Cuma, Şubat 06, 2009

Güz Sancısı: İzlemeyenler Okumasınlar...


Güz Sancısı'nı sinemayı ele alış ve kıymet veriş şeklini çok sevdiğim ve güvendiğim bir arkadaşım izlemiş, beğenmemiş ve tavsiye etmemişti. Bilen biliyor, benim bam telimdir aslında 6-7 Eylül olayları. Tüm uyarılara rağmen yine de filmi merak ediyordum, bugün izledim. Başım göğe erdi. En baştan söyleyeyim, sanat yönetimi çok çalışkandı. Hatta filmin kostümleri hakkında "biz böyle giyinmezdik!" diyen annem halt etmiş, çünkü öyle yaradana sığınıp eleştirilecek bir kostüm yok filmde. Baş kadın oyuncusu bile toplasan üç elbise giydi film boyunca. O sebeple eğer bu konuda bir eleştiri gelecekse belki kostümlerin 1955 yılına ait olmadığını söyleyebilirler, onu da söyleyecek babayiğit kaç tanedir zaten. Bu konuyu geçelim.

Ancak anladım ki, paran yoksa dönem filmi yapmayacaksın. Yoksa sinema değil, sitkom yapmış oluyorsun. İç mekanlarda, merdiven diplerinde, oda içlerinde dönem çekiyorsun. Dış mekan göstermeye kalktığında da doğalgaz kutularına giydirme yapmak, kinder yumurtadan çıkmış tadında gemiyi efekt niyetine önümüzden geçirmek yetmiyor. Filmin sonuna eklediğiniz muhteşem belgesel fotoğraflara biraz daha dikkatli baksanız, ortaya üç teneke zeytinyağı kutusu atarak, sokaklara koltuk buzdolabı, tencere tava dökerek, o anı yakalayamayacağınızı zaten anlardınız. Kenara iki sehpa, bir Murano, masaya üç tane muhtar çakmağı serpiştirince de ben "ah aaah bak ne masraf yapmışlar" demiyorum, bana yaranamıyorsun. Bunlar mühim değil, beğenmeyen daha iyisini yapsın.

Dekordur, mekandır, kostümdür filan bunların hepsi hikaye. Asl'olan 6-7 Eylül olayları gibi kilit bir meselenin filmini yapıp da, elle tutulur tek bir cümle kurmazsan, işte o zaman film yapmış olmuyorsun, konuyu mundar etmiş oluyorsun. Sebebini, nedenini, niyesini, özürünü bilmem, dinlemem. Ben seyirciyim. O zaman filmin gösterildiği her seansa katılıp, yanımdaki koltuğa oturup anlatacak Tomris Giritlioğlu yaşadığı sıkıntıları, eğer yaşadıysa. Ben önüme koyduğunuz işe bakıyorum. Senaryo bir felaket. İlk yarıda umutlandığınız ne varsa, ikinci yarıda başınıza geçiriyor. Sokaktaki öfkeli yığınlara kendini siper eden Kürt (kapıcı olsa gerek) tiplemesi ve Emekli Asker kuş kondurmuşcasına sırıtık ve uyduruk ve laf olsun diye pırtlatılmış hikayenin içine. Beren Saat'in "aman memelerim görünmesin" kaygılı sevişememe sahnelerinin hikayeye kattığı kalbi ve akli topallığından filan geçtim. Filmin bir fikri, sonunda akılda ya da elde kalan bir cümlesi yok.

Özetle, "onu söyleme, bunu söyleme, onu gösterme, bunu gösterme" tadında bağlanmış senaryoyu izlerken ayağa kalkıp, "e be arkadaşım madem bi bok söylemeyecektin niye çektin bu filmi?" diye sorma noktasına geldim. İçim şişti. Hani siz önce gözümüze sokar gibi altını çizerek, musluktan su akmadığını gösterip, sonra da olay günü açık kalan çeşmeden şarıldayan ve dahi yetinmeyerek sel olup evi basan suları göstererek alt metin halinde, "Devlet biliyordu, engellemedi" demek istediyseniz onu zaten (Hüseyin Avni Danyal'ın lüzumsuz oyunculuğuyla daha da bitmez hale gelen) gayri müslim doncunun dükkanından edilen telefon sahnesiyle anlamıştık. Boşa masraf olmuş, kabarır da o tahtalar.

