Cumartesi, Şubat 28, 2009

Şeylerin Şekli...


Nereden başlayayım? En başından. Dün gece yazdığım yazıdan da anlaşılacağı üzere bugün bir oyun seyredecektim. Davetli olarak. Aslında aklımda "Bayrak" vardı, izlemeye davet edildiğim oyunun bu sezon da devam ettiğinden habersizdim ve konuşurken bu sebeple küçük bir karışıklık yaşandı. Bugün, Akbank Sanat Sahnesi'ne söz konusu oyundan 1 saat önce gittim. Niyetim davetli olmama rağmen yine de bir bilet almak ve kendimce kendimi af'etmekti. Var bu aralar üzerime yapışmış, 'Drama Queen hemşire'si bir hal, farkındayım. Hayatımla, sağlığımla, işimle gücümle ilgili değil içime çöreklenen bu kendime kızma hali, çok da önemli değil, mevzuyu saptırmaya değmez. Devam ediyorum. Gişeye gittiğimde oyunun 17.00 ve 20.00 seanslarına hiç yer kalmadığını öğrendim. Davetiyemi aldım. Perde açılmadan önceki o son saati Hayal Kahvesi'nde e-mail okuyarak geçirdim.

Her seans 40 kişilik. 41. kişi izleyemiyormuş oyunu, bilginize. Şeylerin Şekli, dün de söylediğim gibi Neil LaBute'nin, 'The Shape of Things' adlı oyunundan adapte edilmiş. Mehmet Ergen oyunu çevirip, sahneye koymuş. Bartu Küçükçağlayan (Adam), Esra Bezen Bilgin (Evelyn), Deniz Celiloğlu (Philip) ve Evren Kardeş (Jenny) rol alıyor. (Oyunun tanıtım broşüründe Jenny rolünde halen Betül Çobanoğlu'nun adı yazıyor.) Oyun, ikinci sezonu idrak ediyor ve sanırım oynayanlar bıkmazsa birkaç sene daha gider bu oyun, yolları açık olsun. Aslında her perdeyi (perde mi denir bilemedim) ayrı ayrı anlatmak isterdim ama anlatmam, tadı kaçmasın. Oyunla ilgili -altını çizerek- söyleyebileceğim en büyük cümle, 'Lütfen izleyin!' olur. Üzerimdeki negatif hal yüzünden mi, bilmiyorum ama biz diyelim sondan bir adım öncesinde benim gözlerimden yaşlar akmaya çoktan başlamıştı. Ağlanacak, alenen göz yaşı dökülecek bir meselesi de yok oyunun, aslına bakarsan. Sanırım, ben Adam'da gördüklerime ağladım. Neyse...

Oyunun 'sanat'ın tanımını, algılanışını, önünü bucağını ve yaratıcılığın sınırlarını tartıştığı/ tartışmaya çağırdığı iddia edilse de aslında yine ve sadece 'Kadın- Erkek' denilene bodoslama daldığını söyleyebilirim. Çek metinden Evelyn Ablanın bitirme tezini, 'Her kadın bir sanatçıdır ve ömrü oldukça elindekini yeniden yaratmanın sınırlarında salınır.' der, çıkarsınız meselenin içinden. Kendinizden korkarsınız. Oyunu izleyen hiçbir erkek ve hiçbir kadın birbirlerine eskisi gibi bakmayı beceremeyecektir. Bin yıllık bir söylemi yenilenip, genç olana yeniden anlatmanın yolunu bulmuş LaBute, eline sağlık. Performanslara gelince, söyleyebileceğim en somut durum Jenny rolünü ifa eden genç oyuncuyla ilgili olur. Sahnedeki halini iyi niyetli ama yeterli bulamadım. Jenny, 'zarf'tan fazlasıyla etkilenen, 'öz'ü pek iplemeyen hatta farkında bile olmayan bir karakter çizmeliydi bence, ama olmadı. Belki bu gece olmadı, bilemem. Philip ise, sahnede doğal olmakla sahici bir 'karakter' çıkarmanın incecik sınırında durdu. İkisi de hemen her seferinde beni kurgudan kopardılar. Bartu Küçükçağlayan ve Esra Bezen Bilgin neredeyse mükemmeldiler. Hepsinin yüreğine sağlık.

Oyun, tanıtım broşüründe de kendini tanımlandığı gibi 'zeki' bir kurgu içeriyor, kurnaz değil. İzlemeden önce neden bu sıfatı kullandıklarını merak etmiştim, izleyince anladım. Şeylerin Şekli, Ak Sanat'ın çeşitli mekanlarında iki saat boyunca peşinden sürüklüyor seyircisini. Önce sahneye bakıyorsunuz sonra bu iki çift sizi kendi dünyalarına alıyorlar. Hayat akıyor, biz yani seyirciler iki kıyısına karşılıklı ilişip, bakıyoruz onlara, olanlara ve birbirimize. Sona geldiğinizde herşey dağılıyor, düzen bozuluyor, kavramlar serbest kalıyor ve aklınız karışıyor. Bu esnada reji de seyirciyi balık istifi haline getirip dağılanların seyrine çağırıyor. Gönül isterdi ki, düğün sahnesinde şampanyalar patlasın, kristal kadehlere doldurulup ikram edilsin, gümüş bir kazan içinde havyar sunulsun ve Jenny çiçeğini atsın izleyenlere. Emeği geçen herkese teşekkür ederim.

