Cumartesi, Nisan 28, 2012

Mübarek Cuma

Ana akım medyamızın nam-ı diğer Amiral Gemisi'nde mukim mümtaz bir köşede bahislendik, tarihe böyle derkenar olsun;bu ılık cuma günü. Vesileyle hatırlatmak isterim ki Tuna Kiremitçi'ye müteşekkirim. Tam bir yabancılaştırma efekti yaşattı, bütün gün blog yazılarımı okudum. İtiraf ediyorum: kısa yazmak, kısa cümleler kurarak fikri taklalar atmak her daim fena halde ilgimi çekiyor olsa da, blog yazarken aldığım derin hazzı karşılamıyor.

Ah, bu arada köşe yazısı vesilesiyle kapımı çalan misafirleri hayal kırıklığına uğratmadığımı umarım çünkü bahislendiğinin aksine çok uzun zamandır -düzenli olarak- tv dizileri hakkında eleştiri yazmıyorum, yazmayı da düşünmüyorum.

Gelen geçen, göçen kalan, ez cümle blogda vakit geçiren herkese teşekkür ederim.

Böyle yani..



.

Pazar, Nisan 15, 2012

Zengin Çocuğu




Nejla Öğretmen, kelebek çerçeveli gözlüklerinin altından bakarak, "Son iki derse girmeyeceksin, hazırlan" dedi mi, annemin beni almaya geldiğini bilirdim. Gerilirdim. Bu defa ne oldu? Babam yine dostuyla mı yakalandı, kaza mı yaptı, Behiye Hanım mı kaçtı? Aklıma gelen soruların en masumu ise ananem yine yaptığım yaramazlıkları anlattı da annem dayak atmak için eve gelmemi bekleyemedi, olurdu.

Küçük Parmakkapı'dan geçip, İstiklal Caddesi'ni koşar adımlarla yürüyoruz. Saray Muhallebicisi yeni yerine taşınmış. Sinemanın yanına. Aç olduğumu düşünüyor annem. Tavuklu pilav yiyorum, su muhallebisi bir de.. Su muhallebisine cikolata sosu dökmeyi icad etmemiş henüz Saray eşrafı.. Suskunuz.. Yemek yerken konuşulmaz ama anneme de hiç soru sorulmaz. Suskunluğu o istediği zaman biter, eğer durumla ilgili soru sorarsam da öfkesi bana döner. Bugün dayak yemek istemiyorum.

İstiklal Caddesi'ne annemle çıkmayı sevmiyorum. Orası Uğur ile benim kutsal oyun alanımız. Uğur.. Annem tarafından "Rana'yı okula getir- götür" işine memur edilmiş yol arkadaşım, ahir ömrümdeki tek sırdaşım... Caddede itibar edinmiş her mağazaya girip, 'zengin çocuğu' oyunu oynuyoruz. Fakir değiliz oysa. Binbir renk biçim elbiseleri, çeşit desen etekleri, model model ayakkabıları giyip çıkarıp, kenara fırlatıyoruz. O çok kısa, bu çok uzun, şunun kemeri olmasa, bunun yeşili olsa... Yorulana kadar bu saçma oyunu oynuyor; dönüş yolu boyunca arkamızda bıraktığımız tekstil yığınına, yorgun tezgâhtarlara gülüyoruz. İstiklal Caddesi'nin insan sarrafı tezgâhtarları beyana itibar çağındalar, bizi linç etmiyorlar.

Saray'dan çıktıktan sonra dümdüz yürüyüp meydanın kenarından dolanarak Sıraselviler'e dönüyoruz. Anlaşıldı ki o gün de diğer eski ve tekinsiz günlerde olduğu gibi annem ve ben, İbrahim Bey'i ziyaret etmeye gidiyoruz. Annem çocuk aldıracak. Annemin dinmeyen suskunluğundan çaldığım bu bilgi konusunda netim. Gerisi, derini bulanık.. Annem hiçbir yere yalnız gidemiyor. Çantaya çıktığı gibi, çocuk aldırmaya da birlikte gidiyoruz. Şimdilerde varlığına, yardıma muhtaç bir yabancıymış gibi düşünerek katlanabildiğim annemin, şuursuz bir parazit gibi ruhuma yapışmaya başladığı yıllardı; o bahar günü de, kayıtlara böyle geçsin. Küçuk parmaklarıma acımasız bir ıslaklıkla yapışan elleri ve titrek adımlarından anladım: korkuyordu.

Sıraselviler Caddesi'nde, şimdiki Alman Hastanesi'nin karşı köşesinde eski heybetiyle halen dimdik duran Emek Apartmanı'nın çocukluk hatıralarımdaki yeri pek tatsız. 70'li yıllarda Kasap namıyla ünlenmiş bir doktorun muayenehanesi vardı, apartmanın ilk katında. Kasap, Kadın Doğum Uzmanı İbrahim Bey'in bileğinin gücüyle kazandığı bir ünvandı. Rivayet olunur ki yaş, cins, ırk gözetmeden her ay ve haftada cenine kürtaj yapar, kadınların hayatını kurtarırdı.

