
Gitmem gereken yeri tarif ederken, "hemen öğretmen evinin sırasında 3. bina" diyor, telefondaki ses. Öğretmen Evi. Tepebaşı. Taksi, yağmur izlerini takip ediyor, ben o günleri düşünüyorum. Beyoğlu Kız Meslek Lisesi. Benim okulum. Hani Gülcan gelecek diye bekleyip durduğum. Sene 1977 olmalı. Değilse de yakındır. 3 ay eksik, 5 ay fazlasıyla. Okul idaresi, havacı mavisi denilen bir renkte "özel" forma kumaşını metreyle veriyor, kayıt esnasında. Boyumu ölçüyorlar. 70 cm kumaş alıyoruz. Çift en. Etek payıyla bile bol bol yetiyor. "Cüce kalacaksın galiba..." diyor babam. Üzerimde bir beden de büyük dikilen o forma, içinde beyaz gömlek, siyah naylon çoraplar. Saçlar, derli toplu olmalı. Saçlarımın iki yandan sarkan örülmüş halini sevmiyorum artık. O zaman enseden at kuyruğu yapalım. Büyüyorum. Ama hâlâ defter-kitap kucakta değil, çantada. O kadar da büyümüyorum. Sınıfımız kırk kişilik. Kırk tane kız çocuğuyuz. Boy boy, huy huy ve rengarenk, kırk kız çocuğu.
"Ev idaresi ve yemek pişirme" isimli dersle başlıyoruz her haftaya. Üç gün, altı saat peşpeşe. Dersin ilk iki saati idareyle geçiyor son dört saati fiilen yemek pişirmeye ayrılmış. Okulun en üst katında mutfaklar var. Temiz, düzenli, donanımlı ama loş mutfaklar. Gıcırtılı basamaklardan çıkılıyor mutfak katına. İlk iki saatinde idareli ve besleyici menü hazırlamayı öğreniyoruz ertesi gün, o idareli menüyü hayata geçirmek için pişirmek için mutfağa çıkıyoruz. Listelere göre alınmış malzemeler tahta tezgahlara yayılıyor. Malzemeleri de kendi aramızda paylaşarak alıyoruz. Islak bırakılınca fena halde kokuyor bu tahta tezgahlar. Gruplara ayrılıyoruz. Gruplar sabit değil. Değişmeli. Diyelim, menüde Zeytinyağlı Pırasa var. Ben pırasaları doğrama grubundayım. Dört kişiyiz. Betül daha şanssız, pirinç ayıklama grubunda. Matem sessizliğinde, ibadet kutsallığında ve çok sıkıcı geçiyor yemek pişirme derslerimiz. Pırasaları ciddiyetle doğruyoruz. Ev kadınlığından nefret ediyorum ve o yıllarda çıkarıyorum, seçilebilecek meslekler listemden. Asık suratlarımız ve not kaygumuzla, sessizce, öğretmenin doğradığı ilk pırasa sapından dökülenlerin ebadını tutturmaya çalışıyorum. Gel zaman, geç be zaman! Geçmiyor...
Bu arada, pişirdiklerimizi "servis yapıp birbirimize ikram etmek" de dahil bu derslere. İlk ayın sonunda hayatımdan beziyorum. Anlıyorum ki hata yapmışım. Bu okula gitmek için diretirken bütün gün yemek pişirip, gömlek biçip, çiçek ütüleyip, çocuk bezi bağlayacağımı ön görememiştim. Böyle geçecek her günü, haftayı, ay ve yılı düşündükçe, daralıyorum. Bir gece cesaretimi toplayıp ayrılma fikrimi açıyorum babama, "Olmaz!" diyerek, kestirip atmıyor başka okula geçme meselesini. Uzun bir de ayar veriyor. "Sana kaç kere sormadım mı iyi düşündün mü diye, ne dedin bana? Evet baba düşündüm! O zaman mezun olacaksın burdan. Belki o zaman ağzından çıkanı kulağın duyar işkemben değil!" Allahım, 11 yaşındayım!