Bir kez daha rica ediyorum, gidip şu oyunu izleyin! Şimdi bir 'Veda Partisi'ne katılmam lazım. Hepinize keyifli bir cumartesi gecesi diliyorum.

Böyle yani...



.

Cuma, Şubat 27, 2009

Bayrak!


Yarın, kısmetse 17.00 seansında AkSanat Sahnesi'nde izleyeceğim (haa, bekle izleyeceksin!) bu oyunu. Berkun Oya ve Ali Atay tarafından kurulan 'Krek Tiyatro Topluluğu', beş yıllık bir aradan sonra Berkun Oya'nın yeni oyunu 'Bayrak'la perde açmış. Rivayete göre aile içi iletişimsizlik temasından açılımlanan (pardon?) oyunda Canan Ergüder, Okan Yalabık (ki pek severim), Bartu Küçükçağlayan (ki çok severim), Ali Atay, Köksal Engür, Uluç Özkök ve Ayten Uncuoğlu rol almaktaymış.

Diyeceksin ki kardeşim, izle de yorumunu yaz. Daha izlemeden neden yazıyorsun? Şu sebeple yazıyorum. Kaytarmayayım da, gidip oyunu izleyeyim diye. Bu hafta kendimi sanata adadım, sanırım. Salı gecesi de Kenterler'de Hakan Gerçek'in tek kişilik oyunu, Van Gogh'u izleyeceğim. Eğer pazar günü vakit bulursam Ümit Ünal'ın 'Gölgesizler' isimli yeni filmini izleyeceğim. Bu arada, Lütfi Simavi'nin 'Son Osmanlı Sarayında Gördüklerim' isimli eserini kıraat eylemeye başladım. Memnunum.


Bezgin Bekir sayesinde fark'ettim, düzeltiyorum: Yarın, Ak Sanat'da 17.00 seansında "Şeylerin Şekli" ni izleyeceğim.
Neil Labute'un oyununu Mehmet Ergen çevirmiş ve sahneye koymuş. Esra Bezen Bilgin, Betül Çobanoğlu, Bartu Küçükçağlayan ve Deniz Celiloğlu rol almaktaymış. Oyun, 2008 Afife Jale En iyi Yönetmen ödülünü almış.




•• Afiş, Krek Tiyatro Topluluğu'nun resmi web sitesinden alınmıştır.



.

Perşembe, Şubat 26, 2009

Bana Verdiği Sonsuz Destek İçin Karıma!


Dananın kuyruğu, Sean Penn'in 81. Akademi Ödül Töreni'nde yaptığı "Winner speech" esnasında karısına teşekkür etmemesiyle koptu. Etrafımda, gazete köşelerinde, sokakta iki gündür eleştirilen bu eksikliği anlamaya çalışıyorum. Onu ayakta, gözleri yaşlar içinde alkışlayan kadına ufacık bir teşekkürü esirgemiş Sean Penn, bildiğin eşeklik etmişmiş. Niye? Yeteneğine, performansına ne katkısı varmış karısının? Destek olmuş. Uzun çalışma saatleri boyunca kocasının yokluğunu tolere etmişmiş. Robin abla mahallenin kasabıyla mı evlendiğini sanıyormuş? Bir oyuncu, işinin gereklerini yaparken evdeki kadın ya da adamın onu desteklemesi veya tolere etmesi olağan üstü bir durum mu ki teşekkürü hak etsin?

Kısacası ben, oldum olası gıcığım benzer teşekkür konuşmalarına eş durumundan katılan isimlere ve o isimleri telaffuz edenlere. "Aşkım ben sette sürünürkene sen sıcak ve konforlu evimizde oturup beni beklediğin ve çocuklara babalarının yokluğunu hissettirmediğin için teşekkür ederim." deseydi on numara bir yalaka olacaktı benim gözümde. Bu "özveri" için beyhude laf salatası üretmek yerine 70 milyonun önünde tamamen kendi bileğinin ve yüreğinin hakettiği bir ödülde kimin payı olduğunu düşünüyorsa onlara teşekkür etmiş ve işi bitirmiştir.

Yolu açık ve huzurlu olsun.




.

Salı, Şubat 24, 2009

Deniz Seki'nin Ayağını Kim Kaydırdı?


Gösteri dünyasında kimyasal ya da doğal uyutucu/ uyarıcılara müptela olanların adı gizli saklı mı? Değil. Bilinen, görülen ve görmezden gelinen bazı isimlerin zaman zaman ipi çekiliyor. Tıpkı geçenlerde kimbilir kimin ayağına bastığı ya da sistemin hangi diretmesine burun kıvırdığı için kamuya kapak edilen yüzücü oğlan gibi.

Deniz Seki içer mi, satar mı, temin mi eder bilemem. Adalet ensesinde, çözerler yakında. Haklıyı haksızı geç de olsa ayıklarlar. Buna inanmak lazım. Ancak, ben bu yaşıma geldiysem ve bana ihanet etmeyen tek şey hislerimse kalıbımı basarım ki, Seki'nin iç durumunun ayyuka çıkmasını sağlayan bir parmak var ortada. O parmak, "size bu hayatı haram edeceğim" diye and içen bir diğer kadın olabilir mi?

Pazar, Şubat 22, 2009

Erkekler Zeki Kadınlardan Korkar Mı?



