Cumartesi, Eylül 20, 2014

ranini.tv'yi açtık!





Bekleriz. Artık ekrana dair ne var ve yoksa  BURADAN takip edebilirsiniz.

40'ı aşkın yazarımız var. Pırıl pırıllar, seversin gel..

Cuma, Mayıs 16, 2014

GÜNEŞİ BEKLERKEN: MAHŞERİN DÖRT TATLISI



MAHŞERİN DÖRT TATLISI
Set ziyaretimin son gününde Güneşi Beklerken’’in dört genç oyuncusu yani Hande Doğandemir, İsmail Ege Şaşmaz, Yağmur Tanrısevsin ve Kerem Bürsin ile birlikteyiz. Dördü de ekran yolculuklarının başında duran pırıl pırıl gençler. Güler yüzlüler. Birbirlerini sevdikleri, iyi geçindikleri her hallerinden belli. Bazen birbirini sevemeyen insanlara rastlarsınız, gizlemeye çalışsalar da, gizleyemezler ve ortama bir şekilde olumsuz enerji yayarlar. Hande, İsmail, Kerem ve Yağmur o tür insanlardan değiller. Birbirlerine güçlü bir arkadaşlık duygusuyla bağlanmışlar. Hande “Aksi nasıl olabilir ki ailelerimizden fazla birbirimizi görüyoruz,” diyor. Dördü de ‘fotojenik’ ve ‘kamera seviyor’ ölçütlerinin dışında değerlendirilecek kadar plastik malzemeleri güçlü yani güzel ve yakışıklılar. Kerem böyle anılmaktan hoşlanmasa ve bu konuda bir tık fazladan defans geliştirmiş olsa da, bu bir gerçek. Bu yazının kişisel bir değerlendirme yazısı olduğu ve toplamda iki gün, 10-15 saatin sonunda zihnimde kalanları aktardığım unutulmasın..

%100 ENERJİLİ BİR SET
Aralarında en az konuşan Yağmur. Hoş İsmail ve Yağmur’un sahneleri sebebiyle pek uzun sohbet edemedik ama Kerem ve Hande ile oldukça uzun vakit geçirdik. İlk set ziyaretimin üzerinden 10 gün geçmişti. İlk ziyarette Kerem ile denkleşemedik. Gözünde alerjik reaksiyon olunca sahnelerinin zamanlaması değişti ve ikinci ekiple çekim yaptığı için onu görememiştim. Hande Doğandemir  bu genç ekibin ekran konusunda en deneyimli olan oyuncusu. Diğerlerine de deneyimleriyle destek atıyormuş. Öyle diyorlar. Hande, Ankara doğumlu.Kahramanlar ve Keskin Bıçak’ta son olarak da Eflatun Film’in TRT için yaptığı Şubat’ın Elem’i olarak dikkat çekmiş. “%100 enerjimizi vererek oynuyoruz. Sahneler için heyecanlanıyorum, bu tempoda bu heyecanı yakalamak çok kıymetli ve önemli,”diyor. İsmail ailesiyle birlikte Manisa’da yaşıyormuş. “Her şeyi bıraktım ve tek başıma İstanbul’a geldim oyuncu olmak için. Organizasyonlarda çalıştım uzun sure sonra bu iş geldi,” diyor. Ekibin en küçüğü İsmail Ege. Kerem ise hemen güvenen, çabuk kabul eden, hesapsız kitapsız ve samimi genç bir adam. Melis karakterinin tatlı oyuncusu Yağmur daha sessiz. ZeyKer’cilerin çoğunlukla aşırıya varan tepkilerini soruyorum. “Negatif enerjiden etkilenmiyorum. Sokakta da öyle abartılı tepkiler almıyorum. Sosyal medyada olanlardan da etkilenmiyorum,” diyor. Sektörde genç olmalarına rağmen rol ile hayat arasındaki çizgiyi net olarak çekmişler. Darısı diger meslek büyüklerinin başına…

HAYATA RESET ATMIŞ
Sohbetimiz sıkça kesiliyor. Bir kısmını bu gece, kalan kısmını haftaya izleyeceğiniz önemli sahneler çekiliyor. Karavanda çoğunlukla Kerem ile yalnız kalıyoruz. Kerem, “Hande ile ilk andan itibaren elektriğimiz tuttu. Sahnelerimizi iple çekiyorum. Senaryoyu okurken heyecanla bakıyorum acaba ne olacak diye,” diyor. İşini severek yapan genç oyunculardan, mesleğini önemsiyor, ekranda görünmeyi, tanınmayı, şöhreti değil. Ölümcül gamzeleri var. Ailesi hala Teksas’ta yaşarken neden İstanbul’a geldiğini merak ediyorum. “Hayata reset atmam gerekiyordu,” diyor, gözlerinin ışığı sönüyor. Cin olduğum için hemen mutsuz bitmiş bir aşk hikayesi kurguluyorum. Üstelemiyorum. Daha sonra sohbetin başka bir yerinde kendiliğinden söylüyor meğer hayatı resetleme ihtiyacı hissetmesinin sebebi bir arkadaşını kaybetmiş olmasıymış. Ön yargılı kafa sesim için utanıyorum.Kerem İstanbul’a döndüğünde birkaç seçmeye gitmiş ama olmamış. Hatta ne tesadüftür Hande ile birlikte şimdi bir diğer kanalın güçlü işlerinden olan bir dizi için de seçmeye girmiş. Aksanını düzeltmek için Devrim Yakut’tan ders almış. Sevgi ve saygıyla anıyor hocasını. Sonra Güneşi Beklerken gelmiş. “Senaryo ve rolle ilgili kaygılarım vardı ama Altan Dönmez ile konuşunca çok rahatladım,” diyor.  Okullarda oyunculuk egzersizi olarak öğretilen rol arkadaşına güvenme konusunun pratikteki öneminden bahsediyor. “Hande’ye çok güveniyorum ve bu benim, bizim çift olarak başarılı olmamızda önemli bir etken. Bir sahneyi oynamadan önce biliyorum ki şimdi yaptığım şeyin karşılığı gelecek hatta bir adım ileri taşınacak. Bu bir oyuncu için çok kıymetli ve bulunmaz bir şey,”  diyor. Kerem Bürsin’in Türkiye’deki menajeri Gaye Sökmen. Yurtdışı işleri için Claire Danes’le de çalışan menajerlik şirketi  ile görüşüyor ve anlaşma imzalamaya hazırlanıyor. Laf yerine gelmişken Homeland’in dördüncü sezonu için teklif alıp almadığını sordum. “Henüz almadım, ama çok isterdim,” diyor. Sesi o kadar neşeli çıkıyor ki diziyi çok beğendiğini anlıyorum.

BIRAKSALAR METROYLA GEZECEK..
Tanınır olmanın getirdiği mecburi değişiklikler dışında hayat tarzları değişmemiş. Set dışında da arkadaşlar demiştim. Çalışmadıkları günler denk gelirse evlerde devam ediyorlarmış yarenlik etmeye. Kerem, “Ben bir daha asla gece sokağa çıkmam,” diyor. Magazinciler rahat bırakın çocukları. Sizin yüzünüzden evlere kapanmasınlar, el insaf! Toplu taşıma araçlarını kullanamadıkları için dertleniyorlar. Özellikle Kerem. Nadiren ve çok erken saatlerde seti olursa güzergah da uygunsa hala Metro kullanıyormuş. Marmaray’a binemediği ve galiba asla da binemeyeceği için dertleniyor. Geçenlerde ablasıyla birlikte Akmerkez’e gitmişler ve okulun çıkış saatine denk gelmişler. Neler olabileceğini tahmin edersiniz değil mi? Onlarca hayranla fotoğraf çektirdikten sonra kendilerini taksiye zor atmışlar. Hande ve Kerem’le sohbete devam ederken dizide onları en çok zorlayan sahnenin hangisi olduğunu soruyorum. Hande hemen cevaplıyor, “Tayfun’un babam olmadığını öğrendiğim sahne,” diyor. Kerem biraz düşünüyor cevabı sonra da “Sahnedeki duygu durumları değil de eğer bir mantık hatası varsa zorlanırım. İlla bir sahne söylemem gerekiyorsa mezarlık sahnesi çok zorladı. Zorlamadı da bütün gün mutsuz mutsuz dolaştım etrafta. Oyunculuk ilişki gibi, bazen yoruluyor ve neden içinde olduğunu sorguluyorsun. İşte böyle zamanlar olduğunda o kadar şanslıyım ki hemen Altan Hoca’ya koşuyorum ya da Hande ile konuşuyorum,” diyor.

