye dövmekten baska bir halta yaradığı görülmemiştir. Allah için, yani aramızda kalsın ama sesi Feride'den daha güzel. Bazı geceler üst kat komşuları olan Muhsin'in bekar odasının penceresinden, apartman boşluğuna süzülen bağlama nağmelere eşlik ederek, yanık yanık türkü söylüyor. Lakin bu maharet Kemal'i hoş görmemize yetmeyecek, bu böyle bilinmeli..





.


Çarşamba, Ağustos 29, 2012

Veli

(...)

Veli, en çok da Ahmet'in hiç kısa pantalon giymemesine bozuluyordu. Çocuk dedigin, tıpkı onun gibi, Ziba'yi ziyaret edebilecek yaşa gelene kadar kısa pantalon giyerdi. Çünkü uzun pantalon, ergenlikten kurtulmanın ve erkek olmanın biçimsel olarak ödüllendirilmesiydi. O gün geldiğinde, babalar oğullarına el verirdi. Sessiz bir eşlikle, şefkat yaşını idrak etmiş etine dolgun bir kadına ve onun her dem ılık yatağına teslim ederdi seni. Titrek bir çocuk olarak girdiğin aydınlık odadan, al yanaklı bir erkek olarak çıkardın. Ödülün de, şanslıysan Orozdibak'tan değilsen Sümerbank'tan alınmış, gabardin kumaştan, çift pilili, yandan cepli, fermuarlı, duble paça bir pantalonluk kumaş olurdu. Yokluğun yarattığı bir karizması vardı Ahmet'in ve bu Veli'yi deli ediyordu. Oysa Ahmet'in, baba eskilerinden devşirilmiş, ters yüz edilmişleri giydiği kimse için sır değildi. O zaman da kafası basmıyordu hayatın can yakan inceliklerine. Kaz kafalı Veli!

Pazartesi, Ağustos 27, 2012

yağmur..


Henüz soğutulmamış bir yokluk bırakarak gidenlerin ardından yeni bir isim koymaya çalışıyorum kendime, sulugöz'den başkası gelmiyor dilime, gözyaşının tuzuysa hiç değişmiyor... 


Pazar, Ağustos 26, 2012

Harfsiz kalan..


Sesim boşluğa karışmış hırıltılı, 
bir otobüs bileti belki, 
gitmek için buralardan.. 

Hep böyle oluyor.
İlk ne zaman olmuştu, kendimi ne denli zorlasam, anımsayamıyorum yine de. Ne yapmıştım da böyle olmuştu, ben ne söylemiştim? Sihirli bir sözcük... Bu sözcüğü yeniden bulabilsem, harflerim de yeniden sarılsalar saray danslarında gibi, görünmez bir rüzgarla ayaklar yerden kesik, bir o yana, bir bu yana.. Yer değiştirerek, kıpır kıpır, eller bellerde ve avuçlar terli, çıkıp gelseler yine kendi boşluklarından uçuşarak, kendiliğinden yanaşarak birbirlerine, yalnızca yarattıkları bu uyumun bilinciyle ve bir sonuç olarak kalan bilinçleriyle yeniden anlamlanırlar mı acaba? 
Denesem, 
ağzım kuruyup içim boşalana kadar saysam, 
durmaksızın konuşsam...
Bulsam o sözcüğü!
.
.
.


Temmuz 2010 Angkor Wat/Siem Reap- Dilek Gezer
 

Çarşamba, Ağustos 22, 2012

Yeni Sezon Başlıyor


Bütün yaz çalıştım. Tatile gitmedim. Okudum, yazdım ve dizi izledim. Kuzey Güney'in tekrar bölümlerini, Game of Thrones'un 2. sezonunu, yeniden çevrilen Dallas'ı, House'un son iki sezonunu, BBC'nin dudak uçuklatan Sherlock'unu ve daha nicesini izledim. Hayırlısıyla, Türk televizyonlarında da yeni sezon başlıyor.

Bu yaz görücüye çıkanlar arasında en dikkat çeken iş, şüphesiz, İşler Güçler oldu. Keşke şekli ve reji esinlenmelerine verdikleri önemi hikaye örgüsüne de verseler de, ilgili kanal, projenin devamı için Acun Ilıcalı'dan icazet almak (!) zorunda kalmasa.. Ahmet Kural ve Murat Cemcir olağanüstü yetenekli oyuncular, kabul. Fakat hikaye yürümüyor. Böyle olunca da bize kalan peş peşe bağlanmış komik sahneleri izlemek oluyor. Selçuk Aydemir bu hatayı daha önce de yaptı. "Üsküdar'a Giderken" de aynı sorundan yani hikayesizlikten patlamadı mı? Neyse.. Netice olarak İşler Güçler, düşünülmüş, kafa yorulmuş, ince ince planlanmış, emek verilmiş ve iyi canlandırılan bir iştir, yolu açık olsun.