Cevabını bulamadığım sorulardan biridir. Bilmiyorum. Lakin bu konuda emin olduğum tek durum: erkekler kadınlardan korkmalıdır! Ancak erkeğin korkusu kadının zeki olduğunu da tam olarak ispatlamayan bir olgudur. Erkeklerin "zeka"dan anladıkları farklıdır.
Misal,
- Çoraplarımı kaybettim aşkım, bulamıyorum..
- Kirliye baktın mı?
- Hiç aklıma gelmedi, çok zekisin anasını satiim!

Misli misal,

- Aşkım hadi yatağa gelsene..
- Dur şimdi Vakkas.. Yeni bir kromozon bantlama tekniği geliştiriyorum. Sen yat , ben gelirim az sonra..
- Bıkmadın bu salak sulak işlerle uğraşmaktan, neyini eksik ediyorum senin?


Sonuç: "Erkekler Zeki Kadınlardan Korkar" cümlesi hoşafın yağına yönelik bir hamledir. Bu cümleye alkış tutan, haklı bulan, duyunca havalara uçan bir tek zeki kadına rastlamadım, bu yaşımda.

Derindir, dikkatli olun..



.



Fotoğraf: Vedat Ozan, Pat! /Tur Otobüsü- Mısır Fotoğrafları


.

Son Pazar Keyfi





.
.
.
.
.
.


Cumartesi, Şubat 21, 2009

Unutmamalı: Müslüm Gürses


Son günlerin bana getirdiği en iyi armağan, Müslüm Baba'nın albümü "Sandık" oldu. Tavsiye edilir, albümün ilk şarkısı "Tutma Baba koduumun zamanını!" tarzında bir vokalle on numara gidiyor. Kenan Doğulu bestesine, Ozan Doğulu'nun süper düzenlemesiyle dilimize serilen "Tutamıyorum Zamanı", Müslüm Gürses yorumuyla kendini aşmış. Aslında, inceden bir Hard Rock tavrına öykünme de hakim albümün tamamında ve her şarkıya farklı bir lider enstrüman seçerek iyi bir yaklaşım göstermiş, denemiş, az biraz da şişirmişler şarkıları yeniden düzenleyenler. Eh, benim de elimde bu kadar sağlam yorumcu olsa iki tur atar, döner bir de düğüm atarım düzenlemeye, yine de ellerine sağlık. Benim için gerçek bir armağan oldu bu albüm.

"Sandık" namlı bu albüm İtirazım Var, Gönül, Sarıl Bana, Vazgeçtim, Benim Meselem, Sorma, Senden Vazgeçmem, Bu Şehirde Yaşanmaz ve Ceza düetiyle renklendirilmiş İtirazım Var versiyonuyla birlikte 10 eser ihtiva etmektedir. Hepsini de çok güzel yorumlamış, kendi suyuna bandırmış, yakmış ortalığı kısaca. Dinleyiniz. İyi bir tesisat aracılığıyla dinlemeniz, alacağınız keyfi de yükseltecektir. Albümü ya da içerdiği eserleri sağdan soldan indirip bindirmeyiniz, zahmet edip satın alınız lütfen. Önü sonu CD fiyatı 12. 5 tl'dir. Yoksa paranız dinlemeyiniz, ben satın aldım dinledim, hala iki kulağım var. Dinlemeyip eksik kalmak, çalarak çoğalmaktan evladır nazarımda, neyse..

Albüme dönersek, Müslüm Baba'nın her bir şarkıya bahş'ettiği yorumu için ayrı yazılar yazardım ama çok yorgunum. Bu sebeple kestirmeden sonuca yürüyüp albümde emeği geçen herkese, düzenlemeleri yapan Sunay Özgür, Ender Atay ve H. Emirhan Üçkardeş'e teşekkür ediyorum. Ömrün bol olsun Müslüm Baba, başımızdan eksik olma! Bu gazla diyorum ki, itimad ediniz herşey çok güzel olacak! O zaman hep beraber söylüyoruz: Haydi inad etme/ bana olmaz deme/ seviyorum de sarıııl bana!


Dinleyin. Keyiflenin.


Böyle işte!

.


.

Salı, Şubat 17, 2009

Unutmamalı: Güle Güle...



.
.
.
.
.
.
.
.
.
gidip gelmekten yorgun vapurlar,
ağır ağır sallanıp yorgunluk çıkarırlar.

bazan,
inanmak istiyorum sonralara

.
.
.

Pazar, Şubat 15, 2009

Bilmiyorum!


Hep babasına hayran ve var'oluşunu ona borçlu bir kız çocuğu portresi çizsem de itiraf etmeliyim ki, aslında babama kalsa tembel tenekenin biri olurdum. Oysa hayatımın her döneminde çalışmayı seven, isteyen ve keyifle çalışan bir insan olmamı anneme borçluyum. Dur, abartmayalım. İçime çalışma hevesini zerk eden annem oldu. Ama "madem çalışacaksın o zaman her daim seveceğin işler yap, yapamadın mı o zaman bulunduğun işi sev" diyen de, babam oldu.

