Cumartesi, Haziran 20, 2009

Tarlabaşı..


Taksim'den, Şişhane'ye gitmek isteyenlerin tercih ettikleri istimlak yemiş caddedir. Eskiden "fener alayı" bu caddeden geçerdi. İşçi bayramında yürüyenlerin parkuru da bu caddeydi. o zamanlar Tarlabaşı Caddesi'nde karşılıklı sıralı, üç -dört katlı, ikinci katı mutlaka cumbalı binalardan birinde oturuyoruz. Yanımızdaki evde, cumba hizamızda Leyla ve Arslan adında iki kardeş oturuyor. Onlar benden çok büyükler. Yaşları neredeyse annem kadar var. Her ikisi de tiyatrocu. Maaşlı oyuncu onlar, diyor babam. Çalıştıkları yerin adı: Devlet Tiyatrosu'ymuş. Gündüz oyunlarına ben de gidiyorum. Leyla Abla'ya bazen yardım ediyorum rolünü çalışırken. Okuma- yazmayı sökeli altı ay olmuş. Yeniyim bu işte ama, Leyla Abla beğeniyor okumamı. Çok eğleniyoruz, çok gülüyoruz, birbirimizi çok seviyoruz.

Sonraki günlerde bir haber dolaşıyor evin içinde. Leyla Abla evlenecekmiş! Kara haber bu. Yas tutuyorum. İstemeye geleceklermiş. "İstemek" ne demek, anlamıyorum. Anlatıyorlar. Adam denizciymiş. Leyla Abla'yı alıp cumbalı evinden, başka bir şehire götürecekmiş. Kolay kavrıyorum. Ama ayak diretiyorum. Leyla Abla'yı isterlerken ben de görmek istiyorum. "Sen olmazsan vermem zaten.." diyor Aslan Abi. Neşeleniyorum. Hazırlıklara yardım ediyorum. Mesela, gümüş tepsiyi tek başıma parlatıyorum. Herkes birbirine söylüyor. "Tek başına parlattı koca tepsiyi annesi..." , "Valla bravo evde su içse bardağı masaya koymaz." diyor annem. Çok kolay bir şey yaptığım, niye şaşırıyorlar, anlamıyorum. Tek başıma çatal ve bıçakla balık da yiyebiliyorum oysa. Kimse farkında değil. Sirkeli su yapıp kristal avizeleri parlatıyoruz, Gümüşleri de. Dantel örtüler kolalanıyor, bir avcumdan bir diğerine savura, savura kurutup sertleştiriyoruz dantelleri. Sonra da ütülüyoruz. Hummalı bir hazırlık. Günlerce. Her yer lavanta kokuyor ve o gün gelip çatıyor.

Saçlarımı, en sevdiğim, "kafamın yanından sarkan iki örük" modelinde yaptıramıyorum. Çünkü saçlarım çoktan erkek çocuğu gibi kesilmiş. Hastalandığım için kestiler. Diken gibi kısacık saçlarımı ıslatıp, tarıyoruz. Küçük bir de toka takıyoruz. Ucunda iki çiçek sallanıyor. Oğlan çocuklarına benziyorum. Leyla Abla ise çok güzel. Yürüdüğü zaman yer sallanıyormuş. Ne demek anlamıyorum. Soruyorum, geçiştiriyorlar. Akşam yemeğinden sonra kapı çalınıyor. Tahta merdivenleri inip ben açıyorum demir kapıyı. Beyaz elbiseli, beyaz şapkalı olan arkada duruyor. Şaşırıyorum. Akşam karanlığında kapının önünde duran uzun boylu beyazlar içindeki adam bir asker. Kaptan Ahab'ı bekliyordum oysa. Bildiğim tek denizciyi. Bir de Natulüs'ün kaptanı var ama o sevimli bir adam Leyla Abla'yı alıp uzaklara götürmezdi. Bizden ayırmazdı. Bir yaşlı kadın ve iki adam daha var kapıda. Kenara çekiliyorum. İçeri giriyorlar. Ahşap merdivenleri çıkıp evin kapısında bekleyen Leyla Abla'yla konuşuyorlar. Yukarı çıkmıyorum. Çağırmalarını bekliyorum. Evin kapısı kapanıyor. Apartmanın ışıklar da sönüyor. Karanlık holde bir süre bekliyorum. Çok sürmez biliyorum. Beni çağıracaklar, yokluğumu mutlaka fark edecekler, biliyorum. Kimse farketmiyor.