Kuzey Güney, geçen sezon düzenli olarak izleyemediğim ama hikayesinden çok Kıvanç Tatlıtuğ'un olağanüstü oyunculuk seyahati sebebiyle göz attığım bir dizidir, bu sezon da ilgim aynı boyutta olacak. Yüksel Aytuğ da duysun, bu genç adamın oyunculuğu biraz daha ehil ellere teslim edilebilse uluslararası kıratta bir star olacak; o kadar azimli, çalışkan, istekli ve yetenekli geliyor bana.. Ve Kuzey Güney de bu sezon yönetmen değiştiriyormuş. Haddizatında değiştirmiş. Aşk dizilerinin başarılı kadın yönetmeni Hilal Saral görevi, sürpriz bir çıkış yaparak kalbimize taht kuran genç yetenek Mehmet Ada Öztekin'den devr'almış. Belli ki bu sezon her açıdan biraz daha "kadın" ve "aşk" kokacak hikaye.. Açıkçası yayınlanan yeni sezon fragmanında ilk saniyeden itibaren ters köşeye yatmadım amma, Mehmet Ada'yı özledim. O çekseydi, durumu son saniyeye kadar sömürürdü, eminim. Ne yalan söyleyeyim, projelerinin düzenli izleyicisi olamasam da küçük anlardan ve sıradan olaylardan, 110 dakika tansiyon üretme ve büyütme ustası olan Ece Yörenç ve Melek Gençoğlu'nun, Kuzey Güney'de ne yapacaklarından çok, bu kış yoğunlaşacaklarını açıkladıkları Cevdet Bey ve Oğulları'nda gösterecekleri performansı merakla beklemekteyim.
Bu arada Mehmet Ada Öztekin de hep hayalini kurduğu gibi uzun metraj çekmeye gurbete gitmiş. Nice nicelerine..

Kanal D'nin yayına hazırladığı Kayıp Şehir'in senaryo yazarları arasında çok sevdiğim bir kalem var: Murat Uyurkulak. Roman bekliyorduk, dizi yazmaya karar verdi. Hayırlısı. Umarım sektörün kiri pası keyfini kaçırmaz, kalemini yormaz. Uyurkulak başımızın tacıdır lakin, dizinin daha  fragmanından itibaren ortama yayılan ve narin burnuma sinen ağır didaktik yapısı oldukça can sıkıcıydı. Fragman zaplanır mı? Zaplıyorum denk gelince.. Üstelik, bana göre önemli boyutta kadro hatası da var. Örneğin ekran seyircisi, yıllarca evine Yaprak Dökümü'nün ağlak ve kadersiz kızı Leyla olarak konuk olmuş Gökçe Bahadır'ı "Sermaye tadında ağır abla" olarak kabul edecek mi, emin olamadım. Uğur Polat da cabası.. Ah, elbette Ahmet Mekin bu diziyi izleme sebebim olacaktır, orası ayrı ve sırf Mekin Usta ekranda kalsın diye ellerimi açıp dua etmeye ve ettiğim lafı yemeğe hazırım, böyle biline. Buna rağmen itiraf etmeliyim ki Kayıp Şehir ile hemen hemen aynı tema üzerinden yürüyecek olan Ağır Roman'ın tanıtımını daha sıcak ve samimi, kadrosunu daha başarılı buldum. Hepsinden geçtim, Ağır Roman-Yeni Hayat'ın kadrosunda ekran oyuncuları arasındaki tek 'Altın Çocuk' adayım, Onur Saylak var. Nihayet birileri de bu genç adamı jön olarak kabul etti.

Bu sezon hiç değilse tek bir gece için Atv'nin tuzu kuru... Ay Yapım'ın hazırladığı "Karadayı" konusunda pek köklü endişelerim yok. Allah için, Kenan İmirzalioğlu ve Çetin Tekindor 110 dakika tavla oynasa, bunu da Uluç Bayraktar ve Cem Karcı çekecekse izlenir. Kulağıma çalındığına göre de muhteşem bir set oluşturuyorlarmış Kundura'da. Projenin kadın oyuncusunun Bergüzar Korel olması (çünkü bir seyirci olarak Korel'de oyunculuğa dair bir tutkunun varlığına inanamıyorum ve şimdiye kadar yer aldığı projelerdeki oyunculuğunda da bu tutkuya dair küçücük bir ipucu görmedim, izlemedim.) ve hikayeyi Sema / Eylem ikilisinin yazıyor olması biraz tadımı kaçırdı. Açıkçası bu ikilinin kalemleri, "Soap Opera" dediğimiz sündürmeli entrika türüne çok yatkın ve ekran yazarlığı konusunda "Gümüş" ile "Sıla" dışında nazarımda elle tutulur bir başarıları da olmadı. Yine bana göre, Kenan İmirzalioğlu'nun da şu anda en son ihtiyacı sündürülmüş, ağlak bir hikayede yer almaktır;  özellikle de Ezel'in (ilk sezon parlaktı. kabul) 'Art House' piyasasına dudak ısırtacak emsalsiz başarısından sonra..