Annem içime çalışma aşkını nasıl koymuş olabilir? Kendi de şaşırıyor bu işe ama hakikat budur. Elimi sıcak sudan soğuk suya sokturmayan, ayağımdan çıkardığım çorabı havada yakalayan annemin hepi topu iki hikayesi vardı, bohçasından çıkarıp çekincesiz anlattığı. Taksim Parkı'na gezmeye götüren annesinden kestane almasını istediği hatta ölesiye bir inatla kestane yemek için diretmesi sebebiyle yediği dayağı anlatırdı, ballandırarak. Öyle sahici anlatırdı ki yediği dayağı, hiçbir zaman ve hiçbir şey için değil tutturmak, çok heves ettiğim belli olmasın diye o yöne bakmaya bile çekinir hale gelmiştim, hiç unutmam. Diğeri de, ilk maaşının tamamıyla ailesine ve ahbaplarına aldığı hediyelerin hikayesi. Adetmiş. Çalışmaya yeni başlayanlar ilk maaşlarıyla kıymet verdikleri insanlara hediye alırlarmış. Annem, 13 yaşında başlamış çalışmaya. Tünel'de küçük bir iç çamaşırı atölyesinde başlamış iş hayatı. Ananeme ipekli bluz, Nadide Hanım'a terlik, Behçet Baba'ya manşetli gömlek, Ragıp'a kravat, Hatice Abla'ya ipekli çorap, evin tekne kazıntısı Rana'ya da küçük gümüş bir el aynası. İşte annemin ilk maaşının yol haritası...

Nasıl heveslenirdim bu hikayeyi dinledikçe. Bir an evvel büyümek ve çalışmak isterdim. İlk maaşımla alacağım hediyelerin hayalini kurmakla geçerdi çocukluk günlerim. İlk maaşımı aldığımda ananem ve babanem çoktan ölmüştü. Oysa hayallerim arasında ananeme gümüş başlıklı bir baston ve babaneme hırka almak vardı. Neden hırka? Bilmiyorum ama ikisini de alamadım. Babam, seneler sonra kolunda gördüğüm o "dandik" saati benim aldığımı iddia ettiğinde, hatırladım. Anneme ne aldım ilk maaşımla? "Atalar"dan bir etek ve ipekli bir bluz. Babamı hediyelere boğmak isterdim ama zamanım olmadı. Anneme hediye alacak çok zamanım oldu, aldım. Anneme hediye almayalı çok zaman oldu, alamadım. Bütün kazancımı versem, şimdi, annemi yeniden sevebilir miyim?

.

.



•• Photo: Gamze Sönmez

Hatırlamalı: Gökhan Özgün


"Neden seviyorsun bu adamı?" sorusuna cevap vermek için düşündüm. Köşe yazarı Gökhan Özgün'ü sevme sebebimi düşündüm. Pazar çayımdan son yudumu alırken buldum cevabı: Kurduğu her cümlede kendimi affediyorum.

.


'HİCAP'TAN 'HAKİKAT'E
Bir ‘muhafazakâr kuşatma’ teranesidir almış başını gidiyor. Sanki 100 yıldır bizi kuşatan muhafazakârlık değil de, aydınlıktı.

Karım, çocuğumuz doğduktan sonra, bu topraklarda ‘çocuklu’ bir kadın olmanın bir garip faydasını fark etti. Bir gün bana şöyle dedi. Çocukla dışarıda gezdiğimde öyle özgür, öyle rahat hissediyorum ki kendimi, anlatamam. Herkesle hesapsız ilişki kurabiliyorum. En maço tiplerin aniden bacısı oluyorum. Çocuk, karımın bu memleketteki ‘hicap’ ihtiyacını karşıladı. Çocuk karımın kadınlığını örttü. Onun tesettürü oldu. Ve o da, bu memlekette 24 saat mesai yapmaktan yorulmuş kadınlığını nihayet dinlendirebildi. Bu memlekette bir süreliğine ‘insan’ oldu.

Yazının devamını okumak için, tıklayınız!

Gökhan Özgün
Taraf Gazetesi
Mürekkep, 12 Şubat 2009





.. photo by yevgenizamyatin- Sulukule, 1 aralık 2008



.




.

Çarşamba, Şubat 11, 2009

İkinci Bölümü Yazamayanlara!


-Bir yaşamın kutsal bölümünden notlar anlatır.-
Adamın biri, günün birinde, uzun bir yolun başında o kadına rastlar. Yağmurlu gecenin eteğinde öylece asılı kalır, ıslanırlar. Yalız bir sabaha uyanır kadın. Tanımadığı bir pencereden dışarı bakar. Pencereden içeri kaçar bir selvi ağacı. Kadın az inananlardandır, adam az bulunanlardan. Adam, kadını bildiği yerlere götürür. Kadın bildiği yerleri bilmezden gelerek gezinir.

Günün birinde adam, kadına bir şiir yazar. Adını "birinci bölüm" koyar. Kadın o gün anlar da sonsuza kadar yürümeyeceğini, anlamazdan gelir. Zaman geçer. Yıllar geçer. Sevgi geçer. Kalanları toplar kadın her sabah merdiven diplerinden. Sararıp solan sözcükleri özenle toplar. Toplayıp bohçasına tıkar. Ama sararmış sözcüklerden cümleler kuramaz.

Bir sabah, az inanan kadın, kalanları toplamaktan da vazgeçer. Saçılıp yapışırlar öteye beriye sözcükler. Görsen, sararmışlıklarına inanmazsın.. Öyle canlanırlar, öyle canavarlaşırlar... Uyuyan uyanmıştır! Eteklerinde birikenleri avluya döker kadın. İkiye böler şehri sararmış sözcükler. Kadın, bir kiraz bahçesinden ağır aksak adımlarla geçer. Bir kiraz bahçesi mi, bir mahşerin dalgalanışı mıydı, bilmeden yürüyüp geçer. Sonra aniden durup ardına bakar. Görür ki, adam aynı şiiri başka kadınlara yeniden yazmaktadır.



bir yaşamın kutsal bölümünden notlar:

birinci bölüm

./..
ve kahin şaire sordu:
usta, hani mutlu aşk yoktu


.