Eve geri dönüp, cumbaya oturuyorum. Sorulara cevap vermiyorum. "Arkası Yarın" başlıyor radyoda. Dinlemiyorum. Yan cumbadaki ışıkların kararmasını bekliyorum. Kararmıyor. "Arkası Yarın" bitiyor. Misafirler gitmiyor. Ananem "yorgan balosu" saatini ikaz ediyor. Yerimden hızla kalkıp, merdivenleri bir solukta iniyorum. Kapıdan çıkıp, yan evin çevirmeli ziline parmak uçlarımda dikilerek asılıyorum. Belki bin kez çeviriyorum. Durmadan. Durmadan. Durmadan. Sokak çınlıyor. Kulaklarım çınlıyor. Sonunda pencereden Leyla Abla'nın yüzü görünüyor. Ağlayarak, bağırıyorum: "Gitsinler onlar artık evlerine! Arkası yarın da bitti."

Babam gelip susturuyor beni. Gözyaşlarımı siliyor. Kendi evimizin basamaklarımızda oturup dertleşiyoruz. Cadde ışıl ışıl. Leblebi ve üzüm almaya gidelim, diyor babam. Bu teklif bile beni neşelendirmiyor. "Ayrılığın" gerekliliğini anlatıyor, kocaman laflar ediyor. Kocaman laflar ettiğini biliyorum çünkü hiçbir dediğini anlamıyorum. İlk ayrılığıma eşlik ediyor. "Neden üzülüyorsun?" diye soruyor. Onca sebebi sıralıyorum tek nefeste. Çünkü oyun oynuyoruz. Çünkü beni sinemaya götürüyor. Çünkü bana sakızlı çörek yapıyor. Çünkü süslü şapkaları var. Çünkü çok güzel kitapları var. Çünkü çok güzel masal anlatıyor. Çünkü.. "Leyla da çok üzgün senden ayrılacağı için.. Neden üzgün biliyor musun?" diyor, ama cevabımı beklemeden devam ediyor. "Seni çok sevdiği için üzülüyor." diyor. "İki saattir çünkülerini sayıp döktün de bi sevgini söyleyemedin..." diyor. Gücüme gidiyor babamın söyledikleri. Oysa çok seviyorum ben Leyla Abla'yı, sevdiğimi söylemek aklıma gelmemiş, günah mı? Hem, bıraksan, lafı ağzıma tıkamasan birazdan onu da söyleyecektim. Babamın ne demek istediğini ve beni niye böyle üzdüğünü, ya bu neyin sınavı hiç anlamıyorum. Babama küsüyorum.

"Kal..." diyor, karşımda oturan adam. "Neden?" diyorum. Sayıyor çünkülerini, cömertçe. Hiç esirgemeden, hayatın pratiğine dair ne varsa iki insanı bir arada tutabilen hepsini döküyor önüme. Akıllı cümleler kuruyor. Sağlam tezler sürüyor önüme. Dinliyorum. Aklıma Leyla Abla'yla ayrılışımızın hikayesi geliyor. Babamın anlattıklarını hatırlıyorum. Kalmıyorum.




Hepimize az gerekçeli sevgiler diliyorum...

Böyle yani..
.

22 yorum :

Gulhan dedi ki...

Ah...Iyi bagladin Ranini..

adim_ dedi ki...

ayrılmak istemiyor insan öyle ya çünkü seviyordur. peki ya neden seviyordur?

perihan dedi ki...

nedensiz de sevilir hiç duymadın mı?

margot and the wooden finger dedi ki...

bi insan birini tanımadan ne kadar çok sevebilirse o kadar çok seviyorum seni ranini ya.

tanımamak yanlış bi kelime belki de. belki de şunlar sayesinde tanıyorum seni, öyle seviyorum.

hep yazarsın umarım :)

erayda dedi ki...

leyla ablaya ne oldu?

sokak köpeği dedi ki...

babanla iki lafın belini kıramayacağım, bi çay kahve içemeyeceğim, tavlasını koltuğunun altına veremeyeceğim, ... günaydın ismet? abi diyemeyeceğim için çok üzülüyorum... kızından belli ya :) hakikatli adammış doğrusu.

Mum Boya dedi ki...

sanki, "cunku seni seviyorum" dese kalacak miydiniz? bence "yolcudur abbas, baglasan durmaz"di.

ranini dedi ki...

@ erayda

birkaç sene sonra taşındılar bizim mahalleden ve galiba hiç evlenmedi..

@ margot

:)

@ sokak köpeği

sen söyleyince düşünüm de, durağa uğradığımda hep okey masasından ya da çanak oynamaktan kalkardı ama hiç tavla oynadığını görmedim
:)

ranini dedi ki...