İbrahim Bey'in muayenehanesinin bekleme salonu bir çocuğu sıkıntıdan öldürecek kadar boğucu. Duvar dibine sıralanmış demode iskemlelerden boş olanlara, yan yana oturuyoruz. Diz dize belki de. İlk şahitliğim değil bu elbette. Annem, gururla beyan ettiği 14 kürtajının kim bilir kaçıncısında. Babam o kadar sorumsuz ve cibiliyetsiz bir puşt ki ananemin deyişiyle, annemi hep bu duruma düşürüyor. Babama kızıyorum, kendim için. Annemi değil, beni düşürdüğü derin hiçlik hissi için kızıyorum babama. Sıra anneme gelsin diye beklerken endişeli bakışlarımı gizliyorum, elimde tuttuğum kitaba. Ah, söylemedim değil mi? Sıra Selviler'e dönmeden önce Maksim'in önünde tezgah açan gazeteci amcadan aldık, az sonra kafamı gömüp, ağlayarak okuyacağım masal kitabını: Ayşegül Küçük Anne! Ayşegül serisinin her hikayesinden ayrı ayrı tiksinirim. Her biri başka bir kanlı çocukluk hatıramı işaret eder.

Yaşlı Hemşire bir kağıt imzalatıyor anneme, "Kanamalı geldi." yazıyor kağıtta. İmzalı kağıtla birlikte annemi de alarak uzaklaşıyor yanımdan, Küçük Anne Ayşegül'ün hikayesine dalıyorum. Ağlıyorum. Annemden daha çok korkuyorum ve çok kimsesizim, biliyorum. Annem, çocuk aldırırken ölebilir, biliyorum. Katina Teyze'yle konuşurlarken duydum. Annem o odada ölürse ne yapacağımı bilmiyorum. Yaşlı Hemşire de, Kasap İbrahim de varlığımdan mutsuz, sevmiyorlar beni. Kasap'ın kaşlarını çatarak, "Çocuğu getirmeniz doğru değil" diye azarlamasından biliyorum. Annemin cevabı basit: Başka kimsem yok.. Başka kimsem yok, annem oracıkta ölürse, babama haber veririm herhalde. Ağır ağır çeviriyorum kitabın yapraklarını, resimlerine bakıyorum. Bir süre sonra Kasap'ın yaşlı hemşiresi eşliğinde ağır adımlarla yürüyerek yaklaşıyor annem, yanıma oturuyor. Annem çocuk aldırdı. Ölmedi. Yaşasın! Artık eve gidebiliriz. Eşlikçi olarak ödülüm, dayaksız geçen bir-iki gün ve belki gözümün takılışını fark ettiği o sarı saçlı bebek ya da mantar topuklu sabolar olur.

Gerisin geri dönüyoruz İstiklal Caddesi'nden.. Ağır adımlarla yürüyor annem. Elini tutuyorum sıkı sıkı ve bildiğim tüm küfürleri saydırıyorum içimden babama doğru. Ağzımın ne kadar bozuk olduğunu tahmin bile edemezsiniz, duysanız yedi yaşında olduğuma inanmakta güçlük çekersiniz. Sokakta yürüyen insanlar ettiğim küfürleri duyuyor olmalı ki tuhaf tuhaf yüzüme bakıyorlar. Fısıldaşan öbekler oluşuyor, yanımızda ötemizde. Kapı önünde güneşlenen esnaftan birileri parmakla bizi gösteriyor. Annem elimi daha sıkı tutuyor, adımları sıklaşıyor. Sonunda bir kadın annemi durduruyor: İyi misiniz? Bacaklarınızdan kan akıyor!

Annem utanç içinde! Kanlı hikayesini, bir kahramanlık öyküsü gibi anlatıyor. Günlerce.. Yokmuşum gibi.. Kimse hikayedeki yerimi merak etmiyor.. Herkes Vakko'nun önünde kanlar içinde kalan talihsiz kadının başına gelenleri ve onun sonunu merak ediyor. Uzun uzun anlatıyor annem yaşadığı utancı.. Başına gelenler yetmezmiş gibi nasıl da arsızca, nasıl da susmamacasına ağladığımı, canından geçip, benimle uğraştığını anlatıyor ve çaresiz kalarak ağzımın ortasına bastığı tokatın canlandırmasıyla mühürleyerek hiçliyor hikayesindeki rolümü.. Kapıya koşan, annemi içeri alıp utancından kurtulmasını sağlayan tezgahtarlara teşekkurlerle bitiyor hikaye, adım son satıra yazılıyor "Arsız" diye.. Annem, yolunu değiştiriyor, aylarca İstiklal'e çıkmıyor. Ben ise her sabah ve yıllarca arşınlıyorum aynı caddeyi, yol arkadaşımla elele..

Tek eksiğimizin 'Zengin Çocuğu', oyunundan çıkardığımız 'Vakko' olduğunu sanıyoruz.

İşte öyle..





.