Salı, Şubat 10, 2009

Unutmamalı: Antonio Gades



14 Kasım 1936'da Valencia'da doğdu. Kalbimin üzerinde gezinirdi. Ömrü boyunca Katalonya Komünist Partisi'nin sadık bir üyesi olarak yaşadı. 20 Temmuz gecesi, 67 yaşındayken yaşamdan istifa etti.


.

Pazar, Şubat 08, 2009

Dün Akşam Yine Benim Yollarıma Bakmışsın


Ben ısrarla ve bir an evvel kalabalıktan uzaklaşmak istiyorum. Çakıl Gazinosu'ndayız. Kapıda panzerler var. İzdihamı engellemek için. Bülent Ersoy, Maksim'den firar etmiş, Çakıl Müzikholü ilk kez iftiharla sunuyor. Musiki nihayet taşraya açılıyor demekmiş, babam öyle diyor. Ananem bu taşkınlığı taşralı olmaya bağlıyor ve pek de hoşlanmıyor. Bizim evin kadınlarında epeydir hasıl olan bu taşra takıntısından da babam hoşlanmıyor. "Kendi donunuzu çekemediğiniz için kapınıza bekçi, evinize hizmetçi bellediğiniz bu insanlar gün gelecek sizi evinizden barkınızdan edecek." diye söylenip duruyor. Neyse. Sahnede henüz Hakkı Çağdaş var. Ayakta dikiliyoruz babamla, gazinoda ayakta duracak yer bulmuş şanslı insanlardanız. Hakkı Çağdaş programını bitiriyor. Sazlar sahneden iniyor. Arkadaki ince tül perde açılıyor. Sahne Assolist için dekorunu da değiştiriyor anlayacağınız. Siyah kostümler içinde 35 parça saz üstadı sahnede yerini alıyor, sessizce. Garsonlar hızla duvar diplerine doğru çekiliyor. El edip, telepde bulunan birkaç müşteriye kör bakıyorlar o saatten sonra. Gazinonun genel ışıklandırması değişiyor. Ortalık kararıyor. Babam elini sırtıma koyuyor. Saatine sakıyor. Sahnenin sağ yanından takım elbiseli genç bir delikanlı sahneye çıkıyor. Elinde bir nota sehpası var. Ortanın az sağına yerleştiriyor. Mikrofonu kontrol ediyor. Saz üstatlarının şefiyle bakışıyor. Herşey hazır olmalı.

Kürdilihicazkar bir peşrevle sahne ışıkları açılıyor. Işıklar dediysem yanıltmayayım sizi, sahne hala loş. Hatta sazlar karanlığa düşmüş. Tam ortada bir mikrofon, tepeden ışıklandırılmış, parlıyor. O kadar. Peşrev dönüyor. Üç, beş, altı. Sıradan seyirci bile anlıyor ve huysuzlanıyor artık bu gecikme sebebiyle. Maestro meraklı gözlerle kulis arkasına bakıyor. Son bir kez daha dönüyor sazlar. Son dört öncesinde Bülent Ersoy, sahnenin ortasındaki basamakların en tepesinde beliriyor. Alkış kıyamet, yer yerinden oynuyor. İsyan çıkmış zannedersiniz. Bir vakit garip bir edayla salonu süzüyor. Aynı anda ortalığı kesif bir koku sarıyor. Sümbülteber. Private Collection. Kokunun yayılma hızına ters bir orantıyla, ağır ağır iniyor basamakları. Beş ya da bilemedin altı basamak... Yıl geçiyor sanki. Mikrofona yaklaşıyor. Sağ elini hafifçe kaldırıyor. O tek ışık altında başlıyor şarkıyı okumaya, başkaca ses duyulmuyor. İnan olsun, koca gazinoda sinek uçsa duyarsınız.

Dün akşam yine benim yollarıma bakmışsın

Dinliyoruz. Ben etrafı izliyorum. Başımı kaldırıp babama bakıyorum. Gözünü bile kırpmıyor. Ellerini arkasında bağlamış. Garsonlar duvar diplerinden ağır adımlarla çekiliyor. Görüntüye girmemek için eğilerek salonu terk ediyorlar. Bu saatten sonra ağır bir servis olmaz. İçkinizi tazelerler, olmadı buz filan getirirler. Ancak o elli katlı yanar çakar meyva tabakları, sahneye gül döktürmeli raconlar çoktan Çakıl'a sirayet etmiş. Artık gazinoya fasıl saatinden itibaren gelip oturmuyor dinleyiciler. On buçuk solistleri icad edilmiş. Masası var, demenin anlamı kasaba pavyonu usulüne endekslenmiş. O hep ve her masalda bahsedilen "Beyefendiler"den mamul kaymak tabaka da, İstanbul gibi son demlerini yaşıyor. Sene 1979. Bir tık sonra, o gün gazino kapısında kalabalığı dağıtmakla görevli panzerler meydanlara dökülecek.

Şarkı bitiyor. O zamanlar şarkılar bana ne ifade ediyor bilmiyorum. Ama dinliyorum. Babamın gözleri ıslanıyor ya da annem içleniyorsa, zihnim dertli kaydediyor şarkıları. Çok zaman dertleniyorum ben de, sebepsiz yere. Başkalarının hisleri üzerinden nakş'ediyor şarkıların ifade ettiği duygular zihnime. O zamanlar sadece babam sevmediği için Rast makamına tepkiliyim, annem hastası olduğu için Nihavent severim, Hicaz'ı biraz da ticari bulmaktayım. Neyse.. Bu gece, televizyon ekranında Bülent Ersoy 28 sene önceye gidip, neredeyse o gecenin tıpkısına yakın bir repertuarla açılış yapınca, gözümün önünden film şeridi gibi geçiverdi yıllar.