Geçen sezon düzenlediği tanıtım yemeğine oyuncularını dizi karakteri olarak getirten ve bu ilerici hareketle sektöre sis bombası gibi çöken Osmanlı Kıyam, bu sezon da devam ediyor. Ancak dizinin oyuncu kadrosu biraz değişmiş.  Özcan Deniz (aka Seymen Ağa Forever) halen sır gibi saklanan bir karakterle hikayeye giriş yapacakmış. Resmen açıklandı mı bilmiyorum ama diziyi (Habertürk yazdı galiba) Abdullah Oğuz çekecekmiş. Bakalım sonuç ne olacak. Eflatun Film, TRT için "Şubat"ı hazırlıyor. Başarılı olur, olmaz o ayrı mesele, ancak takdir etmek gerekir ki iki seferdir ekran müdavimlerinin dimağının dahi alamayacağı cesur adımlar atıyorlar. Ekran eleştirmenlerinin en şeylerinden biri olan Yüksel Aytuğ'un da dikkatini çektiği gibi ve daha Haziran ayında Ekşi Sözlük'te yazıldığı üzre, hikaye 80'li yılların bombası "Güzel ve Çirkin"i andırıyor. Beni bozmaz. Senelerdir çalıp çırpıp eline yüzüme bulaştıran sektör, esinlenerek yüz akı bir iş çıkaracaksa dilimi keser arka cebime koyarım arkadaşım. Bu sebeple Şubat, tıpkı Leyla ile Mecnun gibi bu sezon ilgiyle takip etmek istediğim dizilerden biridir,  her iki projenin de yolu açık olsun.

Gelelim, Öyle Bir Geçer Zaman Ki ve Gün Koper meselesine.. Tatlı yüzü ve reji başarısı olarak gördüğüm parlak oyunculuğuna rağmen Küçük Osman'dan kurtulduğumuza çok sevindim. Delikanlı Osman'ın daha bebek yüzlü biri olmasını isterdim ama, Gün Koper'e de kanım ısındı. Başta projenin yönetmeni Zeynep Günay Tan ve ilgili ekibin oyuncu seçiminde gösterdikleri basirete güvenim sonsuzdur. Bu dizinin oyuncu değişikliğinden daha önemli sorunları var. Biliyorsunuz ki projenin içinde çok sevdiğim, saygı duyduğum isimler olmasına rağmen son sezonu izlemedim, sadece zaman zaman baktım. Hikaye kendini perişan etmişti. Lime lime döküldü, sezon finaline zor vardı. Israrla söylüyorum, Coşkun Irmak bu sezonu kazasız belasız atlatmak istiyorsa kendine bir hikayeci almalı. Kendi başıma yazacağım diye kasmamalı.  Eğer hikaye yüzünden taklaya gelmezlerse bu sezonu bitirir, bir sezon daha yürür gider bu proje..

Gold Film'in Kanal D için hazırladığı Kötü Yol'u, Ahmet Mümtaz Taylan konuk olduğu için üç bölüm izledim. Vakit bulur, denk gelirsem izlerim, müptelası olmadım. Şükran Ovalı'da ham bir yetenek var. Umarım ehlileştirmeye zaman bulur ama, şimdilik oyunculuğu ilgimi çekmiyor. Kötü Yol'un zihnimde bırakacağı en iyi hatıra nihayet Cansel Elçin'e kendi sesini kullanma imkanı tanımış olmasıdır. O kadar.. Suskunlar'ın çok başarılı yönetmeni Çağatay Tosun ayrılmış diyorlar. Hikaye zaten çok tatlı ve özenli yazılıyordu. Pınar Bulut, ekranda örneğine nadir rastladığımız derinlikte karakterler yaratmıştı, bu vesileyle de gönül tahtımdaki naçiz yeri Kerem Deren'den hızla kapmıştı. Sarp Akkaya ve Murat Yıldırım da, kafadan Al Pacino olmayı hedefleyeceklerine, az mimikli ve daha doğal oynamayı göze alırlarsa, dizi bu sezon da tadından yenmez. İki başrol oyuncusunun abartılı oyunculukları bu sezon başlarına bela olabilir çünkü Çağatay Tosun gibi over acting meselesini iyi çözmüş, parlak reji zekası sayesinde - sanırım oyuncuya bile çaktırmadan- durumu dengeleyecek/ sıfırlayacak kalitede ve dikkatte sahne /dünya kuran bir yönetmenleri olmayabilir.

Atlılar, bu sezon en merak ettiğim işlerden biri.. Rejide Serdar Akar, görüntü yönetmeni Selahattin Sancaklı, mekan Sofya ve civarı.. Kadro pek ilgimi çekmedi amma, mekan ve hikayenin geçtiği dönem ilginç. Açıkçası korkudan proje ile ilgili fazla bilgi de edinmedim, pür merak bekliyorum. Veda'yı merak da etmiyorum, kadrosu içimi açmadı, zannımca Kayıp Şehir ile birlikte ekrandan ilk ayrılanlardan biri olacaktır. Dilâ Hanım, Gold Film'in Star için hazırladığı bir diğer projesi. Yönetmeni Onur Tan, diziyi Zülküf Yücel ekrana uyarlıyor. Dilâ Hanım, Necati Cumalı'nın aynı adlı hikayesinden Safa Önal'ın beyazperdeye uyarladığı, 2008 yılında kaybettiğimiz Orhan Aksoy'un unutulmaz rejisi ve Türkan Şoray- Kadir İnanır ikilisinin bir daha kimseciklere nasip olmayacak imkansız enerjisiyle gönüllere taht kurmuş bir sinema filmi. Bu efsane uzun metrajın ekran seyircisi karşısında dik durması ve Al Yazmalım'la aynı kaderi yaşamaması için duacıyım. Umarım, başta  Onur Tan olmak üzere Erkan Petekkaya ve Hatice Şendil bu amansız kıyaslamadan kaçabilmek ve eseri ekranda yeniden yorumlayabilmek için yeterli başarıyı gösterebilirler. Yolları açık ve bereketli olsun.