Annemim dayak fasılları yeni bir tema kazanıyor. Azıcık mızırdansam, gelsin sopa ve eşliğinde "oh olsun sana, ben seni damdösyona yollayacaktım, istemedin. oku bakalım!" yaveleri. Yave. Yeni öğrendim bu kelimeyi, yeri uydu da anlamı kaymamıştır umarım. Öğreten sağ'olsun. Babam zaten işin gırgırında. Temeli yeni atılan o büyük otelinin inşaat ustalarına parmakla gösteriyor beni. Okul dönüşü ne zaman durağa uğrasam komşu inşaatın, komşu ustalarıyla bir olup, "Hilmi Usta! Benim kız da burada aşçı olacak kısmetse... Aman mutfağa torpil geçin, tezgahı alçak, dolapları geniş tutun.." diyerek bezdiriyor beni hayatımdan. Öyle böyle geçiyor günler. Karanlık bir tüneldeyim. Hep esneyen kocaman karanlık bir ağızdan girip, hiç kırpışmayan aydınlık bir gözden çıkar gibi.
Dönem tatili geliyor. Tatil ödevim olan "truvakar kollu krep bluz" için kumaş alıyoruz annemle. Bir de pırasa. Zeytinyağlı pırasa yapacak annem. Mutfakta pırasaları gören babam, "sen yapsana?" diyor. Annem sigarasını alıp, Katina Teyze'ye çıkıyor. "Güneş var kemiklerim ısınsın" bahanesiyle ananem kapıya kaçıyor. Çaresiz, pırasaları seyrediyorum bir süre. Sonra başlıyorum doğramaya. Sıra pirinç eklemeye geldiğinde olay kopuyor. Bir avuç pirinç. Az oldu galiba. Ne bileyim az mı, çok mu? Ben sadece pırasa doğrama grubundaydım. O zaman bir avuç daha. Karıştır iyice. Oof off! Bu da az. Bir avuç daha. Hah! tamam. Kapağı kapa, altını kıs. Gözyaşlarım tencere kapağında tıslıyor. Çıkıyorum mutfaktan. Bekliyorum. Ama arada gidip kontrol etmeyi unutmamalıyım. Yanmasın, yemeğimin dibi tutmasın. Bir süre sonra tencerenin kapağını kaldırdığımda dev bir pirinç dağıyla karşılaşıyorum. Biraz daha pırasa doğramalıyım.
Hangi yara izinizi daha çok seversiniz? Görünenleri mi, kimsenin kolayca göremeyeceklerini mi? Sevilen yara izleri. Zamanla şehrin içinde kalmış sayfiye yerlerine benzeyen izlerdir. Kurşun kaplı çatılar, ince zarif bacalı evleri sarar sarmalar. Hatta boğar. Sonra boyalı parmakları bezir yağı kokan biri peydahlanır. Toplayıp anıları ve sırları bahçe duvarına çakılan bir tabelayla müzeye dönüştürür yaranızı. Pırasa doğrarken parmağımı kesiyorum. Çok acıyor. Pirinç. Su. Pırasa. Derken bir tencere pırasalı pirinç lapasına bakarken buluyorum kendimi. Dökmek isterken yakalıyor babam. İzin vermiyor.
Sofraya tenceresiyle birlikte geliyor pırasa dağı. Perişanım. Utanç içindeyim. En çok da parmağım acıyor. O zamanlar dil yaresi nedir, bilmeyenlerdenim. Evin deneyimli kadınları sofraya bile oturmuyorlar. Babamdan başka kimse yemiyor pişirdiğimi. Ben bile. Yalvaran gözlerle bakıyorum babama. Belki bu faciadan sonra beni alır o okuldan. Tabağında son kalanı kaşığına alıp, gözlerini gözlerime dikip, "Seni hayatta işe almazlar o kocaman turistik otelde. Belki Trakya Muhallebicisi'nde bi iş bulursun, sahibi arkadaşım" diyor. Kız Meslek Lisesi macerası hayatımdan çıkana kadar, üç yıl boyunca, öğrendiğimi sandığım her yemeyi pişirtiyor ve usanmadan hiç sızlanmadan yiyor, babam. Sevilenlerin o kısacık listesinde yerini böylelikle sağlamlaştırıyor.
Böyle işte...
.