Pazar, Eylül 25, 2011

Bir Zamanlar Anadolu'da...


Su almak için yanaştığım tezgahın üzerinde duran telsizden sızan ses, "dördüncü salon an itibariyle 60 kişi. Tamam." diyor. Beyoğlu AFM'deyim. 14.30 seansında Nuri Bilge Ceylan'ın ödüllü filmini izleyeceğim. Hakkında o kadar yorum okudum, dinledim ki merak içindeyim. Fuaye kalabalık, sinema salonu büyük. Yaş ortalaması düşük ve herkes sevgili. Onlara bakarken, sırf birlikte izlediğimiz filmi beğenmediği ya da sıkıldığı için terk'ettiklerimi hatırladım. Şimdi yanımda biri olsa ve bu filmi izlerken horuldasa, duymazdan gelir miyim? Neyse..

Yönetmen hikayesini anlatmaya kir pas içinde, maddesel özelliklerini yitirmiş bir camın arkasından bakarak başlıyor. Hikaye, bir cinayet üzerinden kurgulanmasa da sonucun değişmeyeceği bir noktadan, dümdüz, insanı anlatıyor ve ona ait 'zaafları' kurcalıyor. Karakterler, olay örgüsü, diyaloglar, mekan kullanımı bakımından sırtını gerçeğin yalın halde aktarımı prensibine dayamış gibi görünse de Bir Zamanlar Anadolu'da bana göre puslu camlar, dalından yuvarlan elma, bagaja sıkıştırılan battaniye ucu, tabureye yerleşen lap-top, görünmez organların bitmek bilmez gürültüsü, doktorun yanağına yapışan kan lekesi ve benzer olduğu iddia edilen çeşmeler yardımıyla alenen adam döven, metaforik şiddetin şahikasına varmış bir film olmuş.

Yönetmenin görsel becerisi, dünyasının zenginliği, teknik mükemmelliği konusunda söylenmesi gereken her şey işinin ehli yerli / yabancı eleştirmenler tarafından söylendi. Film, baş yapıt etiketini aldı ve başarısını ödülle perçinledi. Bu sebeple, söyleyeceğim her cümle yersiz olacak. Ancak seslerde yer yer balans sorunu ve görüntüde çizikler vardı. Bu arızalar da sinemanın donanımından mı, kopya kalitesinden mi kaynaklandı, bilemiyorum. Oyunculuklara gelince, Nuri Bilge Ceylan sanki hikayesine oyuncu seçmemiş de nakış işlemiş. Her isim, taş gibi yerinde ağır. Yer yer doğaçlama hissi veren çok başarılı canlandırmalar izledim. Her karaktere ölümüne inandım. Onlarla birlikte küfr'ettim, güldüm, ağladım... Taner Birsel, Yılmaz Erdoğan, Muhammet Uzuner, Fırat Tanış ve Ahmet Mümtaz Taylan'ın performanslarının mükemmelliği ne kadar tartışmasızsa, Ercan Kesal'ın Muhtar yorumu o kadar sürprizliydi benim için. Herkesin gönlüne sağlık!

Ortak kanıya göre Bir Zamanlar Anadolu'da bir 'başyapıt' ama filmi mutlu mes'ud seyredebileceğinizi sanmayın. Görsel bir şölen ama son kare geldiğinde ağzınız kulaklarınıza fiyong olur diyemem. Çünkü bu kez, Nuri Bilge Ceylan insanı münhasıran huzursuz ediyor, taammüden hırpalıyor, sizi hikayesine davet ediyor ve yalnız bırakıyor, öykündüğünü düşündüğünüz herkese ve dahi "sinema" sanatı denilen her ne ise ona bile layikiyle ihanet ediyor. Yolu bereketli olsun!

Böyle yani..




· Fotoğraf filmin resmi internet sitesinden alınmıştır.

Cumartesi, Eylül 24, 2011

Sabah mezesi


Sabah kahvaltısına meze olması vesilesiyle eski bir yazıyı hatırladım. O kadar tembele bağladım ki zihnimi artık eski yazıları kopyala yapıştır yapmaya başladım. Yine de her dönem güncel göründü gözüme, narsist miyim?

Buyrun...