Bahsettiklerimin dışında da yayına hazırlanan, onaylanmak için sıra bekleyen, kadro kurmaya çalışan onlarca proje daha var. Bir kısmı ilgimi çekmediği, bir kısmı kulağıma çalınmadığı ve bir kısmı da resmi olarak açıklanmadığı için bahislemiyorum. Lakin 2012- 2013 sezonu da oldukça bereketli olacak.Düşeni az, çıkanı bol bir yıl olsun..

Yeniden dizi eleştirir miyim, bilmiyorum. Bugün içimden geldi yazdım, yarına Allah Kerim!..


Böyle yani..


.
.
.



Fotoğraf ilgili kanalın resmi websitesinden alınmıştır.

Pazartesi, Haziran 25, 2012

Badem Ezmesi..

Hasan Usta, belki de saatlerdir peşimde dolaşıyor. Karnım aç ve canım ekmek arası beyaz peynir, turşu istiyor. Salatalık Turşusu. Uzlaşamıyoruz. Hasan Usta, köfte, pilav ve salata yemem gerektiği konusunda ısrarcı. Her zaman olduğu gibi. Oysa köfte pilav yersem, masaya oturmam gerekecek. Elimde ekmek arası peynirle koridorlar arasında koşturmayı seviyorum. Yaz zamanları Taşlık'ın bahçesini ne kadar seviyorsam, karlı, ayaz havalarda da Taksim Maksim'in küf kokan, dehlizlerine hastayım. Sonunda Hasan Usta, can alıcı hamleyi yapıyor, 'Bu köfteleri yemezsen annen bana kızar!' Annem, benden başkasına kızsın istemem, kimsecikler annemin dayağını tatsın istemem. Uslu usul oturuyorum beyaz kuverli masaya... Tabaktan bir köfte atıyorum ağzıma, mutfak ile kulis arasını koşarak arşınlıyorum. Sonra bir köfte daha... Bir tane daha.. Son köfteye kadar koşturuyorum. Hasan Usta'ya göre güzelim köfteleri mundar ediyorum, bana sorarsan çok eğleniyorum. O yıllarda Maksim Gazinoları bünyesinde 'All Access' karta sahip 'şanslı' insanlardan biri de bendim desem, yeridir. Patron ya da solist çocuklarına, kimi gazetecilere dahi gerekçesiz kulis girişi yasakken, gazinonun her santimetre karesinde dolu dizgin fink atıyordum. Çocuktum.

Taksim Maksim Gazinosu, çocukluğumun kişiye özel Lunapark'ı gibiydi. Dünyanın bütün dönme dolaplarından, atlı karıncalarından ve korku trenlerinden daha baş döndürücü, ışıltılı, çokça soğuk, bolca eğlenceli... Kaç çocuğun böylesi bir oyun alanı olmuştur? Cumhuriyet, Bebek, Taşlık, Caddebostan ve Taksim Maksim.. İçinde yüzlerce farklı hayat barındıran bu gazinoların koridor ve odalarında aşk, ihtiras, keder, neş'e ve şiddete eşit mesafede durarak büyümek, her canlı için kaotik olabilecek en taşkın duyguların bile sanki bir oyunmuşcasına normalleşmesini sağlamadı mı içimde? Raconsever bir kişi olmamda da o matine- suare günlerin katkısı yüksek değil mi? Sözcüklerin sıratından geçmeyi öğreten, ezber-bozan oyun alanım yerle bir oldukça parça parça kayboluyor çocukluğum... İşte bu yüzden acıyor canım...

Oysa oyun alanlarımı tek tek kaybetmeye alışkınım. Bebek Maksim kül olduğunda, bir matine günüydü. Annemle, Bebek Parkı'nın önünde taksiden indiğimiz anı hiç unutmuyorum. Taksiden inip, gazinonun bulunduğu alandaki kirli kara boşluğa baka kalmıştık. Bebek Maksim, gecenin sabaha yürüyen karanlık saatlerinde yanıp, kül olmuştu. Şaşkındık. Benim çocukluğumda, kötü haberin bile sahibine varması günler alıyordu ve sağ elim fena halde acıyordu. Annem, o akşam olanları babama anlatırken öğrendim ki gördüğü acı manzara karşısında düşüp bayılmamak için elimi sıkıyormuş. Benim ise şaşkın gözlerle gazinonun bulunduğu tuhaf isli boşluğa bakarken tek düşündüğüm, artık Maksim Gazinosu olmayacaksa badem ezmesi yemek için Bebek'e gidecek bir gerekçemin kalmamasıydı. Zira en sevdiğim tatlı badem ezmesiydi ve benim çocukluğumda Tepebaşı- Bebek arası kolay gidilip gelinen bir rota değildi. Yetmezmiş gibi taksiye binmek o devirde de pahalıydı. Üstelik sevgili babam da aile fertlerini gezdirmek için bile taksimetre açardı.

