
Uzun zamandır magnet koleksiyonu yapıyorum. Koleksiyonunu yapmadığım ne kaldı, merak içindeyim. Aslında faydalı bir koleksiyondur hele de buzdolabınızın tüm yüzeyini magnetlerle sıvıyorsanız, eskidiğinin de farkına varmıyorsunuz. İki katlı müstakil ev boyutundaki 10 yıllık emektar buzdolabımın tüm yüzeyi ve sol yanı işte bu magnet denilen mıknatıslı oyuncaklarla kaplıdır. Pek çoğunun hatırası var. Önemli bir kısmı da hediye edilmiş. Nadir bulunanların bir kısmını bizzat internet yardımıyla topladım. Yıllar içinde ilgimi çeken, satın alıp buzdolabımın üzerine koymak isteyeceğim obje sayısında düşüş oldu. Yurt dışına her gidene sipariş edip, zorla magnet hediye ettirmiyorum kendime. Velhasılıkelam, eskisi gibi magnet görünce heyecanlanmıyorum. Heyecanlanmıyordum. Bu akşama kadar.
Sonbahar. Nam-ı diğer: Hazan. Hazan, hüznün azdığı zaman. Bir de mide ağrılarımın. Mevsimin getirdiklerine son bir haftadır "gitti gidiyor" tadında geçen uzun, uykusuz saatlerim eklenince içimdeki reflü canavarı da uyanıverdi. Ekşimiş suratımla dolaşıyorum ortalıkta. İlaç almadan yemek yiyemez hale geldim, hayırlısıyla. Bu akşam da karnım acıkınca önce ilaç içmem gerektiğini hatırladım. Oda sıcaklığında su yudumlamayı hiç bir mevsim sevemediğim için buzdolabından bir bardak su aldım. Tam kapağını kapattığım anda göz göze geldik. Pembe plastikten mamül küçük bir çerçeve yapıştırılmış buzdolabının kapağına. Tam göz mesafesinde. Tam elimin yanında. O kalabalığın içinde görülmemesi mucize olur yani. Çerçevinin içinde siyah-beyaz bir fotoğraf var. Annesinin omzuna dayanmış, saçları kısa kesilmiş, yarı kapalı gözleriyle boşluğa gülümseyen bu kız çocuğunu, kolları, ince lacivert ve kırmızı çizgili o beyaz hırkayı tanıyorum. Benim hırkam. Kız çocuğunun yanında duran ve gözümün içine bakan kadın da benim annem.
Magneti buraya annem koymuş olmalı. Ben, aile fotoğraflarımın göz önünde durmasından hoşlanmam. Bağdaş kurup, çeşit biçim anı eşliğinde fotoğraf albümü gösterenlerden değilimdir. Taammüden poz verdiğim kare sayısı bir elin parmağı kadardır. Yakalanmış anlarım vardır. Durup, an'ı yakalatmayı sevmem. Toplu fotoğraflara da girmem. Neden? Bilmiyorum. Uzanıp anlatmak gerekirse bende vücut bulan bu arızayı, o üstü açık, lacivert spor Mercedes'in ön koltuğuna kurulmuş; her engelde kucağında duran fotoğraf makinasını kaldırıp, flaş patlatan gelinlik giymiş bebeğe bağlamayı tercih ederim. Almanya'dan hediye gelmişti bu anlamsız oyuncak. Tam oğlan işi. Getireni sevmediğim için oyuncağı da sevememiştim. Benden çok mahallenin çocukları oynardı. Sonunda da kırılıverdi birinin elinde. Bir zamanlar annemi sevdiğimi hatırlayınca nasıl rahatsız oluyorsam, konuyu aniden oyuncağa bağladım. Bıraksan üç sayfa tasvir edeceğim kıçı kırık bir arabayı. Neyse.
Kısa kesilmiş saçlarımın boyuna bakarak yaşımı tahmin etmeye çalışıyorum. Sene 1973 ya da 74 olmalı. Hayatımın en kötü yılları. Okula başlamışım ve bu sosyal hayat yediğim dayakların kat sayısına tavan yaptırmış. Şiddetin henüz öteki'leştirmediği çocuklardan biriyim. Dayaktan sonra karşısına oturtup acımı dindirmek yerine, neden dayak yediğimi anlatan uzun konuşmalar yaptığı, her cümlesine zoraki ikna olduğum; iki gözüm iki çeşme, özür dilediğim yıllar. Dövülmeyi hak'ettiğime deli gibi inanıyorum. Dayak yemeden zaman geçirmenin formülünü bir türlü bulamıyorum. Formül, annemde gizli ve annem ser verip, sır vermiyor. Sanayi casusu olarak kullandığım ananem ise köstebek rolüyle ayak üstü kariyerini parlatıyor. Dayak yiyorum. Taşınmaz sırlar yükleniyorum. Olmaz an'lara tanıklık ediyorum. Büyüyorum.
İlk fırsatta koşar adım uzaklaşarak kendi korunaklı alanıma yerleşiyorum, onlarla arama görünmez bir duvar örüyorum. Duvar, tefekkürün arka cephesidir. Önüne oturan sırtını ona dönüp de yerleşir. Sırtını sağlama aldın mı, kalbini daha bir kolay açarsın, aklın daha bir engelsiz akar. Duvarı yanına kim alır, kim duvara yüzünü yaslanır da sırtını açıkta bırakır? Yüzünü insana dönen, insanın ne olduğunu bilendir. Ona değer veren ve onsuz edemeyendir. Yok mudur duvarla yüzleşen, yok mudur sırtını hayata dönen, insana küsen? Olmaz mı? Bir suçlu, bir günahkarmış gibi kendini cezalandıran, derdini sağır duvara anlatan da olur elbet. Duvarın ardına sığınan da. Benim gibi. Saklanıyorum. Lakin annem, babam gibi duvarımın üzerine oturup, sessizce gözlemiyor olanı biteni. Eline balyoz alıp, saldırıyor. Delik deşik ediyor. Sabırla yeniden örüyorum. Her saldırıdan daha güçlü çıkıyorum ya da öyle sanıyorum.
Geceleri yağmur olup, yıkıyorum acının izlerini tek tek. Duvarımı temizliyorum. Balyozu çük kadar kalıncaya, beni yaralamaktan yoruluncaya kadar sabırla, her seferinde yeniden örüyorum, duvar devleşiyor annem küçüldükçe. Ben büyüdükçe, küçücük kalıyor annem. Kendimden küçüğü kollama güdüsüyle uzlaşıyorum. Kayırıyorum, seviyorum ama af'edemiyorum. Günün birinde annem, her şeye rağmen onu çok sevdiğim en saf yıllarımı armağan ediyor; küçük, pembe bir çerçeve içinde, belki de af diliyor. Bilmiyorum. İçimden gelen, dürüst söylemek gerekirse, çerçevesiyle birlikte fotoğrafı da çöpe atıp, kurtulmak. Yapmıyorum. Mıknatıslı çerçeveyi buzdolabının üzerine yerleştiriyorum. En yalan sesimi giyinip, anneme telefon edip, gördüğüm fotoğrafı ne kadar sevdiğimi, yaptığı sürprizden nasıl da hoşlandığımı anlatıyorum. İnanmadığım yalan cümleler kuruyorum. Kuruyorum.
•• Vedat Ozan.