KURDUĞU DÜNYAYA SAHİP ÇIKIYOR
Altan Dönmez, Güneşi Beklerken’in başarısı konuşulduğunda herkesin hemfikir olduğu ortak adres. Reklam geçmişi olan Dönmez, daha önce Karakol dizisinde Onur Tan’ın ikinci yönetmeni olarak piyasaya adım atmış hemen ardından da Osmanlı Kıyam dizisini yönetmiş. Güneşi Beklerken’de kurduğu dünya, oyuncularıyla iletişimi, ekibiyle bağı emsalsiz. Yumuşak başlı, sorun çözücü, babacan bir edası var. Güleç yüzlü diye tabir edilen adamlardan. Gerçek anlamda ‘sakin’ biri. Gerginlik anlarında kenara çekiliyor. Önce gerginlik sahibinin içindeki enerjiyi boşaltmasını bekliyor. Son damla da çıktıktan sonra olaya dahil oluyor ve konuyu tatlıya bağlayarak kapatıyor. Ve sanırım hep o kazanıyor.  Kurduğu dünyaya ve o dünyayı kurmasına yardım edenlere çok sağlam sahip çıkıyor. Bir yönetmen için emsalsiz bir duruş. Ekibi, bu kadar güleç yüzlü ve yumuşak olmasına rağmen öfkesinin de emsalsiz olduğu konusunda küçük bir not düşmedi değil.

LEOPAR BOTLAR MESELESİ
Ah Gökçe Yanardağ ah.. O nasıl bir zerafet, endam, içli dışlı güzellik anlatamam. Hayran olunası bir ışığı var. Zaten hangi işin içinde dursa kendini hemen fark ettiren pırıltısı bu sefer tam yerini bulmuş. Şahsen alınan gücenen olmasın ama galiba GB kadrosunda en beğendiğim karakter ve performanslardan biri kesinlikle Tülin ile Gökçe Yanardağ’a ait. Twitter arkadaşlığımızı cismi tanışıklığa denklemek Samandıra setine nasipmiş. Dünyanın bir ucu. Kurumsal İletişim’de çalışan ve bana bütün bu ziyaretler boyunca eşlik eden Esra bir gün önce aradı ve “Araç ayarladım,” dedi. Anlayacağınız dünyanın bir diğer ucundaki sete prodüksiyonun nezaketi ile ulaştım. Sete adım attığım andan itibaren herkes “Gökçe ile tanıştın mı? Bayılırsın!” uyarısında bulundular. Gökçe Yanardağ, Güneşi Beklerken’in yetişkinler kadrosunda. Neşeli, yeteri kadar yumuşak, rol arkadaşlarına ‘genç’ muamelesi yapmayan, onlarla ortak bir başarıya imza attıklarının bilincinde olacak kadar özgüvenli bir oyuncu. Leopar botlarıyla başı dertte. Eve dönerken (biz dönerken ekibin büyük bir kısmı hala çalışıyordu) serviste uzun uzun eski zamanlar ve topuklu ayakkabılar üzerine sohbet ettik. Ben, “Şimdiki kızlar yüksek topukluları giymiyor, biniyor,” diyerek size laf sokarken o sizi ölümüne savunup ayakkabıların ergonomik ve kalite sorunundan dem vurdu. Gökçe Yanardağ’dan size hep destek, tam destek!

NEE?!! İLKNUR YÜZÜNDEN GÜN MÜ BİTTİ, O ZAMAN MÜCVER YAPSIN!
Çok set gördüm. Eğlenceli, disiplinli, sıkıcı, korkutucu, gergin, gerginliğini gizlemeye çalışan, eğlenceliymiş gibi yapan say say bitmeyecek kadar çok set gördüm.Güneşi Beklerken setine bir sıfat vermek istesem ‘gurme set’ derdim. Sete adımımı attım yemek yedim, ayrılırken aklımda acaba yarın ne yiyecekler sorusu vardı. Hatta anlata anlata bitiremedikleri Barış Ev’e gidemediğim ve ev sahibesinin ikramlarından tadamadığım için gözüm arkada kaldı. Altan Dönmez sette bir ceza sistemi oluşturmuş. Kadraja giren, telefonu çalan, sete geç kalan, devamlılık atlayan yani sette yapılmaması gereken bilmem kaç kusurlu hareketten birini yapan bütün sete ikramda bulunuyor. Seçimi yönetmen yapıyor. Börek yapsın, menemen malzemesi getirsin, çörek yapsın gibi.. Ama hep yiyecek birşeyler.. Bu konuda emsalsiz börekleri ve ille de mücveri yüzünden Makyöz İlknur Hanım’ın gözünün içine bakıyorlar. Durmadan da şaka yapıyorlar. İlknur Hanım elinin lezzetine duyulan ilgiden o kadar memnun ki cezaya kalmadan da ekibe börekler çörekler yapıp getiriyormuş. O gün de tesadüfen İlknur Hanım’ın lezzetli mücveri vardı. Dibine darı ekmekle kalmadım sizin için tarifini de aldım.

İLKNUR HANIMDAN BÜYÜK HİZMET: MÜCVER TARİFİ

Malzemeler:
1 kilo kabak,
4 orta boy patates
5 orta boy soğan
1 demet maydanoz
1 demet dereotu
2 su bardağı un
4 yumurta
1 su bardağı sıvı yağ
1 tatlı kaşığı tuz
1 tatlı kaşığı karabiber
1 paket kabartma tozu
1 yemek kaşığı toz şeker

Kabak ve patatesler rendelenip suyu iyice sıkılır ve kurulanır. Derin bir kaba konur. Soğanlar yemeklik doğranır, ilave edilir. Maydanoz ve dereotu ince kıyılır ve eklenir. Un, yağ, yumurta, tuz, şeker, karabiber ilave edilerek iyice karıştırılır. Fırın tepsisine yağlı kağıt yayılır. (Servis aşamasında şekilleri bozuk çıkmasın diye mutlaka yağlı kağıt kullanılmasını öneriyor.) Mücver malzemesi tepsiye eşit öbekler halinde koyulur ve avuç içi ile tepsiye yayılır. Kalınlığı bir santimden az olmamalı. Şimdi dikkat! Fırın önceden 150 derece olacak gibi ısıtılır ve tepsi fırına verilir. Tam olarak 15 dakika pişirilir. Malzeme tepside toparlanmaya başladığında fırının derecesi 175’e yükseltilir. Üstü altın rengi alacak gibi kızarana kadar pişirilir. Soğuduktan sonra keskin bıçakla dilimlenir.