Taşlık Maksim kapandığında hâlâ çocuktum ama Caddebostan Maksim, Super Market olduğunda gelinlik çağı çoktan geçmiş haddizatında annemin tanımıyla evde kalmıştım. Bana sorarsan da hayatımın en neşeli yıllarına akıyordum, freni boşalmış Çekirge Kanat gibi. Hayat sinemamda aşk, entrika ve ihtirastan mamûl, kalabalık kadrolu yerli yapım bir film, salon balkon ayakta, kapalı gişe oynuyordu. Lafın kısası Caddebostan Maksim'in eğlence dünyamızdan yok oluşu o kadar da umurumda olmadı. Zaten pek tatlı hatıralarım da olmamıştı. Annemin evi terk edişi, Taner Şener'in kızının bir avuç suda boğulması, Mahir Abi'nin o kaknem kızla evlenmesi, Behiye Aksoy- Fahrettin Aslan ayrılığı, Emel Sayın- Selçuk Aslan aşkı, Hekimoğlu türküsüne saplantım nazarımda hep Caddebostan'ın hesabına eksi bakiye yazıldı. Neyse...

Sonunda, Kazancı Yokuşu'nun ve Sıraselviler girişinin gedikli müdavimi Taksim Maksim'i de yıktılar. En kabadayı, en renkli, en komik, en kanlı, en saçma, en mutlu çocukluk hatıralarım moloz yığınının altında kaldı. Bakalım üzerine kim tüy dikecek...



Böyle yani..

Pazartesi, Mayıs 28, 2012

Nazal havzayı sel aldı

Hastayım. Ankara'ya 25 saat süren uykusuz bir debelenme sonucunda vardığımda da titriyordum. Yorgunluktandır, geçer sanmıştım. Değilmiş. O sebeple belki de gereğinden fazla gri, soğuk ve taşralı geldin gözüme, Sevgili Ankara...

Uzun uzun anlatacağım demiştim amma, Ankara- Istanbul yarıştırmasının değişmez sonucunu açıklıyorum: Teknik Nakavt

Öyle yani..

Pazar, Mayıs 27, 2012

Durmadan

Ayrıldım. Bir arada duramayacak kadar gençtim. Hayat akıp gidiyordu ve durup bakmak için çok erkendi. Pişman değilim. Bugün olsa yine aynı kararı verir, yürür giderdim.

Ayrılık süreci sancılı.. Hele de egonuz tuzla buz edilmişse, benim gibi.. Her ses, eşya, mekan ateşi körüklüyor; yerli yersiz teselli cümleleri, hâl beyanları acıyı büyütüyor. Can havliyle yalnızlığına sarınıp, ortak arkadaşları terk edip, bilmeyenin peşinden gidiyorsun.

Ben de terk ettim. Dostluğuna sahip çıkamayacak kadar bencildim. Hem neyi paylaşacaktık? Yeni bir 'ben' peşindeydim. Görsün diye coşuyor, duysun diye kahkaha atıyor, bilsin diye anlatıyor, acıtmak için heves ediniyordum. Kan kusuyordum, bilme istedim.

Ben de gittim. Kıymet bilemeyecek kadar telaşlıydım. İsli, kirli sokağın seslerini içime çekiyordum. Bir kelepçe gibiydi zaman, bilinmezliğe yolculukların gönüllü tutsağıydım. Kendimle ilgili tüm niyetlerimi bozmuş, solmaya yüz tutan renklerimi keşf'ediyordum. Adımı duymamazlıktan geliyordum, çağırma istedim.

Şimdi burada, durduğum yerde, geçmiş süt liman. Tepemde cılız bir güneş. Kalbimi serinletiyorum gölgesizliğin uzun koridorlarında. Kaybolmak için izler bıraktığım, yeşili az betonu çok sokaklarda, ıhlamur piçi gibi, ufuksuz, günah çıkarıyorum.

Can dostum..

Unutmak; kutu kutu boyalarla gizleyip yüzümüzü öyle yaşamaktır. Kaybetmenin sararmış yapraklı defterinde boş kalan, zamansız satırlara devrik cümleler yazmaktır.

Geçmiş; zifiri karanlıkta isimsiz yapraklara fani gülücükler seçmektir hükümsüz kataloglardan.

Gitmek; bilge bir yalandır.

Kalp kanar.

Zamanın düzeltilmez sokaklarında akan bulanık bir nehir/
Nereye gidersen git / durmadan akar.

.