••
Taksim Maksim 1961, Behiye Aksoy


.

Pazar Piyangosu


"Yağmur yağıyor, seller akıyor/ arap kızı camdan bakıyor"

Bir süre önce belki de hayatımın en yanlış kararını verip, evimi kapatıp annemle yaşamaya başladığımı anlatmış mıydım size? Anlatmışımdır. Beni bu kararı vermeye zorlayan ana başlıklar annemin iflah olmaz hastalığı ve biraz da maddi sorunlarımın zuhur etmesiydi. Oranlarla konuşursak kararı almama % 45 annemin hastalığı, % 35 yaşadığım maddi sıkıntılar, %20 de salaklığım sebep oldu. Önü sonu 3 ay içinde atlatılabilecek bir dar boğazı sukünetimi kaybedip doğru değerlendiremeyince salaklığıma düşen pay, alevlenen vicdanıma destek çıktı ve apar topar evimi kapatıp anneme sığındım.

Durmaksızın anılarımı anlatırım ve onları okuyanlar hatırlayacaktır ki, batakhaneden hallice muhitlerde büyüdüm. Çocukluğum, genç kızlığım hep "boktan" olarak tanımlanabilecek muhitlerde geçti. Bizim mahallede ayağı iskemleden yere değen 10 kız çocuğunun kafadan ilk 5'inin pavyonda yeri hazırdı. Yine güzelcelerinden ikisi tombalacıyla ya da köşede dikilen keş ama yakışıklı agalardan biriyle kaçardı. Biri kapıdan dışarı çıkmaz görücü usulü evlendirilir, mutsuz edilirdi. Eh, geriye kalan 2 kızdan birinin de hali zaten ortada. Neyse, demem o ki ben yaşam alanında kavga gürültüye, cinayete, yaralamaya ve dahi nitelikli/ niteliksiz her türlü suça yakın ve alışık büyümüş bir insan evladı olarak dahi şu anda yaşadığım mahalleye dehşetle bakıyorum. Yokuştan aşağı her gece bela akıyor sanki. En zararsız olanı da benim başımda, anlatayım. Neredeyse bir yıl olacak bu mahalleye taşınalı, aylardır ak saçlı bir hıyar düzenli olarak arkamdan havlıyor, misal. Köpek gezdiriyorum. Havlıyor. Her gün düzenli olarak önünden geçip taksiye biniyorum. Havlıyor. Beni gördüğü anda havlamaya başlıyor. Birkaç kez eş dost arasında, rakı sofrasında eğlence mezesi de ettim itin bu halini, dalgaya vurup sakinleşmek için gülüp geçtik. Şimdi ben de öyle hanım evladı olarak yetiştirilmiş, edepli bir kişi değili, yarı deliyim ama sabırlıyım. Yolumu değiştirdim bu havlayan adamdan kurtulmak, sinirlerimi de bozmamak için rahat da ettim.

Fakat bu sabah yağmur sebebiyle çiş turunu fazladan bir yokuşla süslememek için mecbur kısa yoldan köşeyi döndüm. Hastayım. Gerginim. Yağmur var. Halsizim. Fazla da ıslanmamak için acele etmekteyim. Köpek çişini etti. Hızlı adımlarla eve doğru gidiyordum ki, bu it, değil havlamak arkamdan uludu sanki. O an hangi tel koptu içimde bir yerlerde bilmiyorum. Anahtarı çıkarıp, köpeği apartmana atmam kaç saniye sürdü, hatırlamıyorum. Taksi şoförünün sonradan anlattığı ifadesine göre dükkanın kapısını tekmeleyerek girmişim içeri. Laf aramızda hala, ensemin sol tarafında ince bir sızı var, sinirden mütevellit olsa gerek. İçeri girdiğim anda, şakırtılar kesildi, gördüğüm manzarayla ben biraz daha sakinleştim. Mekan, kahveden bozma illegal bir kumarhane. Bağırıp çağırmadım zaten huyum değildir. "Mekanın sahibi kimse, o gelsin" dedim, kibarca. Geldi. Uzun boylu, eli ayağı düzgün, taş çatlasa 35 yaşlarında bir adam. O uluyan it mekanın erketecisiymiş. Can sıkıntısından uluyor yani niyeti kötü değilmiş. İnsan, bir it yüzünden düzenine çomak sokulsun ister mi? İstemezmiş. Yaşlı it, yarım ağızla özür diledi. Bir daha havlamayacağını beyan etti. Hem fikir olduk, çıktım mekandan.

Bütün mahalle camda. Annem kireç gibi olmuş suratıyla beni bekliyor apartmanın kapısında, "Sen bir an evvel ev bul da taşın buralardan.." dedi sesi titreyerek. Çantamı aldım, taksiye bindim. İşte o taksici anlattı Cihangir yolunda, kahveden içeri girişimi. Ben anladım abla gidişinden vukuat yapacağını ama yetişemedim, dedi. Tıkayacaksın kulağını, bugün bir it havlar yarın sürü olurlar arkanda dedi, akıl verdi. Delikanlı kalmadı memlekette bunların hepsi sinsilik peşinde belli ki sen temiz muhitlerde yaşamışsın, bu İstanbul'u hiç görmemişsin abla, burası Pangaltı, az aşağısı Dolapdere, buralara polis bile zor girer icabında, dedi.