Afiyet olsun :-)

BU SET GURME SET DEMİŞTİK
İlk set günümde Kandilli’de mahalle otoparkına kurulan açıkhava yemekhanesinde yemek yedik. Ekip, Jale Ev çekimlerinde yemek mekanı olarak sokaktaki bir kahveyi kullanıyormuş ama o kahve artık Kardeş Payı’nın mekanlarından biri olmuş. Menüde ızgara köfte ve tavuk var. Otoparkın tahta masasında gazete kağıtlarının üzerine kurulan sofrada Ebru Aykaç, Altan Dönmez, Deniz Türker ve Emre Kınay’la birlikte yemek yiyoruz. Emre Kınay rejim yaptığı için sadece elma yiyor.
Set ziyaretimin ikinci gününde daha sete adımımı attığım anda duyduğum ilk cümle, “Öğlen neden gelmedin? Şahane bir yemek vardı hatta Altan Hoca iki tabak yedi,” oluyor. Akşam menüsünde ise karnıyarık ve pilav var. Yemeklerin ne kadar kaliteli ve leziz olduğunu bu fotoğraftan da anlayabilirsiniz. Pilav tane tane farkındaysanız. Genelde setlerde yemek saatlerinde yönetmen ve kalbur üstü kadro ortadan kaybolur ya da karavana kapanıp dışarıdan ısmarlanan yemekleri yerler. “Set yemekleri kötü olur,” serzenişi D Yapım işlerinde yok. Allah için Kayıp setinde de Güneşi Beklerken setinde de yemekler harikaydı.


DERTLERİ OLAN ADAM
Emre Kınay ekibin en tecrübeli oyuncularından biri. Hayata karşı duruşu ve dertleri olan bir adam. Ben setteyken Kanal D'nin Genç Bakış programına davet aldı. Sohbet esnasında da Genç Bakış’ta anlatacaklarının ipuçlarını verdi. Sanata bakışı, meslek etiğini algılayışı ile farklı kulvarda duran bir oyuncu. Şimdilerde en büyük derdi Kerem- Zeynep- Melis hikayesi yüzünden sosyal medyada maruz kaldığı soru ve sorunlar. “Bunlar hikayede ne yaparsa yapsın sorularla ben muhatap oluyorum,” diyor. Dizinin sosyal medyada örgütlenen hayran kitlesinden ben de ürküyorum açıkçası. Güneşi Beklerken’i düzenli olarak izlemeye kalksam, dilimin de kemiği yok, gaf yapar, fanatikleri başıma toplarım diye korkmuyor değilim. Anlayacağınız sizi, onlara şikayet ediyorum. Bu arada Duru Tiyatro’nun tahliye kararı durdurulmuş. Emre Kınay’ın ve bütün tiyatro aşıklarının gözü aydın. İnşallah bu saçma karar sonsuza kadar durur. (Edit: Duru Tiyatro konusu hâlâ tehlikede..)

ORADAYDIM: JALE EV- İÇ-GÜN
Set ziyaretimin ilk günü.. Beni Emel Sakarya karşılıyor. Emre Kınay’la tanışıyorum. Hemen de sahnesi olduğu için sete giriyor. Bir sure Dilek Hanım’ın enfes çaylarını içip, Emel Hanım’la sohbet ediyorum. Sorularım klasik. Sette toplamda 80 kişi çalışıyormuş. İki ekipler. Artık tek ekiple iş yetiştirmek mümkün değil. Bir süre daha havadan sudan ve sektörden sohbet ettikten sonra moladan faydalanıp içeri Altan Dönmez’in yanına giriyorum. Altan Dönmez ile Karakol setinde tanışmıştım. Eski dost sayılırız. Jale ev küçük bir mekan. Sahnenin çekildiği salonda kapının hemen arkasına kurulmuş kumanda masasına, Altan Dönmez’in soluna ilişiyorum. En şahane ziyaretçi makamı. Sonra gelsin çaylar, gitsin kurabiyeler..Bu akşam izleyeceğiniz, yukarıda da fotoğrafı olan sahne çekiliyor. Cihan ve Demet’in kritik bir sahnesi var finaline de Jale geliyor. Gözyaşları sel kıyamet. Kaçırmayın. Bu sahne çekilirken oluşan küçük bir devamlılık hatası motor denilmeden önce fark ediliyor ve hızla kostüm tashihi yapılıyor. Hatayı da nezaketen Emre Kınay üstleniyor. Sonuç? Kurallar gereği ekibe yiyecek birşeyler ısmarlayacak. Prodüksiyondan biri en yakın pastaneye gönderiliyor ve Emre Kınay bütün sete çikolata kaplamalı kestane şekeri ısmarlıyor. Gel gör ki Pelit’te kestane şekeri kalmamış prodüksiyon geriye iki kutu pötifur ile geri dönüyor, Afiyetle yiyoruz. Size bir sır ekip en çok Pelit’in üzeri çikolata kaplı kestane şekerlerini çok seviyor. Hani ziyarete gidecek olan filan çıkarsa ne götüreyim diye aranıp durmasın. Bu arada meraklısına not: Güneş kim? Vallahi sormadım. Ekip bu sorudan o kadar sıkılmış ki kendi aralarında “Al sana Güneş” şakası yapıyorlar, çeşitli fotoğraflarla.. Birine ben de maruz kaldım. Şakayı da bi güzel yedim.

KAHKAHALAR EKSİK OLMUYOR
Kerem ve İsmail kafa kafaya vermişler az sonra Yağmur ve Gökçe Yanardağ’ın o zor sahnesine ne şaka yapacaklarını düşünüyorlar. Altan Dönmez’in de onayıyla sahnenin sonuna girecekler. Kerem tekerlekli iskemleye oturup, siyah bir örtü ile yaşlı kadın gibi örtünüyor, İsmail de onu itiyor ve sahnenin sonuna giriyorlar. Önce şaşkınlık sonra kahkahalar.. Kahkahalar biraz uzayınca ince bir ses duyuluyor. Herkes toparlanıyor. Sette sesini en çok duyduğunuz insan elbette yardımcı yönetmen Deniz Çelebi. Adeta bir hassas terazi, denge mekanizması gibi işini yapıyor. Ekibin hem dinlenip nefes almasını sağlıyor, hem de sohbetin ve eğlencenin  uzamasına mani oluyor.

BEŞ YIL SONRA HERKES NEREDE?
Ortalığa çeki düzen verdik sonra da onlar da sizin için bu  pozu verdiler. Set ziyaretim boyunca dikkatimi çeken, gençlerin hiçbiri sahnesiz zamanlarda elde telefon sosyal medyada dolaşmıyor aksine birlikte vakit geçiriyorlar. Konuşup, eğleniyorlardı. Kerem laptop’uyla fazla alakadar olsa da bu tespitimi çürütmeye yetmedi. Şimdi bu karelerin hiçbirine girmeyen uygulayıcı yapımcı Emel Sakarya da sınıf öğretmeni gibi onlara kol kanat germiş, gözlerinin içine bakıyor. Sağlıklarıyla ilgileniyor. Kenarda uyuduklarını görse kalkıp üzerlerini örtecek kadar düşkün oyuncularına.. Küçük bir not, Bürsin poz vermekten de pek hoşlanmıyor.

Sohbeti bitirirken dördüne de aynı soruyu sordum. Bir sahne yazmanızı isteseler ne yazardınız. Yağmur düşünmeden hemen, “Gölyazı günlerinde neler olduğunu görmek isterdim,” dedi. İsmail Ege, “Meğer bunların hepsi bir rüyaymış ve uyanmışlar,” dedi. Hande, “Dramanın çatışması ayrı kalmaktan çıkıyor ama ben yazsam Kerem’le birleşip hayata karşı verdikleri mücadeleyi yazmak isterdim,” dedi. En uzun Kerem düşündü ve sonunda uzun da bir cevap verdi. “Beş yıl sonra nasıl insanlar olacaklar onu çok merak ediyorum. İkinci sezon yedi sene sonra başlasa.. Kerem her şeyi bırakmış ve bir dağ kulübesinde yaşıyor sonra büyük bir olay oluyor ve şehre geri dönüyor. Zeynep bir iş yerinde belki Aksel ile nişanlanmış olur ve benimle karşılaşır. Melis, dizi oyuncusu olmuş annesinin yolundan gitmiş. Zeynep spor hocası olmuş, düzgün bir hayatı var. Böyle bir anı yazmak isterdim,” dedi. Sayın Gökhan Horzum duydunuz değil mi?


