
Pazar günü keyfim pek yerindeydi. Er vakit serildim bahçeye, kıpırdamadan bütün gün yattım. Akşama doğru da işe gitmek için yola çıktım. Hava bunaltıcı. Küçük gri bulutlar var tepemde. Taksim'e doğru karnımın gurultusu da yükselmeye başladı. Yolum uzun, tansiyonum düşük, hava sıcak bari karnım tok olsun dedim, niyet ettim, çift kaşarlı tost yiyeceğim yola dökülmeden önce. Midemi ekşitecek. Olsun. Sıralı "büfe"lerden en az kalabalık olanı seçtim. Kapının iki kanadına da yerleşmiş iri kıyım döner zamazingoları girişi cehenneme çevirmiş. Azap içindeyim. Hızla içeri geçip, en köşeye oturdum. Garsona sipariş verdim. "Çift kaşarlı tost istiyorum, lütfen çok iyi kızarmış olsun", "Ama hanfendi o zaman peynirlerin hepisi akar." "Aksın.."
Hizmet sektörüyle iletişim yeteneğimin doruklarını zorlarken ön masada annesiyle birlikte oturan sevimli bir oğlan çocuğuyla göz göze geldik. Beş yaşlarında olmalı. O bana gülümsedi, ben de ona. İri gözlü, eskilerin "şeytan çekici" diye tabir ettiği cinsten pek sevimli bir oğlan. Uslu usul tost yiyor, portakal suyu içiyor. Bu sıcakta. Neyse. Afiyet, şeker olsun. Tasmalı iti dahi sevmek için sahibinden izin isteyen, bebek elleme huyu olmayan, olandan da pek hoşnut olmayan ben, gayriihtiyari göz kırpıverdim, sözde en sevimli halimle portakal suyunu yudumlayan ufaklığa. Çocuk boş gözlerle suratıma baktı, parmağını bana doğru uzatıp, "Anne! Şu teyze bana göz kırptııı..." diye bağırdı. Tam da, "Vay eşşek sıpası vaay... Ulan ben ne zaman teyze oldum?" diye içimden geçirirken kadın arkasını döndü ve mideme oturan soruyu tabağıma bıraktı: "Sapık mısın sen be! Niye göz kırpıyorsun el kadar çocuğa?"
Kadının öfkeli sesi bomba gibi düştü kucağıma. İdrak zamanları. Durdum. Garsonlar durdu. Sessizlik büyüdü. Yüzüme ateş yürüdü, ayak tırnağıma kadar kızarmış olmalıyım. Kadın, kimsenin anlayamadığı birkaç sözcük daha mırıldanarak önüne döndü. Ufaklığın kafasına sağlam bir şaplak attı, "Önüne bak sen de!" dedi. Çocuk başladı ağlamaya. Al başına belayı! Gözünün yaşı dinmiyor. Annenin ayarı azarı bitmiyor. Küçük çaplı bir skandal yaşamaya başladık ayak üstü. Normal şartlarda oturduğum yerden kalkıp, annenin alnının çatına kafayı çakıp, mekandan çıkmam gerekirken, dondum kaldım. Ne cevap verebildim, ne bir gerekçe sunabildim, ne de tek bir savunma cümlesi kurabildim. Başımı önüme eğdim. Dudaklarımdan kırık dökük bir "pardon" döküldü, ufaklık için. Ağzımdaki lokma büyüdü. Sırtımda yafta, iş üstünde yakalanmış bir sübyancı gibi utanç içinde masadan kalktım. Hesabı ödeyip, çıktım.
Kapının önünde durup, bir sigara yaktım. Derin bir nefes aldım. Kadına kafa atma meselesini yeniden değerlendirdim ve hızlı adımlarla olay yerini terk'ettim. Doğru karar verdiğimden eminim. Güneş inadına serpilmiş, meydana serilivermiş. Avea 3G teşkilatı da Taksim Parkı'nda eylemde. Gürültü ayyuka çıkmış. Dokunsalar ağlayacağım ama sebebini bilmiyorum. Yok yok, bal gibi biliyorum. Dönüp de kadına kafayı çakamadığıma yanıyorum. Birkaç sigara, bir şişe su içtikten sonra nihayet içimdeki öfkeyi bastırıp, dürtülerime tur bindirerek olgunluğumun zirvesinde volta atar hale geldim. Otobüse bindim. Bir neş'e, bir neş'e dokunmayın keyfime! "Çok şükür, bilinçleniyoruz." diyerek, zil takıp oynamak istiyorum. Yine de iç sesimi susturamadım. Yol boyunca sorup durdum kendime: Niyet, eylemi masum kılar mı?
Hepimize serin bir hafta diliyorum.
•• Saray Sandwich
.