Bildiği İstanbul'u anlattı. Sustum, dinledim. Ve anladım ki eskidik biz. Bizim bildiğimiz suç da, racon da delikanlı da, it uğursuz da bizimle birlikte eskidi...


Uğurlar ola...
.

Cuma, Şubat 06, 2009

Güz Sancısı: İzlemeyenler Okumasınlar...


Güz Sancısı'nı sinemayı ele alış ve kıymet veriş şeklini çok sevdiğim ve güvendiğim bir arkadaşım izlemiş, beğenmemiş ve tavsiye etmemişti. Bilen biliyor, benim bam telimdir aslında 6-7 Eylül olayları. Tüm uyarılara rağmen yine de filmi merak ediyordum, bugün izledim. Başım göğe erdi. En baştan söyleyeyim, sanat yönetimi çok çalışkandı. Hatta filmin kostümleri hakkında "biz böyle giyinmezdik!" diyen annem halt etmiş, çünkü öyle yaradana sığınıp eleştirilecek bir kostüm yok filmde. Baş kadın oyuncusu bile toplasan üç elbise giydi film boyunca. O sebeple eğer bu konuda bir eleştiri gelecekse belki kostümlerin 1955 yılına ait olmadığını söyleyebilirler, onu da söyleyecek babayiğit kaç tanedir zaten. Bu konuyu geçelim.

Ancak anladım ki, paran yoksa dönem filmi yapmayacaksın. Yoksa sinema değil, sitkom yapmış oluyorsun. İç mekanlarda, merdiven diplerinde, oda içlerinde dönem çekiyorsun. Dış mekan göstermeye kalktığında da doğalgaz kutularına giydirme yapmak, kinder yumurtadan çıkmış tadında gemiyi efekt niyetine önümüzden geçirmek yetmiyor. Filmin sonuna eklediğiniz muhteşem belgesel fotoğraflara biraz daha dikkatli baksanız, ortaya üç teneke zeytinyağı kutusu atarak, sokaklara koltuk buzdolabı, tencere tava dökerek, o anı yakalayamayacağınızı zaten anlardınız. Kenara iki sehpa, bir Murano, masaya üç tane muhtar çakmağı serpiştirince de ben "ah aaah bak ne masraf yapmışlar" demiyorum, bana yaranamıyorsun. Bunlar mühim değil, beğenmeyen daha iyisini yapsın.

Dekordur, mekandır, kostümdür filan bunların hepsi hikaye. Asl'olan 6-7 Eylül olayları gibi kilit bir meselenin filmini yapıp da, elle tutulur tek bir cümle kurmazsan, işte o zaman film yapmış olmuyorsun, konuyu mundar etmiş oluyorsun. Sebebini, nedenini, niyesini, özürünü bilmem, dinlemem. Ben seyirciyim. O zaman filmin gösterildiği her seansa katılıp, yanımdaki koltuğa oturup anlatacak Tomris Giritlioğlu yaşadığı sıkıntıları, eğer yaşadıysa. Ben önüme koyduğunuz işe bakıyorum. Senaryo bir felaket. İlk yarıda umutlandığınız ne varsa, ikinci yarıda başınıza geçiriyor. Sokaktaki öfkeli yığınlara kendini siper eden Kürt (kapıcı olsa gerek) tiplemesi ve Emekli Asker kuş kondurmuşcasına sırıtık ve uyduruk ve laf olsun diye pırtlatılmış hikayenin içine. Beren Saat'in "aman memelerim görünmesin" kaygılı sevişememe sahnelerinin hikayeye kattığı kalbi ve akli topallığından filan geçtim. Filmin bir fikri, sonunda akılda ya da elde kalan bir cümlesi yok.

Özetle, "onu söyleme, bunu söyleme, onu gösterme, bunu gösterme" tadında bağlanmış senaryoyu izlerken ayağa kalkıp, "e be arkadaşım madem bi bok söylemeyecektin niye çektin bu filmi?" diye sorma noktasına geldim. İçim şişti. Hani siz önce gözümüze sokar gibi altını çizerek, musluktan su akmadığını gösterip, sonra da olay günü açık kalan çeşmeden şarıldayan ve dahi yetinmeyerek sel olup evi basan suları göstererek alt metin halinde, "Devlet biliyordu, engellemedi" demek istediyseniz onu zaten (Hüseyin Avni Danyal'ın lüzumsuz oyunculuğuyla daha da bitmez hale gelen) gayri müslim doncunun dükkanından edilen telefon sahnesiyle anlamıştık. Boşa masraf olmuş, kabarır da o tahtalar.