GÜNEŞİ BEKLERKEN ORMANI
Emel Sakarya, kahvemizi içerken bir yandan da önündeki deftere not alıyordu. Merak edip soruyordum. Meğer fidan hesabı yapıyormuş. O ne demek diyeceksiniz? D Yapım, Çekül ile bir anlaşma yapmış prodüksiyon bütçesinden artırıp her bölüm Güneşi Beklerken Ormanı için fidan dikiyolarmış. Bu gelenek Kayıp Şehir’de başlamış.Güneşi Beklerken ormanında şu anda 1470 fidan varmış.  Ne kadar ince düşünülmüş bir sosyal sorumluluk projesi değil mi?Toplamda 15-16 saat içinde bulunduğum setten çok keyif aldım. Bende iz bırakan anları da size aktarmaya çalıştım. Her iki ziyaretimde de bana koşulsuz sevgi gösteren Uygulayıcı Yapımcı Emel Sakarya’ya,  Yapım Koordinatörü Selim Eltaş’a, Yapım Sorumlusu Sinan Çelik’e, Kurumsal İletişim’den Esra Yücetin’e elbette Altan Dönmez’e ekibine ve bütün oyuncularına teşekkür ederim.
Böyle işte..
R.


Pazar, Mart 30, 2014

Akta Manniskor: Dikkat, bu Nordic kalp kırabilir!

Akta Manniskor (Real Humans), 2012 yapımı bir İsveç bilim-kurgu draması. Şimdilik elde iki sezon ve 60'ar dakikadan toplam 20 bölüm var.

Bu sabah erkenden oy kullanmak için uyumadan sandığa gitmeye niyet edince, sezon içinde izlemediğim, çok ilgilenmediğim dizilerden biri ile maratona girişmek istedim. Vedat’tan 
(@vedaot) gelen bir tavsiye üzerine de bu diziyi izlemeye başladım. Bu tavsiyeye uymasam Helix izleyecektim. Helix'in ilk bölümünü izledim ama nedense hikayesine bir türlü ısınamadım.  Akta Manniskor'un yaratıcısı aktör ve yazar Lars Lundström daha önce Hakan Brakan (izlemedim), Tusenbröder (izlemedim) ve Labyrint (izlemedim) adındaki televizyon dizilerinin senaristliğini de yapmış. Dizinin 1960 doğumlu yönetmeni Harald Hamrell’i (Cismi, ikinci bölümde Hubot Cenneti’nde gözünüze ilişecek) dev beğendim. Müthiş incelikli, sade bir dünya kurmuş. Zaman ve mekan kavramlarından bağımsızmış gibi yaşayan bu fantastik dünyayı çok temiz ve inandırıcı kurmuş. Aksiyonu aksiyon, dramı dram gibi çekmiş. Her karakterin duygusuna yakın durmuş. Seyirciyi tarafsız bırakan bir rejisi var. Karakterlerin dünyasını seyirci için manipüle etmiyor. Şu iyi, bu kötü demiyor. İlginç bir adam vesselam. Diziyi öncelikle dünya kurmakta zorlananlara tavsiye ederim.

 Hikayenin kilit kahramanlarından biri olan Leo'yu, Andreas Wilson canlandırıyor.

Oyunculuklara gelince elbette şahane, övgü cümlesi kurmama gerek yok. Kadroda boş yok desem yeridir. Ancak ilk bölümler itibariyle dikkatimi çeken performansların sahipleri, Nordic meraklısı genç kızların yükselen ilahı Andreas Wilson (Leo) dışında, Ellen Mattsson (Eva), Lisette Pagler (Mimmi), Lennart (Sten Elfström) ve Alexander Stocks (Odi) oldu. Hikaye, yakın gelecekte, kısmetse hepimizin muhatap olacağı sentetik robotlar yani Hubotlar ve insanlar hakkında. Neredeyse cılk klişe haline gelmiş, kainatta yaşayan insan, hayvan, bitki ve dahi robotlarca resmedilmiş bir başkaldırı hikayesinin nesi ilginç, diyecekseniz, haklısınız. Hikaye, gelecekte var olacağı iddia edilen bir fantazi üzerinden ‘Benim de canım var?’ tartışması yaratarak geleceğe bakarmış gibi yaparken aslında bal gibi de içinde yaşadığımız çağa rahmet okuyor, ‘Biz ne zaman bu kadar zalim olduk?” sorusuna ve üflesek devrilen, evrilen değer yargılarımıza cevap arıyor. Dizi, Voltran'ı oluşturmak üzere oyun kuranlara ne anlatır bilmem ama, ilk oyuncağı arkadan takma plakla konuşur gibi yapan sarı saçlı İrma olan bir çocuk için kalp kırıcı bir gidişat sergiliyor. 

Trafik kuralları boşuna değil, duygusuna kapılmamı sağlayan Claes Hartellus, 10 dakikalık performansıyla adeta "rolün ufağı büyüğü olmaz" diyor. İzleyin.
 
Bölüm, gecenin köründe telefonla konuşarak araç sürdüğü için dikkati dağılan ve kamyonetiyle yoldan geçen birine çarpan Dr. Emmet Brown görünümlü vatandaş Gösta'nın (Claes Hartellus) telaşlı, gergin hikayesiyle başlıyor. Açık söyleyeyim dizinin bu aşamada gerilim öğeleri o kadar güçlüydü ki, ‘Korkunçluymuş, izlemem ben bunu’ noktasına gelmek üzereydim. Kamyonetinde “Akta Manniskor” etiketi olduğunu kaşla göz arasında gördüğümüz Gösta, kazadan sonra son sürat evine sığınıp ‘gelenleri’ beklerken, tatlı karısı Siri’nin (Lisbeth Tammeleth) kocasının telefonda sipariş ettiği kahve ve keki bütün o kargaşaya rağmen servis etmeye çalışması çok ferahlatıcı bir sahneydi. Sırf bu sahne üzerine günlerce konuşabilirim. Ortalık sakinleştiğinde anladık ki  Leo'nun liderliğinde özgürlük koşusuna başlayan Hubotların yani, hikayenin en başında gruptan ayrı koşmaya zorlanan ve gerçek insan Leo'ya aşık Mimmi, Eva, Fred (David Lenneman), Gordon( Andre Sjöberg), Max (Christopher Wagelin) ve haklı (!) yaşam savaşını izlerken insanlığımızı da temize çekeceğiz. Çok da lazımdı!

Johan Paulsen'in andropoz döneminde bir aile babası kompozisyonu çizdiği Hans karakteri gerçekten çok etkileyici.