Ahir ömrüm boyunca esrarkeş bir babadan başlayarak uyuşturucu ya da uyarıcının kucağında keyif çatan onlarca insanla yan yana durdum. Kokainman bir sevgili, eroinman abiler, papikçi arkadaşlar vesilesiyle uyuşturucunun insan evladına yaşattığı her duruma şahit olarak büyüdüm ve yaşlandım. Uyuşturucu alışkanlığına kapılmanın gerekçelerini kendi aramızda da tartışır dururuz. Nedir gerekçesi? Dertlerini unutmak, merak, bir dolu kaz kafalı tarafından kıstırıldığın boktan bir ortamdan soyutlanmak, sadece üfleyerek yüksek kafa olabilmek yani yaratıcığınının tetiklenmesi, zevk almak, acılarını dindirmek mi? Ya da sadece yakınınıza kadar girmiş birinin ikram etmesi mi? Uyuşturucu zihin ve beden denilen karmaşık yapının hangi deliğini dolduruyor, neremize dokunuyor da bizi içine alıyor? Gerçekten bilmiyorum. Uyuşturucunun serbest düzende kol gezdiği bir mahallede esrarkeş bir babanın, esrarkeş arkadaşlarının kucağında büyüdüm. Merak ettim, sordum, öğrendim. Bastım, pişirdim, sardım, dumanaltı oldum. Dertli ablalarımıza müsekkin olacak diye babamın tabakasından esrar çaldım.

Yetiştiğim dönemin ve yaşam koordinatlarımın zemini pek uygun hale getirmesine rağmen beni o patikaya sapmaktan alıkoyan ne oldu? Çok düşündüm. Travmatik bir çocukluğa, karanlık bir okyanusta debelenen o ilk gençliğe ve onca sebepsiz acıya rağmen beni uyuşturucudan uzak tutan ne oldu? Uyuşturucu sebepli ölümler gündeme her geldiğinde uzman olanın sunduğu sihirli formülü dikkatle dinlerim. Önerilen tedbirlerin tam tersi bir hayat sürmüş olduğum halde neden uyuşturucu kullanmadım? Merak, ikram, vaad, özenti, ulaşım kolaylığı, model bolluğu velhasılıkelam uyuşturucunun sızabileceği her kapının ardına kadar açık olduğu bir hayatım oldu. En yakınımda duran ve kocaman sigarasının dumanından yarattığı renkli rüyalara keyifle dalan o ufak tefek adamın, müdavimi olduğu çok eğlenceli dünyaya balıklama atlamamı ne engelledi? Uyuşturucu, kaç kez evden kaçıp katılmayı düşündüğüm bir sirkti. Ne kadar merak edersem edeyim filin hortumundan ne göründüğünü, tekerlekli bir evin yeni manzarasını, sepetteki yılanları, şapkadaki tavşanları, dans eden fokları, palyaçonun ayakkabısını, trapezci kızın şemsiyesini; her seferinde neden aslanın kocaman açılmış ağzı ve o karanlık dehliz düşü-verdi aklıma?


Böyle yani..




**photo by Zeynep Günay Tan

Salı, Eylül 13, 2011

İkinci Bölümü Yazamayanlara...


-Bir yaşamın kutsal bölümünden notlar anlatır.-
Adamın biri, günün birinde, uzun bir yolun başında o kadına rastlar. Yağmurlu gecenin eteğinde öylece asılı kalır, ıslanırlar. Yalız bir sabaha uyanır kadın. Tanımadığı bir pencereden dışarı bakar. Pencereden içeri kaçar bir selvi ağacı. Kadın az inananlardandır, adam az bulunanlardan. Adam, kadını bildiği yerlere götürür. Kadın bildiği yerleri bilmezden gelerek gezinir.

Günün birinde adam, kadına bir şiir yazar. Adını "birinci bölüm" koyar. Kadın o gün anlar da sonsuza kadar yürümeyeceğini, anlamazdan gelir. Zaman geçer. Yıllar geçer. Sevgi geçer. Kalanları toplar kadın her sabah merdiven diplerinden. Sararıp solan sözcükleri özenle toplar. Toplayıp bohçasına tıkar. Ama sararmış sözcüklerden cümleler kuramaz.

Bir sabah, az inanan kadın, kalanları toplamaktan da vazgeçer. Saçılıp yapışırlar öteye beriye sözcükler. Görsen, sararmışlıklarına inanmazsın.. Öyle canlanırlar, öyle canavarlaşırlar... Uyuyan uyanmıştır! Eteklerinde birikenleri avluya döker kadın. İkiye böler şehri sararmış sözcükler. Kadın, bir kiraz bahçesinden ağır aksak adımlarla geçer. Bir kiraz bahçesi mi, bir mahşerin dalgalanışı mıydı, bilmeden yürüyüp geçer. Sonra aniden durup ardına bakar. Görür ki, adam aynı şiiri başka kadınlara yeniden yazmaktadır.



bir yaşamın kutsal bölümünden notlar:

birinci bölüm

./..
ve kahin şaire sordu:
usta, hani mutlu aşk yoktu


.