Bu filmin hikayesine dahil olan herkes, her grup, kişi ve kurum -ve izleyici de adeta- salak ilan edilmiş. Sağcısı salak, solcusu salak, devlet adamı salak, orospusu salak, halk salak, Suat ilk yarıda ölmeseydi o da filmin sonuna bir salak olarak varacaktı. Ne oluyor, nedir, niçin oluyor, kime ne oluyor bütün bu sorular belirsiz. Haddizatında olayla ilgili en küçük bir fikriniz yoksa zaten benzer soruları sormak aklınıza gelmez. Oğlan bir orospuya kapıldı diye yaşlı gözlerle filmi izlersiniz. Onu da böyle izlemeniz gerekmez, iki ton film var piyasada. Bunu bir kenara koy. Bütün film boyunca perdeden geçen herkes filozof kesilmiş, kocaman kocaman laflar ediyor. Filmde bir tane sıradan insan yok. İş bu halden başlayarak soruyor insan kendine, bu niye? "Pera Kültürü"nün mü altını çizdin? Tamam, diyelim öyle. O zaman Behçet ve İsmet o kayalıkların tepesinde niye zaman doldurdu? Madem fonda martı boku olarak harcanacaktı, Yorgo'yu niye kattın hikayeye? Neden Elena, Nemika ve Kenan Bey'i karşılaştırdın olay günü sokakta? Nemika, babasının meseleye dahlini nasıl anladı? (Ben o esnada hapşırmıştım, kaçırmışım.) O dönemin hesabına göre gitmesi gelmesi iki gün yol çeken bir mekanda plaj sahnesi çektin, "burda olmaaz fahişe gibi!" dedirtmek için mi, dedirttin de o lafın hikayene ne yararı oldu? Rejans'a balkonda çello çalan kız koyunca ben anladım mı, dönemin kaymak tabakasının nasıl yaşadığını? Bu filmin mevzusu ne? Ömer Saruhan'ın ölüm sebebini, şeklini gizlemek ve (o esnada cinayete katkısı mı var şahitliği mi var onu bile net olarak anlayamadığım) gariban bir orospucuğu da ortadan kaldırmak için halkı galeyana mı getirmişler? Derin Devlet'in temelleri 1955 senesinde Rejans'da mı atılmış? Tarih bilgisi, dönemle ilgisi olmayan bir insan evladı bu filme gittiğinde ne izleyecek? İzlediklerinden ne süzecek? Farzet ki durumdan bi haberim, bu filmi izleyip ne anlayacağım? Pardon, yoksa bu bir sinema filmi değil de duruma özel ilgi ve bilgisi olanların izleyeceği bir belgesel mi? Elbette kimseden kör gözüm parmağına tarihsel detay vermesini, seyirciye saygısızlık ederek resmi tarih kitabında yazanları filme aktarmasını ve didaktik olmasını beklemiyorum. Mutlaka bir eseri sinema filmi hele de dönem filmi yapan ve ona tad katan kendine has edebi dokusudur, ben o dokuyu da bulamadım, ona yanıyorum.

Sanki filmin ilk yarısını Tomris Giritlioğlu çekmiş de, ikinci yarısında sıkılıp seti asistanına bırakmış gibi hissettim. Bu kadar taban tabana zıt, bu kadar arada dağlar, bu kadar sakat bir ikinci yarı izlemedim. İlk yarıda hikaye var, oyunculuklar var, reji (af'edersiniz ama) feci küflenmiş olsa da aslanlar gibi ayaktayken yani siz filmi heyecan içinde izlerken on dakika ara oluyor, geri döndüğünüzde sanki başka bir filmin içine giriyorsunuz. Herşey birden bire çöküyor. Oyunculuklar da. Misal, Okan Yalabık (Suat) döktürmüş bütün film boyunca, Allahtan ilk yarıda ölüyor da (10 seneye kalmaz tadından yenmez hale gelecek bu adam, o kadar dozunda, sağlam ve ne dediğini bilir bir hali var perde üzerinde. ) kariyerini kurtarıyor. Gel gör ki ilk yarıda Yalabık'la karşılıklı sahnelerinde gözlerimi yaşartacak kadar iyi bir oyunculuk sergileyen Murat Yıldırım (Behçet) bile ikinci yarıda gerdan kırarak, ağız burun bükerek oynamaya başlıyor. Gidip filmi görün, Karayip Adaları'ndaki tatilini yarıda keserek oğlunu görmeye gelen baba rolünde Tuncel Kurtiz'in, Zeliha Berksoy'un sıkıcı, Hüseyin Avni Danyal'ın çok sırıtan, kötü oyununu izleyin ve maalesef kendi içinde bütünlüğü taş gibi olmasına rağmen müsamere tadında eşlikler aldığı için mundar edilen İlker Aksum'a üzülün. Beren Saat'e gelince onun oyunculuk denemesine diyecek söz bulamadım. Beklediğimden daha iyi buldum. Beğendim. Ama yatıp kalkıp, Tomris Giritlioğlu'na teşekkür etsin. Çünkü reji, öncelikle Beren Saat'in oyunculuğunu parlatmak için fır dönmüş bütün film boyunca.

Uzun lafın kısası, bu filmin çok net iki mesajı var -ki en iyi onları anladım-, 1955 yılında İstanbul'da sular çok sık kesilirdi ve bazı evlerde hamamböceği vardı.

İyi seyirler...



.

Unutmamalı: Safiye Ayla


Dokuz yaşında "Sefiller"i okudu. Bu kitapla asi oldu, hep böyle kaldı. Bu onun demesi. Bir de türklerin Ata'sıyla anıları var. Safiye Ayla, "Havada bulut yok, bu ne dumandır/ Mahlede ölüm yok, bu ne figandır?"ı okuduğunda, Atatürk, "Nasıl kıymışlar bu toprakların çocuklarına? Yemen neresi, Anadolu neresi! Çöllerde kurutmuşlar genç fidanları. Bu yurdun çocukları, bu topraklar için ölür ancak.." demiş, gözlerinde yaşlarla.

Türkülere gözyaşları eşlik edecek daima..
Yalnız bu topraklarda değil, yoksa neden Jamaika'lı "No Cry" desin?




•(62+40, oldu olacak)