Bütün hikayenin tam ortasında oturan kahramanımız Leo, Max'ı yanına alarak karaborsacıların eline düşen Mimmi'yi bulmaya karar verdiğinde biz çoktan Engman Ailesi'nin evine konuk olmuştuk. Üç çocuklu ailemizin sıradan ve sıkıcı hayatlarına giriş yaparken televizyonda Miyakki reklamını izledik. Anladık ki robot teknolojisi almış başını gitmiş. Ailedeki karakterlerin dağılımı dramanın çatışmasına son derece uygun yapılmış. Kahve makinasıyla bile başa çıkamayan babamız Hans (Johan Paulsen) robotlu yaşama sıcak bakarken, annemiz İnger (Pia Halvorsen) insansız yaşam istemeyen bir muhafazakâr olarak direnen son kaleyi temsil ediyor. İnger, yaşlı babacığını yanına alamadığı ve onu Odi ile yaşamak zorunda bıraktığı için de vicdan azabı çekiyor. Evde ayrıca bir adet hormonları tavan yapmış delikanlı Tobias (Kare Hedebrant), bir delişmenimsi genç kız Matilda (Natalie Minnevik) ve bir de hâlâ Noel Baba'ya inanan tekne kazıntısı kız çocuğu var. Hepsi de bizi az sonra tanışacağımız Büyükbaba Lennart ve Odi'nin acıklı hikayesine titizlikle hazırlıyorlar.

Odi rolünü, 1979 doğumlu İsveçli aktör Alexander Stocks canlandırıyor.

Odi, Lennart 'ın can yoldaşı, kıçtan prizli olacak kadar eski teknoloji ürünü bir robottur. Lennart Raf ömrü çoktan bitmiş olan Odi'yi alışkanlıklarından vazgeçemediği için elden çıkarmayı bir türlü göze alamıyor. Lennart hikayemizde sadakat kavramının temsilcisi.. Tatlı Odi, market alışverişi esnasında 'marmelat- reçel' karmaşası içinde çipi yakınca da sorunlar başlıyor. Markette olay çıkaran Odi zaten rutin kontrolleri esnasında 'kullanmayınız' raporu almıştır ve tez zamanda geri dönüşüm çöplüğüne teslim edilmelidir. Bu arada büyükbaba rolündeki aktör Sten Elfström'ün performansını ağzım açık izledim. Elbette büyükbaba Lennart, Odi'yi çöpe atamaz ve olaylar gelişir. Bu aşamadan sonra hayatmıza ilk on dakikada tanışıp, kaybettiğimiz Gösta ve Siri yüzünden Dedektif Bea (Marie Robertson), hubotları kötü yola düşüren Nuri Alço bozması, karanlık tarafa hizmet eden ve ölümüne çekici aktör Jonas Malmsjö'nün canlandırdığı Luther, proleteryanın son ateşli temsilcisi Roger (Leif Andree) ve onların pek güzel yayılan hikayeleri de giriyor. Bütün bu karakterlerle tanışırken Leo'nun fıldır fıldır aradığı Kore yapımı Mimmi ise.. Neler olduğunu öğrenmek için diziyi izleyin bence..

Böyle işte..
R.



.



Perşembe, Mart 20, 2014

33. İstanbul Film Festivali Başlıyor!



Bu yıl 5-20 Nisan tarihleri arasında 5 sinema, 4 salonda 200'den fazla film gösterime girecek. Yine Biletix eziyeti ve "Seneye kesinlikle gişede sıraya gireceğim" yeminleriyle sabah 10:00'da başladığım bilet satın alma eziyetini iki saat içinde tamamlamayı başardım. Ön sonuç: Sinir harbi, bir sürü mükerrer bilet, iki kayıp gün.. Tam biletleri aldım, ödemeyi yaptım, işlemi bitirdim ve keyif içinde ekrana bakıyordum ki telefon çaldı ve 12-13 Nisan'a İstanbul dışı iş geldi. Böylece bu festivalde kayıp gün sayım dört oldu. Neyse..

İlgilenen olursa diye 33. İstanbul Film Festivali'nde izlemeye niyet ettiğim filmleri listeliyorum:


Venedik'te Gümüş Aslan alan 1992 yapımı Jambon-Jambon, Festivali açmak için en iyi seçenek gibi geldi..


Jambon Jambon-Yönetmen: Bigas Luna
İnce Buz, Kara Kömür- Yönetmen: Diao Yinan
Polis Memurunun Karısı- Yönetmen: Philip Gröning
Sıfır Teorisi- Yönetmen: Terry Gilliam
Umudun Peşinde- Yönetmen: Stephen Frears
Nükleer Santral- Yönetmen: Rebecca Zlotowski
Bizden İyisi Yok- Yönetmen: Lukas Moodysson
Bir Masumiyet Anı- Yönetmen: Mohsen Makhmalbaf
Riley'in Hayatı- Yönetmen: Alain Resnais



Alexandros Avranas'ın Venedik'te En İyi Yönetmen Ödülü aldığı film, konusu itibariyle bu sene çok tartışıldı.


Şiddet Güzeli- Yönetmen: Alexandros Avranas
Büyük Budapeşte Oteli- Yönetmen: Wes Anderson
Her Şey Onun İyiliği İçin- Yönetmen: Mar Coll
Şeytan Düğümü- Yönetmen: Atom Egoyan
3 Oyunculuk Egzersizi- Yönetmen: Cristi Puiu
Durgun Hayat- Yönetmen: Uberto Pasolini
Görünmeyen Kadın- Yönetmen: Ralph Fiennes
Muhteşem Kedi Balığı- Yönetmen: Claudia Sainte-Luce
Medealar- Yönetmen: Andrea Pallaoro
Laurence Anyways- Yönetmen: Xavier Dolan


Morgan Neville'in Oscar'a aday gösterilen müzikal belgeseli, perde arkasında kalanlara selam çakmış.

Yıldız Olmaya Ramak Kala- Yönetmen: Morgan Neville
Şiddete Dair- Yönetmen: Göran Hugo Olsson
Büyük Müze- Yönetmen: Johannes Holzhausen
Yaza Veda- Yönetmen: Koji Fukada
Humus'a Dönüş- Yönetmen: Talal Derki
Yalnız Hayaletin Öyküsü- Yönetmen: Anup Singh
Salinger- Yönetmen: Shane Salerno
Kitap Hırsızı- Yönetmen: Brian Percival
Savaşsız 20 Gün- Yönetmen: Aleksey German
Bergman'ın Evinde- Yönetmen: Jane Magnusson, Hynek Pallas


 Zar Oyunu, aslen oyuncu olan senarist ve yönetmen Geetu Mohandas'ın ilk uzun metrajlı filmi

Zar Oyunu- Yönetmen: Geetu Mohandas 
İnfaz- Yönetmen: John Michael Mcdonagh
Bertolucci'den Bertolucci- Yönetmen: Walter Fasano, Luca Guadagnino
Babil Okulu- Yönetmen: Julie Bertuccelli
Walesa- Yönetmen: Andrzej Wajda
Ida- Yönetmen: Pawel Pawlikowski
Salvo- Yönetmen: Fabio Grassadonia, Antonio Piazza
Meçhul Malum- Yönetmen: Errol Morris
Dokuz Ay Hapis- Yönetmen: Albert Dupontel
Tom Çiftlikte- Yönetmen: Xavier Dolan
Ben, Kendim ve Annem- Yönetmen: Guillaume Gallienne
Sözcükler ve Resimler- Yönetmen: Fred Schepisi

Annelerini kaybetmiş iki kardeşin, mahallelerine yeni taşınan bir diğer çocukla nehre yaptıkları yolculuğu Amerikan sineması'nın yükselen değeri Bağımsızların en tazesi Alexandre Rockwell'in vizöründe..