Cumartesi, Mayıs 26, 2012

Niksar'ın fidanları



Salı akşamı, Ulusoy'un, Ünye mermer ocağından emekli dampersiz kamyonuyla (galiba kimileri otobüs de diyor) İstanbul'dan, Tokat'a doğru yola çıktım. Malum, uçakla seyahat etmekten korkuyorum. 11 saat olarak planlanan yolculuğum, otobüsün 43 numaralı koltuğunda bir ömür sürdü. Bolu Tüneli'ne varmadan önce klima bozuldu. Otobüsün pisliğinden bahsetmiyorum bile.. Gün ağarırken Amasya'nın içinden geçerek Tokat Otogarı'na girdik. Tokat'ı hiç görmeden, yağmur yüklenip, Niksar'a doğru yola çıktım. Özel araçla. Tokat- Niksar arasındaki yol konforsuz, virajlı, delik deşik..

Niksar, -bilmem içinde yaşayanlar farkında mı ama- Canik Dağları'nın eşlik ettiği geniş ovası ve Çam içi Yaylası'nın yanı sıra köklü, derin, tarihi velhasılı şanslı bir lokasyon. Niksar'ın görünen yüzü mutsuz... Kadın nüfusu düşük olmalı, ortalıkta hiç kadın görmedim desem yalan olmaz. Yağbasan Kalesi'nin her metresini "kafeterya" olarak tasarlayan, "Niksar'ın fidanları" dışında sahip çıkacak melodi bulamayan zihniyetten çok yoruldum. Günün tam ortasında da acıktım. Elbette Erbaa gibi Niksarlı da "Tokat Kebabı"nın en iyisini yaptığını iddia ediyor. Henüz patlıcan mevsimine bir ay daha olduğu için yediğim kebap da tatsızdı, insanları gibi. Niksar illa ki şahane bir yurt köşesidir de, ben şanssız bir zamanda gitmiş, geçmişimdir ya da huysuzluğum tutmuştur diyelim. Özetle, san'at aşkıyla yanıp tutuştuğunu söyleyen lakin bir an önce ünlü olmak isteyen ergen telaşında bir şehirdi Niksar, en azından resmi hali böyle..

Yağmurla geldiğimiz Niksar'dan, Ankara'ya doğru yola çıkarken yazık edilmiş bir tarihi doku için üzülemeyecek kadar yorgundum. Uyumuşum. Çorum civarında önce sulu sonra cillop gibi kar yağmaya başladı. Yolun sağını solunu süsleyen, lunapark görünümlü dükkanlardan birinin önünde durduk. Süper Market tadında dekore edilmiş dükkanlar ıslak otobana, "Leblebi- Mescid- Visa- Wc" yazıyor, yanar dönerli led ışıklarla.. Binbir çeşit aromayla renklendirilmiş tezgahların arasında boynu bükük duruyor bizim babadan kalma sarı leblebi, ilgi alaka sıfıra dayanmış lise mezunu güleç oğlanın anlattığına göre..

Eşlikçilerim, o renkli leblebilerden kilolarca aldılar. İkrama yüz vermedim, tadına bile bakmadım. Ankara'ya doğru giderken içime yerleşen kalleş yanma hissinin gastrit değil, özlem olduğunu anladım. İstanbul'u özledim fena halde.. Ankara'yı ayrıca ve uzun uzun anlatacağım. Sanırım bu parkurun yıldızı da Amasya oldu. Tarihi dokusuna sahip çıkmış, düzgün büyümüş, heybetli bir şehir duygusu uyandırdı. Uzun süre konaklasam aşık da olacaktım. Neyse..




.


Cumartesi, Nisan 28, 2012

Mübarek Cuma

Ana akım medyamızın nam-ı diğer Amiral Gemisi'nde mukim mümtaz bir köşede bahislendik, tarihe böyle derkenar olsun;bu ılık cuma günü. Vesileyle hatırlatmak isterim ki Tuna Kiremitçi'ye müteşekkirim. Tam bir yabancılaştırma efekti yaşattı, bütün gün blog yazılarımı okudum. İtiraf ediyorum: kısa yazmak, kısa cümleler kurarak fikri taklalar atmak her daim fena halde ilgimi çekiyor olsa da, blog yazarken aldığım derin hazzı karşılamıyor.

Ah, bu arada köşe yazısı vesilesiyle kapımı çalan misafirleri hayal kırıklığına uğratmadığımı umarım çünkü bahislendiğinin aksine çok uzun zamandır -düzenli olarak- tv dizileri hakkında eleştiri yazmıyorum, yazmayı da düşünmüyorum.

Gelen geçen, göçen kalan, ez cümle blogda vakit geçiren herkese teşekkür ederim.

Böyle yani..



.

Pazar, Nisan 15, 2012

Zengin Çocuğu




Nejla Öğretmen, kelebek çerçeveli gözlüklerinin altından bakarak, "Son iki derse girmeyeceksin, hazırlan" dedi mi, annemin beni almaya geldiğini bilirdim. Gerilirdim. Bu defa ne oldu? Babam yine dostuyla mı yakalandı, kaza mı yaptı, Behiye Hanım mı kaçtı? Aklıma gelen soruların en masumu ise ananem yine yaptığım yaramazlıkları anlattı da annem dayak atmak için eve gelmemi bekleyemedi, olurdu.