Bu filmin hikayesine dahil olan herkes, her grup, kişi ve kurum -ve izleyici de adeta- salak ilan edilmiş. Sağcısı salak, solcusu salak, devlet adamı salak, orospusu salak, halk salak, Suat ilk yarıda ölmeseydi o da filmin sonuna bir salak olarak varacaktı. Ne oluyor, nedir, niçin oluyor, kime ne oluyor bütün bu sorular belirsiz. Haddizatında olayla ilgili en küçük bir fikriniz yoksa zaten benzer soruları sormak aklınıza gelmez. Oğlan bir orospuya kapıldı diye yaşlı gözlerle filmi izlersiniz. Onu da böyle izlemeniz gerekmez, iki ton film var piyasada. Bunu bir kenara koy. Bütün film boyunca perdeden geçen herkes filozof kesilmiş, kocaman kocaman laflar ediyor. Filmde bir tane sıradan insan yok. İş bu halden başlayarak soruyor insan kendine, bu niye? "Pera Kültürü"nün mü altını çizdin? Tamam, diyelim öyle. O zaman Behçet ve İsmet o kayalıkların tepesinde niye zaman doldurdu? Madem fonda martı boku olarak harcanacaktı, Yorgo'yu niye kattın hikayeye? Neden Elena, Nemika ve Kenan Bey'i karşılaştırdın olay günü sokakta? Nemika, babasının meseleye dahlini nasıl anladı? (Ben o esnada hapşırmıştım, kaçırmışım.) O dönemin hesabına göre gitmesi gelmesi iki gün yol çeken bir mekanda plaj sahnesi çektin, "burda olmaaz fahişe gibi!" dedirtmek için mi, dedirttin de o lafın hikayene ne yararı oldu? Rejans'a balkonda çello çalan kız koyunca ben anladım mı, dönemin kaymak tabakasının nasıl yaşadığını? Bu filmin mevzusu ne? Ömer Saruhan'ın ölüm sebebini, şeklini gizlemek ve (o esnada cinayete katkısı mı var şahitliği mi var onu bile net olarak anlayamadığım) gariban bir orospucuğu da ortadan kaldırmak için halkı galeyana mı getirmişler? Derin Devlet'in temelleri 1955 senesinde Rejans'da mı atılmış? Tarih bilgisi, dönemle ilgisi olmayan bir insan evladı bu filme gittiğinde ne izleyecek? İzlediklerinden ne süzecek? Farzet ki durumdan bi haberim, bu filmi izleyip ne anlayacağım? Pardon, yoksa bu bir sinema filmi değil de duruma özel ilgi ve bilgisi olanların izleyeceği bir belgesel mi? Elbette kimseden kör gözüm parmağına tarihsel detay vermesini, seyirciye saygısızlık ederek resmi tarih kitabında yazanları filme aktarmasını ve didaktik olmasını beklemiyorum. Mutlaka bir eseri sinema filmi hele de dönem filmi yapan ve ona tad katan kendine has edebi dokusudur, ben o dokuyu da bulamadım, ona yanıyorum.

Sanki filmin ilk yarısını Tomris Giritlioğlu çekmiş de, ikinci yarısında sıkılıp seti asistanına bırakmış gibi hissettim. Bu kadar taban tabana zıt, bu kadar arada dağlar, bu kadar sakat bir ikinci yarı izlemedim. İlk yarıda hikaye var, oyunculuklar var, reji (af'edersiniz ama) feci küflenmiş olsa da aslanlar gibi ayaktayken yani siz filmi heyecan içinde izlerken on dakika ara oluyor, geri döndüğünüzde sanki başka bir filmin içine giriyorsunuz. Herşey birden bire çöküyor. Oyunculuklar da. Misal, Okan Yalabık (Suat) döktürmüş bütün film boyunca, Allahtan ilk yarıda ölüyor da (10 seneye kalmaz tadından yenmez hale gelecek bu adam, o kadar dozunda, sağlam ve ne dediğini bilir bir hali var perde üzerinde. ) kariyerini kurtarıyor. Gel gör ki ilk yarıda Yalabık'la karşılıklı sahnelerinde gözlerimi yaşartacak kadar iyi bir oyunculuk sergileyen Murat Yıldırım (Behçet) bile ikinci yarıda gerdan kırarak, ağız burun bükerek oynamaya başlıyor. Gidip filmi görün, Karayip Adaları'ndaki tatilini yarıda keserek oğlunu görmeye gelen baba rolünde Tuncel Kurtiz'in, Zeliha Berksoy'un sıkıcı, Hüseyin Avni Danyal'ın çok sırıtan, kötü oyununu izleyin ve maalesef kendi içinde bütünlüğü taş gibi olmasına rağmen müsamere tadında eşlikler aldığı için mundar edilen İlker Aksum'a üzülün. Beren Saat'e gelince onun oyunculuk denemesine diyecek söz bulamadım. Beklediğimden daha iyi buldum. Beğendim. Ama yatıp kalkıp, Tomris Giritlioğlu'na teşekkür etsin. Çünkü reji, öncelikle Beren Saat'in oyunculuğunu parlatmak için fır dönmüş bütün film boyunca.