Minik Ayaklar- Yönetmen: Alexandre Rockwell
Beş- Yönetmen: Abbas Kiarostami
Sinirlenmeyeceğim- Yönetmen: Reza Dormishian 
Elyazmaları Yanmaz- Yönetmen: Mohammad Rasoulof
Trans X İstanbul- Yönetmen: Maria Binder
Ana- Yönetmen: Ebubekir Uygur
Taş Bebek- Yönetmen: Joanna Kos-Krauze, Krzysztof Krauze
Japon Köpeği- Yönetmen: Tudor Cristian Jurgiu
Scola Fellini'yi Anlatıyor- Yönetmen: Ettore Scola
Avludaki Fısıltılar- Yönetmen: Pierre Salvadori
Üçleme- Yönetmen: Robert Lepage, Pedro Pires
Frank- Yönetmen: Lenny Abrahamson
Sessizlerin Sesi- Yönetmen: Maximón Monihan
Mandalina Bahçesi- Yönetmen: Zaza Urushadze 



Aksiyon yüklü bu gerilim filmi, yönetmen Donovan Marsh'ın yetenekli oyuncular bulmak için düzenlediği Class Act isimli TV yarışmasını kazanan ve filmde Chili rolünü üstlenen Sdumo Mtshali için çekilmiş.

Vurgun- Yönetmen: Donovan Marsh 
Kurt Kapıda- Yönetmen: Fernando Coimbra
Sesini Duyuramayanlar İçin- Yönetmen: Jasmila Žbanić
Bir Varmış Bir Yokmuş- Yönetmen: Kazım Öz
Çul Çaput- Yönetmen: Ahmad Abdalla
Körlük- Yönetmen: Eskil Vogt
Hawaii-  Yönetmen: Marco Berger
Dışişleri- Yönetmen: Betrand Tavernier
Göldeki Yabancı- Yönetmen: Alain Guiraudie
Hepimizin Sevgilisi- Yönetmen: Hong Sang-Soo
Tanrının Oğlu- Yönetmen: James Franco
İtiraf I-II- Yönetmen:Lars Von Trier
Tarihin Sonu- Yönetmen: Lav Diaz



Bakalım, bu sene kaç film fire verecrek festival maratonunu tamamlayabileceğim.
Böyle işte.
R.






















Salı, Mart 11, 2014

Allaha emanet ol..


"Hiç masal dinlemeden büyümüş çocuklardanım. Herhangi birini tanıma imkanınız oldu mu? Masal niyetine anlatılan insan hayatlarını biriktirerek büyüdüm. Seçkin ailelerin, orantısız aşkların peşinde aklını yitiren evlatlarının perişanlığını, kocasını aldatan kadınların korkunç dramını, anneanne sözü dinlemeyen çocukların sonunu, kocaya kaçan kızların sefaletini dinleyerek kabus dolu uykulara uğurlandım. Yattığı odanın duvarından gelen tuhaf seslere dayanamayıp duvarı yıkan ve içinde hazine bulan adamın hikayesini saymazsak, çocukluğumda anlatılan hayatlar mutlu son ile bitmezdi. Duvarın içinde hazine bulan adam da çok mutlu olur ama ifrat ile hazineyi savurur, sıfırı tüketirdi ne hikmetse. Mutluluğun yolu mutlaka acıdan geçerdi. Eskiler, kaybedenlerin mutsuz hikayeleri üzerinden hayatı öğretmeye çalışırdı yenilere. Olmak için de, aydınlığa çıkmak için de önce yanmak gerekirdi. Doğuştan mes'ud insanlar, sebepsiz kahkahalar atan çocuklar ve onların masalları çok uzaktı bize. Kan çıkmazsa para yok diye bağırırdı Karpuzcu Acem Ali, öte dünyada arkamızdan koşardı tabağa mahkum pirinç taneleri, ayrılık olmasın diye gözden öpülmezdi. “Devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi**”, işbu sebeple bile, yazdığınız masala sahip çıkmayı, evlatlarınızı ferah uykulara uğurlamayı unutmayın çocuklar.." 
Allaha emanet ol!


*Gezi olayları vesilesiyle Sabah Gazetesi için yazdığım, "fazla sevecen" olduğu gerekçesiyle yayınlanmayan yazıdan alıntıdır. 

** Murat Uyurkulak 




.
 

Pazar, Mart 09, 2014

Yeni başlayanlar için dizi eleştirmenliğinin püf noktaları


Ülkemizde, prime time denen dilimde günde en az bir dakikasını televizyon karşısında geçiren izleyici sayısı 2012’de 30 milyona ulaşmış. Şimdi taşmıştır. Dizi piyasası (sektör diyemedim farkındaysan) her anlamda popüler ve kârlı. Hal böyle olunca da bu piyasanın ürünleri için eleştiri mekanizmasının çalışması doğal. Kahvede, altın günlerinde, yemek araları ve kuaför salonlarında özetle sokakta “ne olacak bu memleketin hali?” sorusunun yerini “ne olacak bu karakterin hali?”nin almasına ramak kala dizi eleştirmenliği meselesi üzerine ahkam kesmeye niyet ettim. Efendim, konvansiyonelde yani yaygın tanımıyla yazılı medyada önceleri, 'bir yükselen değer olarak televizyon'un üretimleri de eleştirsin diye ‘laf olsun sayfa dolsun’ prensibiyle dağıtılmış, farklı alanlarda iştigal eden ama televizyonla ‘ilgili’ muhabirlere dağıtılmış köşelerde, tv eleştirileri yazanlar, çalıştıkları gazeteler televizyon sahibi oldukça ya da televizyonlar gazeteye sahip oldukça doğal olarak (neresi doğalsa?) kolları kanatları kırık bir şekilde sadece kendi gruplarına ait işlerle ilgilenir, diğerlerini görmezden gelir bir pozisyon aldılar. Bir proje yeri göğü de inletse, -misal isim de vermek gerekirse- Sabah Grubu’nun, Kanal D projesini övdüğünü göremezsiniz ya da Hürriyet Gazetesi’nde tv yazarı olup, Yalan Dünya hakkında olumsuz cümleler sıralayamazsınız. Muhataplarına yazılı ya da sözlü olarak iletilmiş bir kural var mı bilmiyorum ama, bu konuda kişisel sansür mekanizmasının da haddinden fazla işlediğine inanıyorum. Neyse..

İş bu haldeyken seyirci tarafsız görüşe ve televizyon işlerine eşit mesafeli duran eleştirileri nasıl okuyacak? 2004 yılında önce Ekşi Sözlük’te dizi başlıklarına eleştiri yazıp sonra bakir bir blog açmaya götüren sebep, dizi eleştirilerimin daha çok, her gün daha da çok okunmaya başlamasıydı. Bakmayın sektör tarafından halen ötelendiğimize her geçen gün bağımsız dizi eleştirmenleri çoğalıyor ve bol bol da okunuyorlar. Çok uzattım topluyorum. Geçen gün Twitter’da taze dizi eleştirmeni arkadaşlardan birinin takipçi fanlara sinirlenip “ama böyle yaparsanız dizinize desteğimi keseceğim ve tek satır yazmayacağım,” dediğini görünce, aklıma 'Adından bahsedilen, sözü dinlenen bir dizi eleştirmeni mi olmak istiyorsunuz? İşte size parlak bir dizi eleştirmeni olmanın 'püf noktaları' minvalli, şaka ile karışık konvansiyonelde ya da bağımsız mecralarda dizi eleştiriren bağzı tuhaf üslup sahiplerine ithafen bir yazı yazmak geldi. O zaman buyrun buradan okuyun!

GÖMMEYE DEĞİL, ÖVMEYE ODAKLAN
Tecrübe ile sabittir, ne zaman bir dizi ya da oyuncuyu sert bir dille ve olumsuz eleştirsem alkış sesleri, övgüler ve okunma oranları yükselir. Olumsuzdan beslenen bir toplumuz vesselam. O sebeple siz siz olun, bu alkış seslerinin büyüsüne kapılarak olumsuz eleştirinin dozunu kaçırmayın. Eğer izlediğiniz dizide övecek hiçbir şey bulamıyorsanız da o dizi hakkında yazmayın. Fare bile ısırırken üflermiş. Üflemeden ısırmayın.
Olumsuz eleştiri yaparken, bir hatayı ortaya dökerken, olmamışı söylerken mutlaka bir çözüm önermeyi de unutmayın. “Sarı saçlarından sen suçlusun!” dediniz de, neden suçlu? Karşı çıkma gerekçenizi ortaya koymaz, hatayı gösterip çözümü önermezseniz boşa kalem oynatmış olursunuz. Yıkıcı eleştiriler yapmak, kırıp dökmek kolay olan, siz zor yolu seçerek farklı olmayı deneyin.

