
Taksim'den, Şişhane'ye gitmek isteyenlerin tercih ettikleri istimlak yemiş caddedir. Eskiden "fener alayı" bu caddeden geçerdi. İşçi bayramında yürüyenlerin parkuru da bu caddeydi. o zamanlar Tarlabaşı Caddesi'nde karşılıklı sıralı, üç -dört katlı, ikinci katı mutlaka cumbalı binalardan birinde oturuyoruz. Yanımızdaki evde, cumba hizamızda Leyla ve Arslan adında iki kardeş oturuyor. Onlar benden çok büyükler. Yaşları neredeyse annem kadar var. Her ikisi de tiyatrocu. Maaşlı oyuncu onlar, diyor babam. Çalıştıkları yerin adı: Devlet Tiyatrosu'ymuş. Gündüz oyunlarına ben de gidiyorum. Leyla Abla'ya bazen yardım ediyorum rolünü çalışırken. Okuma- yazmayı sökeli altı ay olmuş. Yeniyim bu işte ama, Leyla Abla beğeniyor okumamı. Çok eğleniyoruz, çok gülüyoruz, birbirimizi çok seviyoruz.
Sonraki günlerde bir haber dolaşıyor evin içinde. Leyla Abla evlenecekmiş! Kara haber bu. Yas tutuyorum. İstemeye geleceklermiş. "İstemek" ne demek, anlamıyorum. Anlatıyorlar. Adam denizciymiş. Leyla Abla'yı alıp cumbalı evinden, başka bir şehire götürecekmiş. Kolay kavrıyorum. Ama ayak diretiyorum. Leyla Abla'yı isterlerken ben de görmek istiyorum. "Sen olmazsan vermem zaten.." diyor Aslan Abi. Neşeleniyorum. Hazırlıklara yardım ediyorum. Mesela, gümüş tepsiyi tek başıma parlatıyorum. Herkes birbirine söylüyor. "Tek başına parlattı koca tepsiyi annesi..." , "Valla bravo evde su içse bardağı masaya koymaz." diyor annem. Çok kolay bir şey yaptığım, niye şaşırıyorlar, anlamıyorum. Tek başıma çatal ve bıçakla balık da yiyebiliyorum oysa. Kimse farkında değil. Sirkeli su yapıp kristal avizeleri parlatıyoruz, Gümüşleri de. Dantel örtüler kolalanıyor, bir avcumdan bir diğerine savura, savura kurutup sertleştiriyoruz dantelleri. Sonra da ütülüyoruz. Hummalı bir hazırlık. Günlerce. Her yer lavanta kokuyor ve o gün gelip çatıyor.
Saçlarımı, en sevdiğim, "kafamın yanından sarkan iki örük" modelinde yaptıramıyorum. Çünkü saçlarım çoktan erkek çocuğu gibi kesilmiş. Hastalandığım için kestiler. Diken gibi kısacık saçlarımı ıslatıp, tarıyoruz. Küçük bir de toka takıyoruz. Ucunda iki çiçek sallanıyor. Oğlan çocuklarına benziyorum. Leyla Abla ise çok güzel. Yürüdüğü zaman yer sallanıyormuş. Ne demek anlamıyorum. Soruyorum, geçiştiriyorlar. Akşam yemeğinden sonra kapı çalınıyor. Tahta merdivenleri inip ben açıyorum demir kapıyı. Beyaz elbiseli, beyaz şapkalı olan arkada duruyor. Şaşırıyorum. Akşam karanlığında kapının önünde duran uzun boylu beyazlar içindeki adam bir asker. Kaptan Ahab'ı bekliyordum oysa. Bildiğim tek denizciyi. Bir de Natulüs'ün kaptanı var ama o sevimli bir adam Leyla Abla'yı alıp uzaklara götürmezdi. Bizden ayırmazdı. Bir yaşlı kadın ve iki adam daha var kapıda. Kenara çekiliyorum. İçeri giriyorlar. Ahşap merdivenleri çıkıp evin kapısında bekleyen Leyla Abla'yla konuşuyorlar. Yukarı çıkmıyorum. Çağırmalarını bekliyorum. Evin kapısı kapanıyor. Apartmanın ışıklar da sönüyor. Karanlık holde bir süre bekliyorum. Çok sürmez biliyorum. Beni çağıracaklar, yokluğumu mutlaka fark edecekler, biliyorum. Kimse farketmiyor.
Eve geri dönüp, cumbaya oturuyorum. Sorulara cevap vermiyorum. "Arkası Yarın" başlıyor radyoda. Dinlemiyorum. Yan cumbadaki ışıkların kararmasını bekliyorum. Kararmıyor. "Arkası Yarın" bitiyor. Misafirler gitmiyor. Ananem "yorgan balosu" saatini ikaz ediyor. Yerimden hızla kalkıp, merdivenleri bir solukta iniyorum. Kapıdan çıkıp, yan evin çevirmeli ziline parmak uçlarımda dikilerek asılıyorum. Belki bin kez çeviriyorum. Durmadan. Durmadan. Durmadan. Sokak çınlıyor. Kulaklarım çınlıyor. Sonunda pencereden Leyla Abla'nın yüzü görünüyor. Ağlayarak, bağırıyorum: "Gitsinler onlar artık evlerine! Arkası yarın da bitti."
Babam gelip susturuyor beni. Gözyaşlarımı siliyor. Kendi evimizin basamaklarımızda oturup dertleşiyoruz. Cadde ışıl ışıl. Leblebi ve üzüm almaya gidelim, diyor babam. Bu teklif bile beni neşelendirmiyor. "Ayrılığın" gerekliliğini anlatıyor, kocaman laflar ediyor. Kocaman laflar ettiğini biliyorum çünkü hiçbir dediğini anlamıyorum. İlk ayrılığıma eşlik ediyor. "Neden üzülüyorsun?" diye soruyor. Onca sebebi sıralıyorum tek nefeste. Çünkü oyun oynuyoruz. Çünkü beni sinemaya götürüyor. Çünkü bana sakızlı çörek yapıyor. Çünkü süslü şapkaları var. Çünkü çok güzel kitapları var. Çünkü çok güzel masal anlatıyor. Çünkü.. "Leyla da çok üzgün senden ayrılacağı için.. Neden üzgün biliyor musun?" diyor, ama cevabımı beklemeden devam ediyor. "Seni çok sevdiği için üzülüyor." diyor. "İki saattir çünkülerini sayıp döktün de bi sevgini söyleyemedin..." diyor. Gücüme gidiyor babamın söyledikleri. Oysa çok seviyorum ben Leyla Abla'yı, sevdiğimi söylemek aklıma gelmemiş, günah mı? Hem, bıraksan, lafı ağzıma tıkamasan birazdan onu da söyleyecektim. Babamın ne demek istediğini ve beni niye böyle üzdüğünü, ya bu neyin sınavı hiç anlamıyorum. Babama küsüyorum.
"Kal..." diyor, karşımda oturan adam. "Neden?" diyorum. Sayıyor çünkülerini, cömertçe. Hiç esirgemeden, hayatın pratiğine dair ne varsa iki insanı bir arada tutabilen hepsini döküyor önüme. Akıllı cümleler kuruyor. Sağlam tezler sürüyor önüme. Dinliyorum. Aklıma Leyla Abla'yla ayrılışımızın hikayesi geliyor. Babamın anlattıklarını hatırlıyorum. Kalmıyorum.
Hepimize az gerekçeli sevgiler diliyorum...
Böyle yani..
.