Küçük Parmakkapı'dan geçip, İstiklal Caddesi'ni koşar adımlarla yürüyoruz. Saray Muhallebicisi yeni yerine taşınmış. Sinemanın yanına. Aç olduğumu düşünüyor annem. Tavuklu pilav yiyorum, su muhallebisi bir de.. Su muhallebisine cikolata sosu dökmeyi icad etmemiş henüz Saray eşrafı.. Suskunuz.. Yemek yerken konuşulmaz ama anneme de hiç soru sorulmaz. Suskunluğu o istediği zaman biter, eğer durumla ilgili soru sorarsam da öfkesi bana döner. Bugün dayak yemek istemiyorum.

İstiklal Caddesi'ne annemle çıkmayı sevmiyorum. Orası Uğur ile benim kutsal oyun alanımız. Uğur.. Annem tarafından "Rana'yı okula getir- götür" işine memur edilmiş yol arkadaşım, ahir ömrümdeki tek sırdaşım... Caddede itibar edinmiş her mağazaya girip, 'zengin çocuğu' oyunu oynuyoruz. Fakir değiliz oysa. Binbir renk biçim elbiseleri, çeşit desen etekleri, model model ayakkabıları giyip çıkarıp, kenara fırlatıyoruz. O çok kısa, bu çok uzun, şunun kemeri olmasa, bunun yeşili olsa... Yorulana kadar bu saçma oyunu oynuyor; dönüş yolu boyunca arkamızda bıraktığımız tekstil yığınına, yorgun tezgâhtarlara gülüyoruz. İstiklal Caddesi'nin insan sarrafı tezgâhtarları beyana itibar çağındalar, bizi linç etmiyorlar.

Saray'dan çıktıktan sonra dümdüz yürüyüp meydanın kenarından dolanarak Sıraselviler'e dönüyoruz. Anlaşıldı ki o gün de diğer eski ve tekinsiz günlerde olduğu gibi annem ve ben, İbrahim Bey'i ziyaret etmeye gidiyoruz. Annem çocuk aldıracak. Annemin dinmeyen suskunluğundan çaldığım bu bilgi konusunda netim. Gerisi, derini bulanık.. Annem hiçbir yere yalnız gidemiyor. Çantaya çıktığı gibi, çocuk aldırmaya da birlikte gidiyoruz. Şimdilerde varlığına, yardıma muhtaç bir yabancıymış gibi düşünerek katlanabildiğim annemin, şuursuz bir parazit gibi ruhuma yapışmaya başladığı yıllardı; o bahar günü de, kayıtlara böyle geçsin. Küçuk parmaklarıma acımasız bir ıslaklıkla yapışan elleri ve titrek adımlarından anladım: korkuyordu.

Sıraselviler Caddesi'nde, şimdiki Alman Hastanesi'nin karşı köşesinde eski heybetiyle halen dimdik duran Emek Apartmanı'nın çocukluk hatıralarımdaki yeri pek tatsız. 70'li yıllarda Kasap namıyla ünlenmiş bir doktorun muayenehanesi vardı, apartmanın ilk katında. Kasap, Kadın Doğum Uzmanı İbrahim Bey'in bileğinin gücüyle kazandığı bir ünvandı. Rivayet olunur ki yaş, cins, ırk gözetmeden her ay ve haftada cenine kürtaj yapar, kadınların hayatını kurtarırdı.

İbrahim Bey'in muayenehanesinin bekleme salonu bir çocuğu sıkıntıdan öldürecek kadar boğucu. Duvar dibine sıralanmış demode iskemlelerden boş olanlara, yan yana oturuyoruz. Diz dize belki de. İlk şahitliğim değil bu elbette. Annem, gururla beyan ettiği 14 kürtajının kim bilir kaçıncısında. Babam o kadar sorumsuz ve cibiliyetsiz bir puşt ki ananemin deyişiyle, annemi hep bu duruma düşürüyor. Babama kızıyorum, kendim için. Annemi değil, beni düşürdüğü derin hiçlik hissi için kızıyorum babama. Sıra anneme gelsin diye beklerken endişeli bakışlarımı gizliyorum, elimde tuttuğum kitaba. Ah, söylemedim değil mi? Sıra Selviler'e dönmeden önce Maksim'in önünde tezgah açan gazeteci amcadan aldık, az sonra kafamı gömüp, ağlayarak okuyacağım masal kitabını: Ayşegül Küçük Anne! Ayşegül serisinin her hikayesinden ayrı ayrı tiksinirim. Her biri başka bir kanlı çocukluk hatıramı işaret eder.

Yaşlı Hemşire bir kağıt imzalatıyor anneme, "Kanamalı geldi." yazıyor kağıtta. İmzalı kağıtla birlikte annemi de alarak uzaklaşıyor yanımdan, Küçük Anne Ayşegül'ün hikayesine dalıyorum. Ağlıyorum. Annemden daha çok korkuyorum ve çok kimsesizim, biliyorum. Annem, çocuk aldırırken ölebilir, biliyorum. Katina Teyze'yle konuşurlarken duydum. Annem o odada ölürse ne yapacağımı bilmiyorum. Yaşlı Hemşire de, Kasap İbrahim de varlığımdan mutsuz, sevmiyorlar beni. Kasap'ın kaşlarını çatarak, "Çocuğu getirmeniz doğru değil" diye azarlamasından biliyorum. Annemin cevabı basit: Başka kimsem yok.. Başka kimsem yok, annem oracıkta ölürse, babama haber veririm herhalde. Ağır ağır çeviriyorum kitabın yapraklarını, resimlerine bakıyorum. Bir süre sonra Kasap'ın yaşlı hemşiresi eşliğinde ağır adımlarla yürüyerek yaklaşıyor annem, yanıma oturuyor. Annem çocuk aldırdı. Ölmedi. Yaşasın! Artık eve gidebiliriz. Eşlikçi olarak ödülüm, dayaksız geçen bir-iki gün ve belki gözümün takılışını fark ettiği o sarı saçlı bebek ya da mantar topuklu sabolar olur.