Uzun lafın kısası, bu filmin çok net iki mesajı var -ki en iyi onları anladım-, 1955 yılında İstanbul'da sular çok sık kesilirdi ve bazı evlerde hamamböceği vardı.

İyi seyirler...



.

10 yorum :

NN dedi ki...

izlemedim ama dvd'den izlerim. açıkcası ben izleyenleri dinleyip ve filmin özetini okuyup filmi hazırlıklı izleyen biriyim. spoiler olayı beni bozmuyor. aksine özellikle araştırıyorum yorumları.

misal Benjamin Button'u izlemeden önce okudum bayağ yorumları. iyi film.

iyi bir cumartesi olsun Ranini'cim.

Allegra'nde dedi ki...

Güz sancısı ile ilgili oyunculuklar dışında tamamen aynı görüşteyim seninle. bu filme ilişkin bi kaç kelam da ben etmiştim. suya sabuna dokunmayan bir film olmuş maalesef.

süha dedi ki...

çok acı cümleler kurmuşsun ancak çok haklısın:(

sema dedi ki...

Tomris hanım herşeyden önce cesur bir kadın, inandığı ve anlatmak istediği şeyler var, bir derdi var. ama maalesef aynı ölçüde yetenekli bir yönetmen değil.
bu filmin şansızlığı senaryosunun dizi senaryoları yazan birine teslim edilmesi. elde güzel bir hikaye olmasına rağmen ondan çıkarılan kötü bir senaryo, yetersiz mali kaynak, maalesef İstanbulda dönem filmi çekmeye yeterli tarihi dokunun olmayışı,
kötü bir reji,
tüm bunların içinde oyunculuklar ve sanat yönetmenliği için çok iyi diyemessek de kötü de diyemeyiz.

ranini dedi ki...

@sema
bu çapta her insanın yanında bir adam olacak, o adam da kötüyü rahatlıkla söyleyen biri olacak. sen de söylenenlere kızmadan, söyleyeni de küstürmeden ürkütmeden dinleyeceksin.

ancak yetenekli yönetmen olmadığına katılmıyorum aksine oldukça da iyi bir yönetmen. zurnanın zırt dediği nokta yetenek değil. bilakis fazlaca yetenekli olmak, sanırım.

acilin ben doktorum dedi ki...

ranini
senin niye bam telinmis sene 1955 senin dogmana bile on sene var :))

felek melek dedi ki...

ranini ayşe arman'ın röportajını okudun mu?

ranini dedi ki...

@felek melek

okudum:)

@doktor

annem ve babamın hayatlarının şekillenmesinde önemli bir dönemeçtir. o günü dinleyerek büyüdüm ve ilgileniyorum. yazmak istiyorum filan falan..

Lordbisko dedi ki...

evet, hikayede bazı karakterler gösterilememiş tabii.. olayların gelişimine neden olan önemli karakterler hem de.. gösteremeyince de, o zaman niye yaptı bu filmi diye soruyor insan.. ama Tomris Giritlioğlu bir Giritlioğlu olduğu için eksik meksik yine de yapmak istemiş demek ki.. bilenlerle bilmeyenler yan yana olmayınca yine bir şey öğrenemeden bitti film..
hamam böceği karakterin değişimine anlatmakta kullanılmış sanırım Ranini.. zira başlarda görüp öldürmezken bir yerde öldürdü böceği..sonra da değişim geçirdi gibi..(hamam böceği- değişim, manidar olmuş tabii)

bir de babaanneyle oyuncakçı amcanın hikayesi bana pek dokunmadı. çünkü sadece torununu satan bir kadın olarak gördüm onu. başka taraflarını da görseydim, olsun lan, pezevenk mezevenk, onların sevmeye beklemeye hakkı yok mu derdim... belki...der miydim ki?

Derinden..... dedi ki...

Belçim Bilgin Erdoğan nedense kızın bugüne kadar yaptığı hiçbir şeyi kendime yakın bulmadım, ısınamadım böyle güzel bir filmde ah ah keşke onun yerine ben olsaydım diyorum ya hadi neyse...! Tutkulu oynamak nedir gösterirdim