Hata ve tercih ayırımını iyi yapın. Hikayecinin gittiği yolu sevmeyebilir, hiç de beğenmeyebilirsiniz ama bu onun bir senaryo/hikaye hatası olduğunu göstermez. Hikaye söz konusu olduğunda her beğenmediğiniz yol ayrımına “Çok büyük hata!”, “Bu böyle asla olmaz!” demek yerine “bu tercihi sevmedim” demeyi öğrenin.

Tercihleriniz, seçkileriniz olsun. Sevmediğiniz işleri sırf popüler ya da izleniyor diye yazmayın. Bazı işler hakkında tek kelime etmemek de bir tutumdur. Tutumlu olun.
ORDİNARYUS OLAMAN ŞART DEĞİL, KENDİN OL YETER
Dizi eleştirmek için çok bilen olmanız şart değil ama hiç bilmeden ahkam kesen olmak da hoş değil. Fazla bilmek ve bunu her vesileyle göstermek de okurla arandaki organik ilişkiyi zedeler, kibirli bir mesafe oluşmasına sebep olur. Bu sebeple mutlaka ve maksimum seviyede teknik ve pratik bilgiyi edinmeyi edinmeyi ama bu bilgiyi kibirli bir lisanla kullanmamayı öğrenmeyi de hedef haline getirin.

Elbette sevdiğiniz, kendinizi yakın bulduğunuz kişi ve projeler olacaktır. Arkadaşlarınız, hayran olduklarınız ya da ekmeğini yediğiniz/ yiyebileceğiniz insanları eleştirmek zorunda kalabilirsiniz. O gibi durumlarda ‘tarafsızım’ yalanı söylemek ve kötü iş yapan ‘sevdiceği’ ölümüne kollayarak komik olmak yerine kırıp dökmeden dürüst davranmanın bir yolunu bulun. Tarafsız olmayın ama dürüst olun.

Oyunculuktan zerre nasibini almamış insanları, çöpten hallice işleri sırf iki satır övgü duymak için gazlayıp, “Balım şahanesin valla,” demeyin. Yazıktır, günahtır. Bu gün övdüğünde seni seven, yarın ilk olumsuz eleştirinde aynı derecede nefret edecektir. Oyuncu/ yapımcı/ yazar/ yönetmen ile aranızdaki güvenli takip mesafesini her daim korumaya özen gösterin. Alaka görmek için boş yere goygoy yapmayın.

Fikir, yorum ve üslup hırsızlığı yapmayın. Sözlükleri, blogları, yabancı siteleri gezip fikir aşırmayın. Herhangi bir mecrada “Vay anasını bunu ben nasıl göremedim” diyeceğin bir cümle kurulmuşsa, o cümlenin hakkını sahibine teslim edin adlı adınca, korkmayın. Mutlaka özgün bir üslup sahibi olmanın yolunu bulun. Altında imzanız olmasa da okuyan, “Bunu Ayşe yazmış” diyebilsin.

KONTROLLÜ OL
Eleştiri yaparken, yazarlık yeteneğini de göstermek için izlediğiniz hikayeyi hiç olmadığı kalıplara sokmayın. Yazıyı metaforlarla süsleyip, ağdalı cümlelerle olayı abartmayın. Elbette hikayenin sizde hissettirdiği özel duygular kıymetlidir ama okur, ne kadar da yetenekli bir yazar olduğunuzu görmek için değil, takip ettiği dizi üzerinden bir ortaklık kurmak için sizi okumayı seçiyor. Eleştiri yeniden yaratmaktır, kabul ama kantarın topuzunu kaçırmayın. Kendi yazarlık yeteneğini sergileyeceksin diye seyirciye ve okuruna ‘algısı düşük şaşkın’ muamelesi yapmayın.

Ufak atın. Gösterişli ama içi boş cümleler kurmayın. Dizi eleştirecekseniz sektör ve dinamikleri hakkında mutlaka bilgi edinin. Şartları kulaktan duyma bilgilerle öğrenmeyin, setlere gitmeyi deneyin. Teraziniz hassas olsun. Sonuna kadar arkasında durabileceğiniz özgün argümanlar üretin. Değişim, gelişimdir lakin gelişken değişim ile istikrarsızlık arasındaki çizginin pamuk ipliğine bağlı olduğunu unutmayın.

Projeye odaklanın, insana ya da kuruma değil. Oyuncu eleştirirken karaktere, senaryo eleştirirken hikayeye, reji eleştirirken gördüğünüze odaklanın, o performansların sahiplerine değil. Eleştirmen kisvesi altında kişisel husumetlerinizi ortaya dökmeyin. İyi yazılmış karakterler kendilerini hemen ele verirler. Kötü yazılmışları da.. Eleştirdiğiniz oyuncu kağıt üzerinde iyi yazılmış bir karakteri mi perişan ediyor yoksa olmayanı mı var ediyor? Doğru gözlemleyip öyle eleştirin. İnce eleyip, sık dokuyun. Her iki durumda da meseleyi kişiselleştirmeyin. Görecelik kavramını unutmayın. Size hoş gelmeyen bir başkasına bal börek olabilir. Elbette ve daima büyüğünüzü sayın, küçüğünüzü sevin.
BİLGİ VER, DEDİKODU ÜRETME
Eş dost sohbetinde duyduğunuz, önünüze düşen emailden gördüğünüz ya da herhangi bir şekilde ‘içeriden’ edindiğiniz duyumları fazladan üç-beş takipçi kazanmak uğruna sosyal medyaya kontrolsüzce boca etmeyin. Bilgiyi ‘vermek’ ile ‘sızdırmak’ arasındaki ince çizgiyi ihlal etmeyin. Zamansız ve gereksiz bilgi de zararlıdır. “Her şeyi ilk ondan duyuyoruz,” fısıltıları size sadece haybeci bir takipçi kitlesi getirir ve o kitle taze haberi kim verirse yarın da onun peşine takılır. Bu geçici kalabalığa esir olma.

Oltaya gelmeyin. Eleştirinize maruz kalan kişi ve kurumların sizden daha bilgili ve daha da önemlisi deneyimli olabilecekleri ihtimalini kulağınıza küpe etmeyi unutmayın. Özellikle de hikaye eleştirirken ‘Klişe seyirci’ için ortaya atılan zokaları yutup, şeytanın aklına gelmeyecek teoriler üretmeyin. Komik oluyor. Bunu önlemek için çok okumak/ izlemek yetmez, okuduğunu/ izlediğini doğru anlamanın da yolunu bulun. Ve en önemlisi sakın ola yarışma. Yazanı, oynayanı, yöneteni gerekirse acımasızca eleştir ama onlarla yarışmayın. Özellikle eli kalem tutan eleştirmenler, bilgelik hevesine yenik düşüp hikayeyi zamanından önce deşifre etmeyin.

Okuyun.Yazıyı bitirdikten sonra mutlaka birkaç kez, yüksek sesle okuyun. Salt sizce kötü bir projenin içine dahil oldu diye eleştireceğiniz insanda ömür boyu göreceği, iyileşmez izler, kırgınlıklar bırakmayın. Olur da karşılaşırsanız, göz göze gelmekten rahatsız olmayacağınız kadar eleştirin. Unutmayın ki herkes eleştirinizi kendi ses tonu ve ruh hali ile okuyacak. İmla kurallarına sonuna kadar riyayet etseniz de nafile olacak. Özellikle olumsuz eleştirileri, muhatabınızla empati kurarak bir kez daha okuyun. Yazınızın son halinden memnunsanız, attığınız taşın açacağı yaraya razıysanız da yazınızı gönül rahatlığı ile yayınlayın.