Gerisin geri dönüyoruz İstiklal Caddesi'nden.. Ağır adımlarla yürüyor annem. Elini tutuyorum sıkı sıkı ve bildiğim tüm küfürleri saydırıyorum içimden babama doğru. Ağzımın ne kadar bozuk olduğunu tahmin bile edemezsiniz, duysanız yedi yaşında olduğuma inanmakta güçlük çekersiniz. Sokakta yürüyen insanlar ettiğim küfürleri duyuyor olmalı ki tuhaf tuhaf yüzüme bakıyorlar. Fısıldaşan öbekler oluşuyor, yanımızda ötemizde. Kapı önünde güneşlenen esnaftan birileri parmakla bizi gösteriyor. Annem elimi daha sıkı tutuyor, adımları sıklaşıyor. Sonunda bir kadın annemi durduruyor: İyi misiniz? Bacaklarınızdan kan akıyor!

Annem utanç içinde! Kanlı hikayesini, bir kahramanlık öyküsü gibi anlatıyor. Günlerce.. Yokmuşum gibi.. Kimse hikayedeki yerimi merak etmiyor.. Herkes Vakko'nun önünde kanlar içinde kalan talihsiz kadının başına gelenleri ve onun sonunu merak ediyor. Uzun uzun anlatıyor annem yaşadığı utancı.. Başına gelenler yetmezmiş gibi nasıl da arsızca, nasıl da susmamacasına ağladığımı, canından geçip, benimle uğraştığını anlatıyor ve çaresiz kalarak ağzımın ortasına bastığı tokatın canlandırmasıyla mühürleyerek hiçliyor hikayesindeki rolümü.. Kapıya koşan, annemi içeri alıp utancından kurtulmasını sağlayan tezgahtarlara teşekkurlerle bitiyor hikaye, adım son satıra yazılıyor "Arsız" diye.. Annem, yolunu değiştiriyor, aylarca İstiklal'e çıkmıyor. Ben ise her sabah ve yıllarca arşınlıyorum aynı caddeyi, yol arkadaşımla elele..

Tek eksiğimizin 'Zengin Çocuğu', oyunundan çıkardığımız 'Vakko' olduğunu sanıyoruz.

İşte öyle..





.

Pazartesi, Şubat 06, 2012

Hatıra..


Yılbaşı gecelerinde kurulan o kalabalık, bereketli, sohbetkâr sofranın müdavimleri kapağı açılmamış 70'lik şişenin üzerine tek tek imza atardı. Saklanırdı o şişe, koca bir yıl boyunca. Şişede imzası olan herkes eksiksizce masaya dahil olduğunda, yıllanmış rakı açılır, yeni yıl öyle karşılanırdı. Sahi ne zaman vazgeçildi şişe imzalamaktan, Aydoğdu ölünce mi, sen gidince mi?



Öyle yani..


.

Duvar/ Tefekkürün arka yüzü


Hiçbir zaman yaz(a)mayacağım kitabımın kapak tasarımını yaptım bugün. Bu davranışıma emsal olarak Mehmet Esen'in, Cihangir sokaklarına astırdığı ve hiçbir zaman çekilmemiş filminin afişi gösterildi. Kırıcı bir emsaldi, kırıldım.

Yazamıyorum. Uzun zamandır bloga da yazamıyorum. Besbelli temelsiz bir hevesmiş kağıt kalem uğraşı.. Daha popüler, uçuşkan, günlük gevezelikler peşindeyim. Artık eskisi gibi kısa ve iyi cümleler de kuramıyorum, metaforlarımı bile yitirdim, filhakika şakacı bir kalem de olmadım. İşbu sebeple birilerine takdim edilirken 'blogger' diye tanımlanmamın da bir anlamı kalmadı.

Sohbette, parçalı da olsa 24 saati tamamlayabilmiş, - çoğunlukla suskun, nadiren saldırgan ve mutedil korkutucu oluyorum- hayattan 'incelikli' sabırlı damıtmış her şahsiyet kitap yazmamı tavsiye ettiği halde, neredeyse 10 yıldır aynı boş dosyaya bakıyor olmamın bir sebebi olmalı. Dosyanın adını 'Duvar' koyalı 10 yıl olmuş; yazdığım kısacık denemeleri bir gecede Ekşi Sözlük'e boşaltalı sekiz.. Bugün de kapak fotoğrafını seçtim. Hayırlısı bakalım!


Böyle yani..




•• Ocak 2012, Eskişehir


.