@ mum boya

eğer o gün, yani bundan 10 yıl önce bana, "çünkü seni seviyorum" deseydi kalırdım. bugüne gelir kalarak hata yaptığımı anlardım ama önemli değil, kalırdım.

tuba dedi ki...

ben tam bir ukala dümbeleği üstüme alınıp, teşekkür ediyorum.. en çok ben sevmek istiyorum seni buralar da. ahh birde şu içimden coşanları ifade edebilsem..

tuba işte.

bitutam dedi ki...

sözlükte de en cok begendigim, etkilendigim entrylerinden birisi bu yazi, daha önce de ba$ka bir entryn icin yazmi$tim sana galiba, yazdiklarini okurken beni allak bullak edebilen, zihnimin en dip, en ücra kö$elerinde unutmaya terk ettigim anilari depre$tirip beni sarsan cok az insandan birisin. ve bu yüzden tanimadigim halde kendime cok yakin hissettigim ve günün birinde kar$ilikli oturup sigara+kahve+muhabbet üclüsünü gercekle$tirmek istedigim cok az "sanal tanidiktan" birisin..sen yazdigin sürece okumaya devam edecegim bu kesin :))

gülcan dedi ki...

:)ben seni seviyorum ranini,İsmet amcamıda,Aysel teyzemide.Söylemek gereği duydum birden.

Dünyalı dedi ki...

Çok ilginç bir insansınız Ranini.
Neden "çatal bıçak ile yemek yemek" değil de "çatal bıçak ile balık yemek"? Balık yemek, "sefil semtte ikamete mahkum bir burjuva ailesinin küçük kız çocuğu modeli"ni güçlendiren bir eylem mi acaba?

ranini dedi ki...

@dünyalı

isnad ve hayal ettiğiniz kadar karmaşık değil sebebi, izah edeyim. evet, balık yemek. çünkü sofrada balık varsa ve artık ayıklanıp önünüze koyulması gerekmiyorsa büyüdüğünüze işaret ederdi...

ve üstelik balık, sizin havsalanızın taammüden abarttığı türden itibar gören bir gıda türü değil, aksine fakir yemeği idi benim çocukluğumda..

bir de, af'buyurun, götünüzlen okuyormuşsunuz gibi geldi yazdıklarımı ya da götünüzden isnad edeceklerinizi yazdıklarıma uyduruyormuşsunuz gibi?
:)

kadıköylü dedi ki...

ahahhaha seni ilk defa bu kadar sinirli görüyorum ranini

ranini dedi ki...

@kadıköylü


sinirlenmedim, kaynak belirttim sadece ;)

Dünyalı dedi ki...

Ah ne bileyim; Kilitbahir'den sardalya getirtebilen; karpuzcusu Etiler'de olan özel bir insan olarak tahayyül ettiğim için çocukluk sefaleti ile yetişkinlik sefelati hallerini karıştırmışım.

Sinirlenmezsiniz; mükemmel bir insan olarak had bildirirsiniz sadece.

Keskin Sirke dedi ki...

Yepyeni bir kraliçelik hayatına başladın burada ha ranini? Şakşakcıların olmadan yaşayamazsın; sen de haklısın tabii.

Hep yaz sen, mükemmelsin.

erayda dedi ki...

ben böyle bir "g.t" edişi uzun süredir bekliyordum. Tarlabaşı başlığında olması da güzel bir ayrıntı oldu. blogu okuyanlara -bir nevi-ikametgahını göstermiş oldun. tarlabaşında oturduğuna muhtar damgasından daha sağlam bir delil getirdin. (söz diyorlar)
oturduğun yeri ispat etmeni isteyen olmamıştı gerçi.

(sıralı iki kelime özellikle tırnak içine alınmamıştır. okurken alt metin arayıp kendini üzme)

leyla abla için üzüldüm:(

bir de sen gerçek oldun, kutlarım.

ranini dedi ki...

@ erayda

tarlabaşı'nda sadece oturmadım, aynı zamanda doğup, büyüdüm de.

Dünyalı dedi ki...

Uzun süredir "g.t" ediş bekleyenler neden alınmış acaba size?

Hadsizin Başkanı dedi ki...

@Dünyalıcım güzelim,

Kadın çalışa çalışa işte upward mobility'sini yapmış :) ister şimdi yediği-içtiği Fauchon, Polaine, Bon Génie markalarına ithafen post yazar ister küçükken yiyemediği sokak simidini yazar :) Sana n'olduysa bebeğim bea? Ayrıca kadın çocukken istridye ya da ıstakoz yiyorum da dememiş ki. Balık gayet tabii socioeconomic status'ü düşük olanların da yiyebileceği bişiy... Hayır, bu tafralar da neyin nesi :)))