OKURDAN ÖVGÜ DİLENME
Bu günden sonra dikkat edin bakalım, “Ben demiştim,”, “Sözlerimi dikkate alın,”, “Ne dersem çıkıyor”, “Tutmaz dedim, tutmadı” tarzı cümleleri ne sıklıkta kullanıyorsunuz? Hatta hasbelkader yaptığınız bir tesbit tutunca arşive koşup tozlu raflardan yazıyı bulup önümüze atıyor musunuz? Yapmayın. Yazdıklarınıza aşık olup, kendinizi övüp durmayın. İzin verin sizi başkaları takdir etsin, övsün, beğensin. Yakanıza kendi ellerinle taktığınız o süslü ünvanın esiri olup komik durumlara düşmeyin. Son söz. Rahmetli Ananem derdi ki, "Kimi övüp, kimi gömeceğine kendin karar ver."
Böyle işte..

R. 


.

Cumartesi, Mart 08, 2014

Ergen Beth, Andropoz Daryl'e Karşı

Acımasız bir başlık oldu biliyorum. Ama hak ettiler, inan. Okumaya devam et, anlayacaksın. Tatlı Beth'in bu maceradan sağ çıkamayacağı aniden içine doğdu. Eskiler 'ayan oldu' der ya hani, öylesine.. Çayır bayır gezerken aniden bu fikre kapıldı ve "Ölmeden Yapılması Gereken 100 Şey" listesini önüne koydu. İşe alkol ile başladı. Sanırım ilerleyen bölümlerde de Daryl'a 'bekaret'ini teklif edecek. Hiç şaşırmam. Beth'in erkek arkadaşları oldu evet, ancak kızına "İçki bütün kötülüklerin anasıdır" diye eski moda öğütler veren mütevefa Hershel, "Evlenmeden olmaz" da demiştir diye şüphe içindeyim. Evvelki bölümlerde Beth'i sevişirken gören, bilen, hatırlayan varsa kaleye mum diksin.


Aç mezarı mı var?
Rahmetli Ananem, yemek konusunda sorun çıkardığımda sofrayı toplar. Arkasından da, "Yemezsen yeme aç mezarı yok" derdi. Ertesi öğüne kadar bekler, aynı tabağı tekrar önüme koyardı. O tabak bitene kadar bu tatlı (!) seramoni tekrar edilirdi. Yıllar sonra öğrendim ki aslında bu bir köpek eğitim yöntemi. Neyse.. Daryl dağ bayır demedi, mükellef sofralar kurdu ama kızı mutlu edemedi. Son yemekleri Izgara Yılan oldu. Sanal alemde tadının tıpkı tavuk gibi olduğu dedikoduları dolaşıyor. Jenerikte uyarı görmedim. Bilmem bu sahne için yetişkin kaç yılanın kanına girildi? Derisi soyulan yılan bana pek de butafor efekti vermedi..


Bizde olsa tedavülden kalkar o paralar..
Çok sembolik göndermeler vardı bölümde. Özellikle Golf Kulübü sahnelerinde.. "mezara mı götürücen?", "Hayatta etiketlerin dışında yapıştığın şeyler de olsun!" tadında hamasi derslerle geçti bölüm. Sonunda Golf Kulübü'nde bulduğu nakit ve ziynet eşyalarına çantaya atan Daryl bunları ne ile takas edecek acaba? Ya da bu Zombi dünyasından kurtulmayı mı ümid ediyor dersiniz? Bu hareketler beni hep huylandırıyor. İlerleyen bölümlerde sırf bu nakit ve mücevherler yüzünden başına bela açılacak diye korkuyorum. Beth de sıcak su bulamayınca sadece temiz giysilerle yetindi. Zavallı kızın üstü başı da Daryl sinir krizi geçirene kadar temiz kalabildi.


In The Flesh izleyin..
Golf Kulübü'nde adeta bu zombi bokundan kurtulmak için kendini asan insanlar, belki kurtulurum umuduyla kafasına sıkanlardan kurulu bir mezarlık vardı. Toplu katliam yaşanmış gibiydi. Bu kez sağ kalıp zombi olanların gözünde açlık hissi değil de, "sık kafamıza kurtar bizi bu boktan" bakışı vardı. Umarım zombi olunca hafıza da sıfırlanıyordur. İnsan olmaya dair hiçbir şey hatırlamıyorlardır. Hoş, meraklısı hatırlar sanırım, virüsün tedavisi ve sonrasını anlatan In The Flesh (Hatta çevirisini de @aytackara yapmıştı, bulup izleyin derim) namlı mini dizinin çatışmasına renk katan bu hatırlama anlarıydı ve beni çok ürkütmüş, çok zor izlememi sağlamıştı.

Uzan ve Anlat!
Haftalardır Carl'dan beklediğim duygusal 'patlama' en şahane şekliyle Daryl'dan geldi. Beth, hızla büyüdü ve "Uzan ve anlat" abla pozuna geçti. Karakterlerin değişim grafikleri çok güzel planlanmıştı. Bu sahneleri alışmakta zorlanacağım kadar romantik bir adam gördüğüm için ne hissedeceğimi bilemeden izledim. Daryl'ın dev travmaları olduğu hepimizce malum ama hiç bu denli dillenmemişti.


Şeftali Likörü mü? Böğğrk!
Carl'ın ergenlik krizlerine rahmet okutmaya and içen Beth'in peşine çaresizce Daryl da takıldı demiştim. Daryl, kızçeniz ilk içkisini yudumlasın diye isteksiz de olsa uğraştı. Allah için senaristler, haftalardır ekranda göremediğimiz Norman Reedus hayranlarına "Al ve sus!" diyerek bölümü Daryl'a karakterine adamışlardı. Şikayet eden yoktur?  Beth, kulübün barında yarım şişe Schnapps (Şeftali Likörü diyelim) buldu. Daryl son anda, "ilk içkin bu boktan şey olmayacak, düş peşime!" dedi. İşte o andan beri Daryl- Beth ilişkisi beklemeye başladım. Nazarımda ilk bölümden öpüşen Kurt Seyit ve Şura kadar efekt yaratmış bir sahnedir.

Daha içelim hey hey!
Daryl kızı aldı, evvelce Mishonne ile bir benzerini bulduğunu iddia ettiği bir kulübeye getirdi. İçeride kaçak içki gani. Başladılar içmeye. Daryl burnundan kıl aldırmıyor. Beth bir oyun oynamayı önerdi. Başladılar oynamaya. Sahne bir cümleyle özetlenebilir: Daryl oğlum ağzına iç!


Daryl'den yersiz okçuluk dersleri. 
Bölümün en dramatik sahnesi desek yalan olmaz. Meğer Daryl'in sarhoçluğu çok pismiş. Bölümün başından itibaren kurgulanan gerginlik bu sahnede enerji boşaltımına geçti ve Daryl'ı bir çırpıda pamuk helvaya dönüştüren sahneleri tetikledi.


Big Hug!
Bu Amerikalılar sarılmaya çok önem veriyor. Ben de ahir ömrümde şu sarılma işini bir türlü sevemedim.


Son bakışdaki gülüşler kaldı aklımızda..
Hepimizi ağlatan (AĞLAMADI!) final sahnesine gidişi anlatmayacağım. Neler olduğunu da.. İzleyin..
Böyle işte..
R.





.
*Photo by Gene Page| ABC



.