Cumartesi, Eylül 15, 2012

Ali..



(...)

Ali babasından sadece tek bir kez tokat yedi, o da Chevrolet'nin camına minik elleriyle bıraktığı beş parmağın hikmeti. Tokatı da, gerekçesini de hiç anlamadı, sorgulayamadı. Babalar, oğullarını da dövebilirdi, annesine göre. O sebepten olsa gerek babasını seviyor mu, korkuyor mu, özlüyor mu hiç bilemedi ama saygı duyması gerektiğinden adı gibi emindi. Anlayacağınız, sevgi, o zamanlar da makbul bir kavram değildi. Babası Şükrü Bey uzun yol şoförüydü, o kadar uzak yola gidiyordu ki, ayda bir- iki gece dönebiliyordu oğlunun ve karısının yanına. Ali hep babasız ama illa anneciğiyle yaşıyordu Şişhane'nin yokuş üstü mahallelerinden birinde.  

Ali doğmadan çok önce gelip yerleşmişlerdi bu mahalleye. Karne zamanlarıymış. Çaya kuru üzümün eşlik ettiği, ekmeği, tütünü karneyle aldıkları zamanlar yani. Şişhane, kısa süren bir düzlükten sonra ahşap levanten evlerinin iki yandan eşlik ettiği Arnavut Kaldırımlı bir yokuş olur, denizi görünce kesilir, yerini küçük kayıklara bırakırdı. Sağa dönünce de Kasımpaşa işte.. Eşekleriyle şehre göç eden Arnavutların ilk durağı da Şişhane semtinin arka uçları ve dahi uçsuz bucaksız bostanları olan Kasımpaşa civarıydı ki buralar Ali'nin menzili dışındaydı. Henüz.. Evlerinin önündeki küçük tarlalardan adeta saksıda çiçek özeniyle yetiştirdikleri nebatları, öz evlatları gibi ihtimam gösterdikleri eşeklerine yükler, sabahın er vakti karınca sürüsü düzeninde yokuştan yukarı yayılırlardı. Öğle vakitleri her mahallede "Tazeee!" sesleriyle, sokakları tıkırdatan nal sesleri birbirine karışırdı. Oyunbaz çocuk sesleri telaşlı kadınların emir kipiyle biten cümlelerine yarenlik ederdi. Ali de yetişti o zamanlara. Köşeden sesini duydu mu Arnavut'un, saklanırdı. Az sonra oyunlarını bölecek olan, sepetsiz evlere servis eziyetinden kaçmak için. Sokağın o küçük parke taşlarına bu dev gibi adam yüzünden "Arnavut Kaldırımı" denildiğini sanırdı.

Ali, her yaz, az aşağıdaki büyük caminin avlusundaki küçük dükkanda satılan leziz limonlu akidelerden yemek için mahallenin diğer kopilleriyle birlikte kuran kursuna gidiyordu. Çünkü imamın karısı Beriha, kursa gelmeyen çocuklara şeker satmıyordu. Her yaz çalışmaya da heves ederdi, yaşıtları gibi. Girip çıkmadığı iş, çırağı olmadığı usta kalmadı Ali’nin. Önce mahallenin Rum bakkalı Lambo’ya çırak oldu. Sayesinde Rumca öğrendi ama, cürmünden ağır siparişleri teslim etmekten yorgun düşünce anneciği kıyamadı ve bakkal çıraklığından oy birliği ile ayrılmasına karar verildi. Sonra sırasıyla arka mahalledeki berbere, köşedeki döşemeciye, Balıkpazarı’ndaki ciğerciye, hatta melek gibi olduğuna tüm mahalle, top yekün ikrar edilen, Arnavut'a bile çaresizce çırak oldu ama bir türlü dikiş tuturamadı. 

Hakkını yemeyelim Ali’nin, bu sefer suç onda değildi. Arnavut'un semiz otu küfelerini koştuğu eşeği Dora ile sorun yaşıyordu. Allah için en kolay işiydi. Bütün gün Arnavut'un yamacında yürüyor, işaret edince, var gücüyle  “Zambirzooot!” diye bağırıyordu. Bu kısmında sorun yok. Sorun, Dora'yı ahıra götürüp, doyurup, kaşağılama kısmında başlıyordu. Arnavut'un, boku boncuklu yaşlı eşeğiyle Ali’nin yıldızı hiç barışmamıştı. Bir sabah boynuna bağlı yem torbasını çıkarırken elini kapınca, Ali hayvanın böğrüne tekmeyi basıverdi. Hayvan yere devrildi. Bir daha da kalkamadı. El kadar çocuk diyorsun ama deli kuvveti var, diye öfkeyle anlatıyordu Arnavut, iş dönüşü köşede kıstırdığı yorgun Behiye'ye. O günden sonra çalıştığı her işte elini kaptıracak bir eşek buldu, Ali bir baltaya sap olamadan yirmi yaşını doldurdu. 







Hiç yorum yok :